ABDULLAH b. MES‘ÛD
İsmail Cerrahoğlu 01 Ocak 1970
Ailesi ve İslâm’dan önceki hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Babası, Abdullah b. Hâris b. Zühre’nin halîfi idi (yeminli, muâhid). Bu sebeple o da Benî Zühre’nin halîfi olarak tanınmıştır. Fakir bir ailenin çocuğu olduğu için İslâmiyet’e girmeden önce pek tanınmayan Abdullah b. Mes‘ûd, çocukluğunda Ukbe b. Ebû Muayt’ın sürülerine çobanlık yaptı. Hz. Hatice ve Ali’den sonra İslâmiyet’i kabul eden üçüncü kişi olduğu söyleniyorsa da bizzat kendisi, altıncı müslüman olmaktan şeref duyduğunu belirtmektedir. Onun yeni dine girişini, koyun sürülerini otlattığı bir sırada Hz. Peygamber’le aralarında geçen olağan üstü bir hadiseye bağlayan haberler yanında, Peygamber’in Erkam’ın evine yerleşmesinden veya Hz. Ömer’in İslâm’a girmesinden önce müslüman olduğuna dair rivayetler de vardır. Abdullah’ın annesi Ümmü Abd bint Abdüved ve kardeşi Ukbe de ilk müslümanlardandır. Babası hakkında fazla bir şey bilinmediği için kendisine sahâbî b. sahâbiyye dendiği gibi, yine annesine nisbetle İbn Ümmü Abd diye de anılmıştır. Müslüman olduktan sonra, azılı İslâm düşmanlarından biri olan Ukbe b. Ebû Muayt’ın yanından ayrıldı ve kendini dine ve Hz. Peygamber’in hizmetine adadı.
Mekke’de diğer müslümanlarla birlikte o da müşriklerin eziyet ve işkencelerine mâruz kaldı ve bundan kurtulmak için Habeşistan hicretlerine katıldı. Müşriklerden korkmadan ve onlardan gelecek baskılara aldırmadan, Hz. Peygamber’den sonra Kâbe’de âşikâre Kur’an okuyan ilk sahâbî olan Abdullah b. Mes‘ûd, aynı zamanda Medine’ye ilk hicret edenler arasında yer aldı. Medine’de Resûlullah onunla Zübeyr b. Avvâm ve Muâz b. Cebel arasında muâhât* kurdu. Kaynaklar onun Hz. Peygamber zamanındaki bütün savaşlara katıldığını bildirmektedir. Bedir’de savaştan bir önceki gece keşif kolunda görev aldı ve savaş sırasında yaralı olarak bulduğu Ebû Cehil’i öldürdü. Hz. Peygamber, ümmetin Firavun’u diye vasıflandırdığı Ebû Cehil’in öldürülmesinden dolayı Allah’a hamdederek Abdullah’ı övmüş ve Ebû Cehil’in kılıcını ona vermiştir.
Medine’de Mescid-i Nebevî’nin arka tarafında Abdullah’a annesiyle birlikte oturacakları bir ev ayrıldı, ayrıca kendilerine Resûlullah’ın evine rahatça girip çıkmaları için izin verildi. Hatta bu yakın münasebet sebebiyle yabancılar onları Peygamber ailesinden sanırdı. Kendisini Resûlullah’ın hizmetine adamış olan Abdullah, Hz. Peygamber bir yere gitmek istediği zaman ayakkabılarını çevirip hazırlar, yolda önünde yürür, yıkanırken perde tutar ve uykuda iken ibadet için uyandırırdı. Bir yere oturduklarında ayakkabılarını çıkarır, muhafaza ederdi. Güzel sesliydi ve çok güzel Kur’an okurdu. Sahâbe arasında ahlâk ve yaşayışı bakımından Resûlullah’a en çok benzeyen bir kimse olarak kabul edilirdi. Hz. Peygamber’in hayat tarzını, kıyafetini, ahlâk ve tavırlarını örnek almada son derece gayret gösterirdi. Bir yandan Hz. Peygamber’in özel hizmetinde bulunurken diğer yandan da yeni müslüman olanlara İslâmiyet’i öğretirdi. Abdullah, Uhud Gazvesi’nde bir ara ortaya çıkan panik sırasında Peygamber’in yanından ayrılmayan birkaç kişiden biridir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra meydana gelen ridde* olaylarında Medine’nin savunulması ve stratejik noktalarının korunması maksadıyla, Halife Ebû Bekir tarafından seçilenler arasında o da yer almıştır.
