Covid19'la İlgili Gerçek Veriler
Murat Soydan 01 Ocak 1970
Epey bir süredir bir kesim ana akım medyada ve sosyal medyada, gerçek verilerden ve araştırmalarla desteklenmemesine rağmen büyük rağbet gören bir propaganda yürütülüyor.
Bu propagandaya göre Türkiye, ekonomik yetersizlikten dolayı sağlımızı tehlikeye atan bir normalleşme süreci başlattı, ekonomiyi sağlığın önüne koydu. DSÖ gibi uluslararası kuruluşlardan gelen “henüz salgının başındayız” açıklamaları da, bu propagandayı pekiştiren bir atmosfer oluşturdu.
Bu propagandanın sistematikleşmesi, benim açımdan hastalığın uluslararası kuruluşlar ve medya tarafından ulus devletler aleyhine silahlaştırıldığı şüphesini doğuran ve büyüten etken oldu.
Beni takip edenler Çin’de ilk ilan edildiğinden beri tüm şehri karantinaya alan sokağa çıkma yasaklarına eleştirel yaklaştığımı biliyorlar. Eleştirel olmamın sebebini ise sürekli tekrarladığım bir soruyla izah ediyordum: “Hastalıkla ilgili gerçek veriler ne?”
Pek çok kişi bu soruyu sorduğumda “Veriler zaten her gün yayınlanıyor, bu neyden bahsediyor?” diyor. Böyle düşünmekte haklılar çünkü hergün karşımıza onlarca sayı, onlarca oran çıkmakta.
Ancak bu bilgi çokluğu, aynı zamanda en temel verilerin konuşulmasına engel olan bir atmosfer oluşurdu. Örneğin bu hastalığın ölümle sonuçlanan vaka oranı. Bunu söylediğimde de şöyle bir itiraz geliyor: “Vaka ve ölüm sayısı belli, bul işte oranı”
Oysa bu itirazı getirenlerin atladığı nokta, her gün açıklanan vaka sayısının “test edilerek tespit edilmiş, onaylanmış vaka” sayısı olduğu. Oysa hastalığa yakalananların ezici çoğunluğu hastalığı evinde geçiriyor.
Bu kişilerin sayısını bilmediğimiz için biz ölümle sonuçlanan vaka oranına ulaşamıyoruz. Uzun uzun izah ederek ilerlediğim için kusura bakmayın, çok büyük bir bilgi kirliliği karşısında ancak böyle izah ederek ilerlemek durumundayım.
Sürekli yüksek sesle tekrarlanan tek bir şey var: “İnsanlar ölüyor! Çin sert kilitleme önlemleri aldığı için başardı. İtalya ise bu önlemleri almadığı için çok büyük kayıplar veriyor. İtalya olmak istemiyorsak acilen tüm ülkeyi kilitlemeliyiz!”
Ancak öte yandan, aynı medya kafaları karıştıran onlarca duruma hiçbir izah getiremiyor.
Dünyada üç milyar insan yoksulluk içinde ve dünyanın çeşitli yerlerinde 70 milyon insan yerinden edilmiş şekilde göçmen çadırlarında, sefalet içinde kalabalıklar hâlinde yaşamakta. Ancak hiçbirinde bir Covid19 krizi çıkmadı.
Öte yandan, film yıldızlarından sporculara ve milyarderlerden devlet başkanlarına kadar uzanan yüzlerce zengin ve ünlü insan, birkaç seçkin kraliyet üyesiyle birlikte koronavirüse yakalandı.
Bu yeterince tuhaf değilse, bu yüzlerce zengin ve ünlü insanın hiçbirinde birkaç hafif semptom dışında bir etki görülmediğini ve birçoğunun asemptomatik olduğunu da düşünün… Açıkçası herkes içten içe biliyor ki bu tuhaf tablonun biyolojiyle veya doğa yasalarıyla hiçbir ilgisi yok…
Salgının ilk günlerinde Çin’den gelen ve bir anda yere düşen insanları bir daha hiçbir yerde görmedik. Nitekim geçen zaman içinde hastalığın seyrini hepimiz öğrendik ve böyle bir şeyin mümkün de olmadığını fark ettik.
Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping, ekonomiyi kurtarmak için Çin halkını işe geri göndermeye karar verdiğinde salgın mucizevi bir şekilde durdu. Zaten Pekin gibi Çin’in en kalabalık şehirleri neredeyse hiç etkilenmemişti. Tabi hepsine bir bahaneleri vardı.