İbn Mes‘ûd, Hz. Ömer tarafından Kûfe kadılığı ve beytülmâl idaresi ile görevlendirildi. Daha sonra Şüreyh’in kadı olarak tayin edilmesi üzerine yalnızca beytülmâlle ilgili görevini sürdürdü. Ömer şehid edilince Medine’ye döndü ve bir süre orada kaldıktan sonra Halife Osman tarafından Kûfe’deki eski görevine iade edildi. Bundan dolayı, A. J. Wensinck’in Abdullah b. Mes‘ûd’un idarî işlerden anlamadığına dair iddiası (bk. İA, V, 772) herhangi bir esasa dayanmamaktadır. Onun anlayış ve kabiliyeti konusunda, Resûlullah’ın bir münasebetle söylediği şu söz de yeterli bir delil teşkil eder: “Eğer onlara danışmadan bir emîr (yönetici) tayin etseydim, İbn Ümmü Abd’i tayin ederdim” (Tirmizî, “Menâ?ıb”, 38). Ayrıca Hz. Ömer’in Şamlılar’a daha çok hediye vererek onları kendilerinden üstün tuttuğunu söyleyen Kûfeliler’e, İbn Mes‘ûd’u Kûfe’de görevlendirmek suretiyle de onları şereflendirdiğini ifade etmesi (bk. İbn Kayyim, İ?lâmü’l-muva??ı?în, I, 17), onun bir yönetici olarak halife nezdindeki değerini gösterir. Hz. Ömer’in Kûfe valisi olan Ammâr b. Yâsir ve Hz. Osman zamanında aynı yerin valisi olan Sa‘d b. Ebû Vakkas gibi büyük sahâbîlerle bazı konularda görüş ayrılığına düşmesi sonucu, adı geçen valiler görevden alınırken İbn Mes‘ûd’un uzun bir müddet görevde bırakılması, Wensinck’in iddiasının yersiz ve tutarsız olduğunun bir başka delili sayılmalıdır. Kûfe’de resmî vazifesi yanında ilmî faaliyeti ve yetiştirdiği talebeler vasıtasıyla Kûfe tefsir ve fıkıh mekteplerinin de temellerini atmış bulunan Abdullah b. Mes‘ûd, daha sonra Hz. Osman tarafından Medine’ye çağrıldı. Fakat İbn Mes‘ûd, halifenin Ebû Zerr’i Rebeze’ye mecburi ikamete göndermesi ve resmî Mushaf’a muhalif olur endişesiyle bazı şahısların elinde bulunan Mushaflar’ın yakılmasını emretmesi gibi sebeplerle halifeye kırgındı. Kûfeliler onu koruyacaklarını vaad ederek ayrılmamasını istedikleri halde, ortaya çıkacak fitnelerin kendisi yüzünden başlamasını arzu etmediğini belirterek görevine son veren Osman’ın emrine uydu ve Medine’ye döndü. Medine’de bir süre kaldıktan sonra hastalandı ve altmış yaşını geçmiş olarak vefat etti. Cenaze namazı Hz. Osman veya Ammâr tarafından kıldırıldı ve Bakî‘ Mezarlığı’na defnedildi. J. C. Vadet’in İbn Kesîr ve İbn Hacer’e dayanarak İbn Mes‘ûd’un Kûfe’de vefat ettiğine dair verdiği bilgi (bk. EI2 [Fr.], III, 898) yanlıştır. Zira bu kaynakların her ikisi de İbn Mes‘ûd’un Medine’de vefat ettiğine dair olan rivayeti benimsemişlerdir (bk. el-Bidâye, VII, 163; el-İ?âbe, IV, 235).
Kaynakların belirttiğine göre Abdullah b. Mes‘ûd kısa boylu, zayıf ve esmer bir kimse idi. Son derece mütevazi bir kişiliğe sahipti. Saçlarını uzatır, temiz ve güzel giyinmeyi severdi. Süründüğü güzel kokularla karanlık gecede bile tanınırdı. Reyta ve Zeyneb adlarında iki hanımı (bk. İbn Sa‘d, VIII, 290), Abdurrahman, Utbe ve Ebû Ubeyde adlarında üç oğlunun olduğu bilinmektedir. Daha çocuk sahibi olmadan Hz. Peygamber kendisine Ebû Abdurrahman künyesini vermiş ve oğlu olduğunda adını Abdurrahman koymuştur. Abdullah b. Mes‘ûd’un hizmetlerini ve büyüklüğünü, onun siyasî ve idarî alandaki faaliyetinden çok, İslâmi ilimlerin kuruluşundaki öncülüğünde aramak gerekir.
Hadis İlmindeki Yeri.
İbn Mes‘ûd, gerek ilk dönemde Müslümanlığı kabul edişi, gerekse Hz. Peygamber’le olan yakın münasebeti sebebiyle ondan birçok hadis duymuş ve rivayet etmiştir. Ayrıca Hz. Ömer, Osman, Ali ve diğer sahâbîler vasıtasıyla rivayet ettiği hadisler de vardır. Kendisinden de Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, İbn Abbas, İmrân b. Husayn, Câbir b. Abdullah, Enes b. Mâlik gibi birçok sahâbî ile Alkame b. Kays, Mesrûk, Esved b. Yezîd, Abîde es-Selmânî, Amr b. Şürahbîl, Hâris b. Kays vb. büyük tâbiîler rivayette bulunmuşlardır. Ondan gelen 848 kadar hadisin büyük bir kısmını bizzat Resûlullah’tan rivayet etmiştir; bunların çoğunu Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i ve Tirmizî’nin Sünen’inde bulmak mümkündür. Buhârî ile Müslim, İbn Mes‘ûd’un 64 hadisini ittifakla Sahîh’lerine almışlardır. Ayrıca Buhârî 21, Müslim ise 35 hadisini müstakil olarak almıştır. Buna göre Buhârî onun rivayet ettiği 85 hadise, Müslim de 99 hadise Sahîh’inde yer vermiştir. İlk zamanlar hadislerin yazılmasına taraftar olmayan İbn Mes‘ûd, hadis rivayetinde son derece titizlik göstermiştir.
J. C. Vadet, Abdullah b. Mes‘ûd’un hadis ilmindeki yerini ele alırken, hadis rivayeti konusunda Kûfe muhitinin ona sadık kaldığını, buna karşılık diğer şehirlerdeki muhaddislerin, Ehl-i sünnet nazarında adının lekelenmesi sebebiyle, ondan istifadeyi düşünmediklerini belirterek İbn Mes‘ûd’u şüpheli bir şahsiyet olarak gösterir. Ancak bu, gerçeği saptırmaktan başka bir şey değildir. Ondan hadis rivayet edenler arasında her bölgeden âlimler bulunmakla birlikte, uzun süre kaldığı ve ders verdiği Kûfe ve civarında talebe ve râvilerinin çok oluşu tabiidir. Onun Şîa taraftarı olduğunu ima eden J. C. Vadet’in bu iddiasının tutarsızlığı aşağıda gösterilmiştir.
Kur’an İlimlerindeki Yeri.