Ama bu bahanelere inanmadan önce önemli olan, bu devlet ve uluslararası kuruluşların güvenilirliğiydi. Pandemi sürecinin yöneticisi olan Dünya Sağlık Örgütü, geçmişi medikal sahtekarlıklar ve yanlış alarmlarla dolu bir kurum.
DSÖ: Medikal Sahtekarlık Çetesi
İnsanlık epidemiyolojik istatistikler ve vaka/ölü sayıları ile hipnoz edildi. Modern çağın gördüğü en büyük psikolojik…
Bununla birlikte örgütün şu anki başkanı, sicilinde terör örgütü üyeliğinden ve Afrikalı diktatörleri onurlandırmak için salgın karartmaya kadar uzanmakta.
DSÖ’nün Başında Bir Terörist Var
Etno-faşist terör örgütü üyeliği, diktatör yardımcılığı, üç kere salgın karartma ve muhalif siyasetçi kaçırılmasını…
Tüm bunları bir araya getirdiğimizde, pandemi ile ilgili dile getirilen tahminler hakkında şüpheci olmamız boşa değildi. Ama ana akım medya ve buna eklenen sosyal medya baskısı, mevcut kilitlemeye eleştiri getiren herkesi “hayatları tehlikeye atmak” ile suçlamakta.
Çoğu insan bilimin, hiç tartışmasız bir şekilde sokağa çıkma yasağını da kapsayan ağır tedbirleri desteklediğini düşünmekte. Bu sebeple, paniğin bu boyutuna yönelik her hangi bir eleştirel tutum veya görüşü “bilimden şüphe etmek” olarak tanımlamakta. Şüphesiz bu durum, bilim üzerinde tahakküm kurmuş uluslararası medya oligarşisinin başarısı.
Ancak bilime karşı gerçek şüphe, hatta “bilim karşıtlığı” olarak adlandırılabilecek esas duruş, irrasyonel ve yetersiz kaynakla tüm insanlığa büyük bir bedel ödeten korkuyu hiç eleştirisiz teşvik etmekti.
Şimdi geri dönelim. Bilimsel araştırmalardan başlayarak ortaya koyacağımız tablo, süreç içinde kafamızı karıştıran tüm detaylara da bir cevap verecektir diye umuyorum.
Bilimsel konularda manipülasyon ancak bilimin yerine başka şeyleri ikame ederek yapılır. Oysa bu ikamelerin hiçbiri, bilime alternetif değildir ve olamaz. Yegane rehber, salih bir amelle yapılan deney, gözlem ve araştırmadır.
Karşı karşıya kaldığımız hastalıkla ilgili yapılan araştırmalara baktığımızda da, en çok referans verilen olayın Diamond Princess olayı olduğunu görmekteyiz.
Diamond Princess gemisi, yolculardan birinde tespit edilen Corona virüsü sebebiyle Japonya’da 3711 yolcusuyla karantinaya alındı. Bu talihsiz durum, ideal ve gerçek sonuçlara ulaşabileceğimiz, çevresel etkenlerden izole edilmiş doğal bir laboratuvar ortaya çıkardı.
7 Mart tarihli verilere göre gemide bulunan 3711 kişiden 712’sine Covid19 teşhisi kondu, 7 kişi yaşamını yitirdi.
Bu sayılara göre, kapalı bir sistemde vaka ölüm oranı %1.0’dı. Bu oran tek başına DSÖ’nün duyurduğu 3.4 oranının çok altındaydı. Ancak Diamond Princess gemisi yolcuları büyük ölçüde yaşlı bir popülasyondu.
Dolayısıyla burada çıkan oranların, ülkelerin genel yaş yapısına yansıtılması gerekiyordu. Bu yansıtmayı da Stanford Üniversitesi’nden Epidemiyolog Profesör John Ioannidis yaptı.
Ioannidis’in yaptığı bu çalışmaya göre Diamond Princess gemisindeki oranlar ABD’nin yaş yapısına yansıtıldığında enfekte olan insanlar arasındaki ölüm oranı %0.125 çıktı.
Bu şok edici bir orandı, çünkü mevsimsel gribin ölümle sonuçlanan vaka oranı olan %0.1’in biraz üzerindeydi. Ve geçen zamana rağmen araştırmayı çürüten olmadı.
Profesör John Ioannidis, Stanford Üniversitesi’nin sitesinde bulunan biyografisine göre aylık 4300’den fazla alıntılama ile Tıp dünyasının en çok referans verilen 10 araştırmacısından biri.
Ioannidis’ın bu çalışması, akademik başarısından ötürü “iyimser tahminler” etiketiyle Wall Street Journal’da dahi yayınlandı.
Ancak bilimsel anlamda çürütülemese de, özellikle “aceleciğini” ön plana çıkartan çeşitli eleştirilere uğradı. Örneğin aşağıdaki makalede bilim yazarı David Freedman, Ioannidis’in Covid19’la ilgili araştırmasını eleştiriyor.
“Bilimsel Kesinliğin Peygamberi ve Covid İnkarcısı” başlıklı makalede Freedman öncelikle Ioannidis’in Tıp dünyası için “kahraman” statüsünde bir araştırmacı olduğunu belirtiyor. Ardından ise Covid19’la ilgili araştırmasında aceleci olmakla suçluyor.
Ancak Freedman bu eleştiriyi yaparken bile, daha iyi bir bilimsel çalışmanın olmayışından yakınıyor ve “Covid19’la ilgili dile getirilen ölüm oranları aşağıya çekilerek revize edilebilir” diyor.
Tabii ki tek bir araştırma hiçbir şeyi ispatlamaz ve Freedman’ın “acelecilik” eleştirisini de dikkate almalıyız. Ancak Freedman’ın da makalesinde verdiği bir örnek olarak, New York’ta yapılan son antikor testi, %0.5’lik bir ölüm oranınından bahsediyor.
New York Times’da çıkan bu araştırma bize, “Covid19’un ölüm oranı önceki inanışımızın çok çok altında, %0.5 civarında olabilir” demekte.
Tabii New York Times’ın makalede yazmadığı kısım, önceki inanışı da zaten kendilerinin inşaa ettiğiydi. Sadece istatistiki şekilde ölüm sayısına odaklı habercilik ile okuyucuyu bu yüksek oranlara inandırmıştı.
Aynı zamanda şunun altını çizmemiz gerekir ki, bu %0.5 oranı, içinde aslında Covid19’dan ölüp ölmediği şüpheli sayıları da barındırıyor. Hatırlarsanız New York’ta ölü sayısı “ihtimal” üzerinden iki katına çıkartılmıştı.
Bize bugün “önceki tahminlerimiz çok çok yüksek olmuş olabilir” diyen medya, aylardır konu üzerine gerçek bilimsel araştırmalarla desteklenen haberler yerine belirsiz, çelişkili ve kafa karıştırıcı haberler üretmekte.
Nitekim New York’la ilgili nasıl bir felaket haberciliği yapıldığı heralde herkesin aklındadır. Şimdi aynı medya bunları yazarken, sanki kendileri değil de başka biri yüksek oranlara insanları ikna etmiş gibi davranıyor.
Devam edelim. Ortada çok düşük hastalık ölümle sonuçlanan vaka oranı sunan bir araştırma ve hastalığın sunulandan daha düşük bir öldürücülüğe sahip olduğunu gösteren New York örneği var.
İyi de dünya New York’tan mı ibaret? Örneğin İtalya. Hepinizin bildiği gibi bu ülkedeki ölüm sayıları tüm dünyayı şok etmişti. Ancak ilginç bir şekilde İtalya hem toplam ölümde hem de zatürre kaynaklı ölümlerde geçen yılın altında kalmıştı.
Huffingtonpost İtalya gazetesinin ISTAT (İtalya İstatistik Kurumu) verilerine dayandırdığı haberine göre İtalya’da zatürre kaynaklı ölümler:
Peki İtalya’da New York’ta yapılan gibi bir çalışma yapıldı mı? Cevap: Evet. Ve bu çalışma, yüksek günlük ölüm sayılarına rağmen aylık zatürre ölümünün geçen yılın altında kalmasını açıkladı.
İtalya’da Vo adlı 3300 nüfuslu bir kasabanın tamamı test edildi. Test sonucunda 90 kişi pozitif çıktı. Yani nüfusun %2.7’si pozitifti. Bunu 955 bin kişilik tüm kente uyguladıklarında 26 bin pozitif olacağı tahmininde bulundular.
Ancak kentte pozitif olarak bildirilen hasta sayısı sadece 198’di. Araştırmayı yapan Stanford Üniversitesi’nden Dr.Eran Bendavid ve Dr. Jay Bhattacharya, asemptomatik vakaların tahminimizden çok daha fazla olduğu sonucuna vardı.