İbn Mes‘ûd Irak tefsir mektebinin temelini atarak Kur’an ilimlerine de önemli hizmetler yapmıştır. Irak mektebi fıkıhta olduğu gibi tefsirde de re’ye önem vermiş ve bu ilimleri daha sonraki nesillere aktaran birçok değerli âlim yetiştirmiştir. Onun ilmi, doğrudan Hz. Peygamber’e dayanmaktaydı. Resûlullah, sesi güzel olan İbn Mes‘ûd’un Kur’an okuyuşunu zevkle dinlerdi. O, sahâbe arasındaki Kur’an hâfızlarının önde gelenlerinden biriydi ve bizzat belirttiğine göre yetmişden fazla sûreyi Peygamber’in kendisinden öğrenmişti (bk. Buhârî, “Fezâ?ilü’l-?ur?ân”, 8). Kendisinin topladığı ve adına izâfe edilen bir Mushaf nüshası vardır. Bu nüshanın, Halife Ebû Bekir tarafından bir araya getirilip Osman tarafından çoğaltılan resmî Mushaf’tan ayrıldığı belli başlı noktalar, sûrelerin tertibi, bazı kelimelerin imlâsı ve yer yer tefsir kabilinden ilâvelerin bulunması gibi hususlardır. Ona ait nüshada bulunan açıklama mahiyetindeki ilâveler ve farklı kıraat şekilleri kendisinden sonraki fikir hayatına tesir ettikten başka, Kur’an hükümlerini öğrenme ve bilinmesi güç kelimeleri açıklama yönünden de faydalı olmuştur. İbn Mes‘ûd’un, talebelerine bir sûreyi okuduktan sonra onu uzun uzadıya izah ettiği ve âyetlerden çıkan hükümleri onlara açıkladığı bilinmektedir. Müteşâbih âyetleri te’vil ederken dayandığı ana kaynak bizzat Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünneti olmuştur. Bunun dışında, bazı konularda kendi şahsî görüşlerini de ortaya koyarak ictihadda bulunmuştur.
Abdullah b. Mes‘ûd ve diğer bazı sahâbîler, Hz. Peygamber’den duydukları tefsir mahiyetindeki açıklamaları kendi özel nüshalarına kaydettiklerini belirtmişlerdi. Bu tür ilâvelerin Peygamber’den duyulan tefsir niteliğindeki ifadeler olduğu ve âyetlerin mânasının anlaşılmasını kolaylaştırmaktan başka bir gayesi bulunmadığı bilindiği halde, I. Goldziher, bu ilâvelerin açıklayıcı bir özelliğe mi sahip olduğu, yoksa asıl metni tashih edici bir fonksiyonu mu yerine getirdiği konusunun pek açık olmadığını iddia ederek (bk. Mezâhibü’t-tefsîri’l-İslâmî, s. 21), şüphe ve tereddüt uyandırmaya çalışmıştır. Halbuki bazı özel nüshalardaki bu ilâvelerin metni değiştirici nitelikte değil, metni açıklayıcı mahiyette olduğu kesinlikle bilinmektedir. Nitekim Hanefîler, yemin kefâreti olarak tutulacak üç günlük orucun peş peşe olması gerektiğini, ilgili âyette (el-Mâide 5/89) İbn Mes‘ûd’a ait özel nüshada bulunan “mütetâbiât” (????????) ifadesinden çıkarmaktadırlar. Bunun gibi, İsrâ sûresinin 93. âyetinde geçen “min zuhruf” (?? ????) kelimesini “min zeheb” (?? ???) şeklinde kaydetmesi, bu kelimenin lugat mânasının anlaşılmasını kolaylaştırmıştır.