Bu araştırmaya göre, o dönemde %8 olarak bildirilen ölümle sonuçlanan vaka oranı, İtalya’da bile aslında %0.1’in altındaydı. Sayının yüksek çıkma sebebi, asemptomatik vakaları az saymalarıydı. Çalışma Wall Street Journal’da yayınlandı.
Bu ikinci şok edici araştırma. Çünkü İtalya gibi bir ülkede ölüm oranı mevsimsel gribin altında çıkmaktaydı…
Yine benzeri bir çalışma da Japonya’da yapıldı. Hakemli dergide yayınlanan bu çalışma da, ölümle sonuçlanan vaka oranını %0.04 ila %0.1 arasında buldu.
Stokholm için yapılan benzeri bir çalışmada bu oran %0.18 çıktı.
ABD’nin Idaho eyaletin başkenti Boise için yapıldığında %0.17 çıktı.
İran’ın Guilan şehri için yapıldığında %0.12 çıktı.
Danimarka’da kan veren 70 yaş altı nüfus için yapıldığında %0.08 çıktı.
Moskova için yapıldığında %0.03 çıktı.
Los Angeles için yapıldığında %0.2 çıktı.
Özetle ilginç bir şekilde, Dünya Sağlık Örgütü’nün %3.4’lük tahminini doğrulayan tek bir çalışma yokken, hakemli dergilerde hatta ana akım medyada dahi yer alan, resmi kurumlarca yapılan araştırmaların tamamı %0.1 ila %0.2 arasında ölüm oranları vermekteydi.
Bu linkte konu üzerine yapılmış ve çoğu hakemli dergide yayınlanmış 52 adet araştırma bulunmakta. Tüm araştırmaların ortalaması %0.2 oranını vermiş.
Ancak içinde bulunduğumuz salgın sürecinde medya, konu üzerine yapılan gerçek bilimsel araştırmalar yerine belirsiz, çelişkili ve kafa karıştırıcı “açıklamalar” üzerinden konuyu tartışıyor. Dahası, dünyanın en yüksek tıbbi otoritesi olan DSÖ de bu belirsiz, çelişkili ve kafa karıştırıcı atmosferi dağıtmak yerine pekiştiriyor.
Kaynaklar ve resmi araştırmalarla sunulmuş açık bir bilgilendirme yerine halkı ve ülkeleri ağır tedbirleri kabul edecek şekilde manipüle eden endişe ve korku tetikleyici “tahminlerle” besliyorlar.
Covid19’la mücadele kapsamında karar verilen bütün sınırlamalar, virüsün yüksek öldürücülüğü göz önüne alınarak belirlense de, medyada bu oran dışında her şey konuşuluyor…
3 Mart tarihli brifinginde DSÖ virüsün ölüm/vaka oranını %3.4 olarak açıklamıştı. DSÖ’nün bu iddiası sadece Çin’in iddialarına dayanmaktaydı. Daha da ironik olan, DSÖ’nün kendisi bile brifingler dışında yayınladığı analizlerde %3.4 oranını bir daha dillendirmedi.
Peki DSÖ, Wuhan merkezli incelemeleri ile bu oranı verirken hiçbir bilimsel çalışma yapılmadı mı? Yapıldı. Ama bu çalışmalar hızlı şekilde Çin tarafından yayından çektirildi.
Çin’de, SARS-COV-2 enfekte hastalarla yakın temasta olan bireyleri hedefleyen bilimsel bir çalışma, 5 Mart 2020 tarihinde bir hakemli dergi olan Çin Epidemiyoloji Dergisi’nden yayınlandı.
Çalışmanın veriye dayalı sonucu, SARS-COV-2 için pozitif test edilen hastaların “neredeyse yarısı veya daha fazlasının” aslında virüsü olmadığıydı. Başka bir deyişle, sonuçların yarısı yanlış pozitifti.
Perspektif olarak, bu çalışma hakemli bir şekilde gözden geçirilmiş ve COVID-19'un 2003 SARS salgınını aştığı söylenmesinden bir ay sonra bir Çin devlet dergisinde yayınlanmıştı. DSÖ’nün %3.4 oranını duyurduğu tarihten hemen sonra.
Aslında çalışma, Çin’in 36 milyon insanı kilitlemesini dayandırdığı verilerin tamamının hatalı olduğunu net şekilde ortaya koymaktaydı. Ancak gizemli bir şekilde, bu hakemli çalışma yayınlandıktan birkaç gün sonra geri çekildi. Artık okunamıyor.
Bir araştırma ekibi, bu skandala yanıt aramak için Çinli bir yüksek lisans öğrencisinden Dr. Zhuang ile temas kurmasını istedi.
Dr. Zhuang e-postayla cevap verdi, ancak makalenin geri çekilme nedenini belirtmedi, sadece bunun “hassas bir konu” olduğunu söyledi.
Hakemli bir çalışmada daha sonradan ortaya çıkan bir bilimsel hata mı vardı? Makaleye erişim olmadığı için hiç kimse eseri değerlendirip böyle bir hatanın varlığını ortaya koyamıyor. Bu durum da akla, makalenin siyasi nedenlerden dolayı geri çekildiği şüphesini getiriyor.
Ana akım medyanın dahi görmezden gelemediği tüm bu çalışmalar, Covid19’la ilgili ölümle sonuçlanan vaka sayısının en baştan beri basın tarafından olduğundan yüksek gösterildiğini ortaya koyuyor.
En yüksek tıbbi otorite olan Dünya Sağlık Örgütü’nün ise, bu yükseltmelere karşı gerçekçi çalışmaları teşvik etmek bir yana, tam tersini teşvik ediyor.
Bu amaç, salgının başında Çin’den gelen “sokak ortasında aniden düşerek ölen insanlar” görüntülerinin de aslında boş yere olmadığını gösteriyor.
Hakemli dergiden makale sildirmek, aslında Çin’den beklenmeyecek bir şey değildir. Ancak bu konuda daha şeffaf olmasını beklediğimiz ABD ve Avrupa sağlık otoriteleri de Çin’i aratmayacak sansür uygulamaları yürüttü.
Pek çok doktorun ya kamuya bilgi vermesi yasaklandı, ya da bilgi veren doktorlar çeşitli kanallarla itibatsızlaştırıldı. Bu itibarsızlaştırma uygulamalarında başı çeken medya ise, “sürekli yalan” ilkesiyle kafa karışıklığına hizmet etti.
Bu “sürekli yalan” stratejiyle yapılanlardan en ilginç, hatta korkuncu diyebilirim, İspanyol gribiyle ilgili yapılandı. Mevcut salgını İspanyol gribinden daha büyük göstererek “yüzyılın salgını” olarak anmak için resmi veriler değiştirildi.
Wikipedia’da İspanyol gribi için verilen oran, ölüm/toplam nüfus üzerinden hesaplandı, Covid19 için ise ölüm/vaka sayısı. Böylece Covid19’un oranı algısal olarak yükseltildi.
Bunu daha önce izah etmiştim, merak edenler buradan tekrardan bakabilir.
Medya yalanlarından en korkuncu buydu ancak tabii ki bu kadar değildi. Meşhur yalanlardan biri, İtalya ve Almanya kıyasında ortaya atıldı.
Almanya’da doğrulanmış vaka / vefat oranı %4’ken İtalya’da bu oran %13’tü. Aradaki devasa farkı açıklamaya çalışan ana akım medya Almanya’nın daha fazla test yaptığını oranın bu yüzden düşük olduğunu söyledi.
Oysa iki ülkenin arasındaki test sayısı arasındaki fark, ölüm oranlarındaki bu farkı açıklayacak boyuttan çok çok uzak.
Hatta statista.com sitesinde yayınlanan “bir milyon kişide test sayısı” karşılaştırmalarına baktığımızda İtalya’nın test konusunda açık ara önde olduğunu, nüfus taraması olarak Almanya’dan çok daha fazla test yaptığını görüyoruz.
Bu kadar kolay doğrulanabilecek bir konuda bile açık açık yalan söylemekten çekinmediler. Neye güveniyorlar? Kurdukları medya oligarşisinin halkı sindirmiş olmasından başka hiçbir şeye.
Bugün pek çok kişi, bu salgının yüzyılın salgını olduğunu düşünmekte, en zından ona çok yakın olduğunu sanmakta. Oysa resmi verilerle dahi ilerlediğimizde arada devasa bir fark var. Yine medyanın çok kullandığı söylemlerden biri, Covid19’un gripten daha hızlı yayıldığı söylemi. Eğer siz de böyle düşünüyorsanız haklısınız, çünkü tüm medya sürekli böyle yazdı.
Ancak Dünya Sağlık Örgütü, Covid19’la ilgili hazırladığı final raporunda mevsimsel gribin yayılım hızının daha yüksek olduğunu verilerle ortaya koydu. Hiçbir araştırma da buna itiraz etmiyor.
İlginç olan nokta şu: DSÖ resmi sitesinde pek çok konunun doğrusunu yazmasına rağmen, basında çıkan bu yanlış bilgilendirmeleri düzeltecek hiçbir açıklama yapmıyor.