Mushaf nüshalarının çoğaltılması için kurulan komisyon münasebetiyle İbn Mes‘ûd’un Hz. Osman ve Zeyd b. Sâbit’e karşı muhalif bir tavır takındığına dair bazı rivayetler de müsteşrikler tarafından istismar edilmiştir (bk. Blachère, s. 63-64). Halbuki bu konuda İbn Mes‘ûd’un takındığı tavrın, ileri gelen ashap tarafından hoş karşılanmadığı ve sonradan kendisinin de bundan pişmanlık duyduğu bilinmektedir. Aslında Hz. Ebû Bekir Kur’an’ın toplanması için Zeyd b. Sâbit’i görevlendirdiği zaman İbn Mes‘ûd buna itiraz etmemiş, Hz. Osman’ın Mushaf’ın çoğaltılması maksadıyla kurduğu heyete de itirazı olmamıştı. Ancak Ebû Bekir’in özel nüshalara müdahale etmemesine karşılık, Osman’ın görülen lüzum üzerine bu nüshaların imhasını emretmiş olması, İbn Mes‘ûd’u muhalif tavır almaya sevketmişti. Ayrıca böyle büyük bir hizmet için Zeyd b. Sâbit seçilirken kendisine görev verilmemiş olmasından dolayı da kırgınlığını belirtmişti.
Ebû Bekir el-Enbârî, İbn Mes‘ûd’un Müslümanlığı daha önce kabul etmiş ve daha faziletli olmasına rağmen, her iki halife tarafından Zeyd b. Sâbit’in bu görev için tercih edilmesini, Zeyd’in Kur’an’ı daha iyi hıfzetmesine bağlamaktadır. Ayrıca Zeyd’in yazısı da güzeldi. İbn Mes‘ûd’un bu konuda görevlendirilmemesinin bir başka sebebi de onun Kûfe’deki hizmetinin ve sürdürdüğü ilmî faaliyetin sürekliliğini sağlamak düşüncesi olmalıdır. İbn Mes‘ûd’un Zeyd’e karşı tavrının samimi bir hizmet anlayışından kaynaklandığı da düşünülebilir. Nitekim İbn Ömer, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakleder: “Kur’an’ı şu dört kişiden öğreniniz: İbn Ümmü Abd (İbn Mes‘ûd), Muâz b. Cebel, Übey b. Kâ‘b ve Sâlim” (Buhârî, “Fezâ?ilü’l-?ur?ân”, 8). Resûlullah’ın onun hakkındaki şu takdirkâr ifadeleri de unutulmamalıdır: “Kur’an’ı nâzil olduğu günün heyecanıyla okumak isteyen kimse, İbn Ümmü Abd’in kıraatiyle okusun” (Müsned, I, 26). Binaenaleyh Abdullah b. Mes‘ûd gibi bir otoritenin böylesine önemli bir çalışmada yer almamasının, üstelik yazdığı nüshanın imha edilmesinin kendisinde bir tepkiye yol açmış olmasını yadırgamamak gerekir.
Goldziher’in, İbn Mes‘ûd ve Übey b. Kâ‘b’ın Kur’an konusunda sahâbe arasındaki mümtaz mevkilerine ve Hz. Peygamber’in de takdirkâr ifadelerine temas ederek, onların kıraatte Hz. Osman ve Zeyd b. Sâbit’ten daha üstün ve kıraatlerinin daha meşhur olduğunu ileri sürmesi, ayrıca müslümanları buna önem vermemekle itham etmesi (bk. Mezâhibü’t-tefsîri’l-İslâmî, s. 16 vd.) gerçekle bağdaşmamaktadır. Bu iki sahâbînin İslâmiyet’teki yeri ve değeri elbette müslümanlarca bilinmektedir. Hz. Peygamber onları övdüğü gibi diğer birçok sahâbîyi de övmüştür. Gerek muhacir gerek ensar bütün sahâbenin gözü önünde cereyan edip de hepsinin görüş birliğine vardığı bir konuda onları yanlış davranmış olmakla itham etmenin ilim ve mantıkla bağdaşır bir tarafı yoktur. Meselâ tefsir sahasındaki salâhiyeti ve mevkii herkesce bilinen İbn Abbas bile, “Benim kıraatim Zeyd’in kıraatidir, fakat İbn Mes‘ûd’un kıraatinden de on küsur okuyuş aldım...” demektedir (bk. İbn Ebû Dâvûd, Kitâbü’l-Mesâhif, s. 55).
J. C. Vadet’in İbn Mes‘ûd’u Şîa taraftarı göstermesi ve tefsirinde Şiî temayüller bulunduğunu ileri sürmesi de ilmî ve objektif delillere dayanmamaktadır. Her müslüman gibi onun da Ehl-i beyt*e karşı sevgi beslemesini ve daha önce zikredilen bazı sebeplerle Hz. Osman’a olan kırgınlığını bahane ederek Şiî olduğunu iddia etmek tarihî gerçeklerle bağdaşmaz. Ayrıca ölüm döşeğinde iken ziyaretine giderek vasiyetini ve arzularını soran Hz. Osman’la aralarında geçen konuşmalardan ve cenaze namazını Osman’ın kıldırdığına dair rivayetlerden, söz konusu kırgınlığın pek de önemli olmadığı anlaşılmaktadır. Hilâfet konusunda Osman’a karşı tavır takınan Şiîler’in onun tarafından çoğaltılan Mushaf nüshasının dışında bir nüshaya meyletme arzusu, İbn Mes‘ûd’a ait nüshaya ilgi duymalarına ve dolayısıyla ona Şiîlik isnat etmelerine yol açmıştır. Nitekim bir kısım Şiîler 398 (1007-1008) yılında Bağdat’ta İbn Mes‘ûd’a izâfe ettikleri bir nüshayı ortaya çıkarmışlar (bk. Goldziher, s. 295), ancak içinde bazı fazlalıklar ve noksanlar bulunan bu nüsha, zamanın büyük Şâfiî âlimi kadı Ebû Hâmid el-İsferâyînî’nin verdiği fetva ile yaktırılmıştır. Halbuki Hz. Osman’ın çoğalttığı resmî nüsha sahâbenin icmâı ile kabul edilmişti. Bir kısım aşırı Şiîler Osman’ın Ali’ye ait bazı hususları ihmal ederek Mushaf’ı değiştirdiğini ileri sürmüşlerse de bu konuda eser vermiş ve tefsir kaleme almış Şiî âlimleri dahi bu çirkin iddiayı kabul etmemişlerdir. Esasen Hz. Ali’nin Hz. Osman zamanında da kendi halifeliği sırasında da resmî Mushaf’la ilgili farklı bir görüşü olmamıştır.
İbn Mes‘ûd’un tefsir ve kıraat sahalarında yetiştirdiği en meşhur öğrencileri Hasan-ı Basrî, Katâde, Ebû Abdurrahman es-Sülemî ve Ebû Amr eş-Şeybânî’dir.
Fıkıh İlmindeki Yeri.
İbn Mes‘ûd, hadis ve Kur’an ilimleri sahasında olduğu gibi fıkıh sahasında da önemli bir mevkiye sahiptir. Onun şu sözleri, Kur’ân-ı Kerîm ve ondan çıkarılacak hükümler konusundaki bilgisini ifade etmesi bakımından son derece ilgi çekicidir: “Yemin ederim ki Allah’ın kitabında, nerede nâzil olduğunu bilmediğim bir sûre ve kimin hakkında indiğini bilmediğim bir âyet yoktur. Bununla birlikte Allah’ın kitabını benden daha iyi bilen ulaşılabilir birinin var olduğunu bilsem hemen ayağına gider, ondan faydalanırdım” (Buhârî, “Fezâ?ilü’l-?ur?ân”, 8). Hz. Ömer halife olunca değişik kültürlere, farklı yaşayış ve değerlere sahip bulunan insanların yaşadığı Kûfe’nin kazâ, eğitim ve öğretim hizmetlerini yürütmek üzere Abdullah b. Mes‘ûd’u görevlendirdi. Böylece o Kûfe’de uzun bir süre kalarak ilmî faaliyetlerin başında bulundu; tefsir ve kıraat alanında olduğu gibi fıkıhta da Kûfe mektebinin kuruluşunda en önemli rolü oynadı. Kaynakların belirttiğine göre İbn Mes‘ûd dışında, görüş ve fetvaları talebeleri tarafından yazıya geçirilmiş başka bir sahâbî yoktur denebilir (İbn Kayyim, I, 20). Kendisini tamamiyle ilmî faaliyete vermesinden dolayı onun yetiştirdiği talebeler sayı ve kalite bakımından da diğerlerinden üstündür. Bunun tabii sonucu olarak, Irak yöresinde Hz. Ömer ve Ali başta olmak üzere bazı sahâbîlerin görüşleri yanında en çok İbn Mes‘ûd’un görüşleri yayıldı ve bundan dolayı, daha sonraları Ebû Hanîfe tarafından sistemleştirilen bu mektebin asıl kurucusunun İbn Mes‘ûd olduğu ileri sürüldü. Irak fıkıh mektebinin en önemli iki vasfını teşkil eden “nassın bulunmadığı yerde rey ve kıyasa baş vurulması” ilkesi ile “sahih olduğu kesin olarak bilinmeyen hadislerin yerine ictihadın tercih edilmesi” esası, temelde İbn Mes‘ûd’un düşünce tarzına dayanmaktadır. O bu konuda şöyle der: “Sizden hüküm vermek durumunda olan kimse önce Allah’ın kitabına baksın, aradığı orada yoksa Resûlü’nün hükmüne baş vursun; bunların her ikisinde de yoksa sâlihlerin hükmettiği ile hüküm versin. Şayet bunların hiçbirinde bir hüküm bulamıyorsa kendi görüşüne baş vursun. Bunu da beceremiyorsa hüküm vermekten vazgeçsin” (bk. İbn Kayyim, I, 63). Onun nas bulunmayan bir konuda görüşünü belirttikten sonra, “Eğer doğru ise Allah’tandır, yanlış ise benden ve şeytandandır; Allah da resulü de bundan berîdir” (İbn Kayyim, I, 81) dediği de bilinmektedir.
Doğrudan İbn Mes‘ûd’dan ilim tahsil eden ve Kûfe (Irak) fıkıh mektebinin kuruluşunda önemli rol oynayan ilk neslin önde gelen şahsiyetleri Alkame b. Kays, Esved b. Yezîd, Abîde es-Selmânî, Mesrûk b. Ecda‘, Amr b. Şürahbîl ve Hâris b. Kays’tır. Ebû Hanîfe’ye gelen hocalar zincirinde ilk halkayı Alkame b. Kays oluşturmaktadır; onun da en önde gelen talebeleri İbrâhim en-Nehaî ile Şa‘bî’dir. Bunların en tanınmış talebesi olan Hammâd b. Ebû Süleyman, Ebû Hanîfe’nin, yanında yirmi yıl kadar ilim öğrendiği en önemli hocasıdır. Ebû Hanîfe’den başka, bu mektebin Süfyân es-Sevrî, İbn Ebû Leylâ ve İbn Şübrüme gibi diğer önemli şahsiyetlerini de İbn Mes‘ûd’un ilminin vârisleri olarak zikretmek gerekir.
İbn Mes‘ûd’un kaynaklarda dağınık halde bulunan fıkhî görüşleri Muhammed Revvâs Kal‘acî tarafından derlenerek Mevsûatü fıkhi Abdillâh b. Mesûd (Kahire 1404/1984) adıyla Mekke Ümmü’l-Kurâ Üniversitesi yayınları arasında neşredilmiştir. Eser, terim ve konu başlıklarına göre ansiklopedik bir tarzda tertip edilmiştir.