Raporlarına gerçeği yazarak sorumluluktan kurtuluyor, ancak aynı zamanda sessiz kalarak bilgi kirliliğini adeta teşvik ediyor. Hatta bunları düzeltmek yerine çıkıp “daha salgının başındayız” diyor.
Süreç içindeki medya manipülasyonu ile ilgili en çarpıcı örneklerden biri de İngiltere’de yaşandı. Hatırlarsanız medya İngiltere’de “Covid-19'dan ölümlerin 250 bin ila 500 bin arasında olacağını söyledi.
Normalde bu cümleden ne anlarsınız? Her sene olan ölüm sayısına ek, Covid19 kaynaklı bir 250 bin ila 500 bin arası ölüm olacağını öyle değil mi? Öyle değilmiş…
Bu verileri sunan yazarlar BBC’de satır arasında bu ölümlerin çoğunun normal yıllık vefat sayısına ek olarak değil, dahil olarak belirtiklerini söyledi. İngiltere’deki yıllık ölüm yaklaşık 600.000 kişiydi. Yani kelime oyunu yapmışlar…
Aradan biraz süre geçtikten sonra ilk baştaki tahminlerinde yeniden revizyona gittiler. Test pozitif ölümlerin büyük bir kısmının normal mortalitenin bir parçası olduğunu kabul ettikten sonra, şimdi hastalığın zirvesine zaten iki ila üç hafta içinde ulaşılabileceğini belirtiyorlar.
Buradaki sorun, her gün yeni bir tahmin dile getirerek kitleleri yanlış yönlendiren bu medya oligarşisinin kimseye hesap vermiyor oluşu. Peki bu iniş nereye kadar devam edecek? Hastalıkla ilgili gerçek verilere inene kadar.
“Peki tamam, medya böyle, iyi de kardeşim ülkeler bu ağır önlemleri kurulan Bilim Kurulları ile aldı” diyorsanız haklısınız. Aslında medyanın rolü kitleleri yönlendirmekti. Kilitlemelere sebep olan veriler için incelememiz gereken başka bir yer var.
Hem ABD hem de İngiltere’deki bilim otoriteleri, kilitlemeleri tavsiye ederken Imperial College London (ICL) tarafından sunulan bilgisayar modellemelerini kullandı.
ICL, pandemi modellemesi konusunda dünyada neredeyse bir tekel. Ancak tam burada hatırlatmam gerekir ki, yanlış alarm doğuran Domuz Gribi salgınının modellemesini de bu kurum yapmıştı.
ICL’nin en büyük bağışçısı, hatta neredeyse kurumun finansörü Bill ve Melinda Gates Vakfı. Buradan bir komplo teorisi çıkacak değilim, ancak kurumun modellemelerindeki hataları açıkladığımda bu bilgi de bir kenarınızda durmalı.
ICL modellemelerinde Covid19'un grip gibi yayıldığını varsaydı. Bu varsayım, DSÖ’nün yayınladığı resmi kıyaslamadaki verilerle taban tabana ters.
Burdaki ince detayı tekrar vurgulamak istiyorum. Pandeminin modellemesini yapan ICL, Covid19’un gripten daha hızlı yayıldığını söylüyor. DSÖ resmi raporunda gribin daha hızlı yayıldığını belirtmesine rağmen, ICL’nin söylemine bir düzeltme yapmıyor.
Bu durum, medyadaki dezenformasyona da zemin hazırlıyor. Pek çok kişi Covid19’un gripten daha hızlı yayıldığını düşünüyor. Ancak DSÖ, bir yandan bu algıyı desteklerken bir yandan da resmi araştırmalarda kendini aklayacak bir kalkan oluşturmuş durumda. ICL modellemesini 16 Mart trihinde yayınladığında ise skandallar tarihine geçecek bir çalışmaya imza attı. 2.2 milyon ABD’linin öleceğini öngören rapor, DSÖ’nün çarpık verilerini dahi çarpıtmıştı.
Rapor, “1918'de H1N1 influenzaya benzer bir ölümcüllüğü olan COVID-19” cümlesiyle başlamaktaydı.
Bu söylem ile ICL, DSÖ’nün Şubat sonunda yayınladığı final raporunu tamamen görmezden geldi.
Çalışmanın başlarında medyanın İspanyol Gribi verilerini nasıl değiştirdiğini anlatmıştım. Medyanın bu sahtekarlığı korku tüccarlıklarına verilebilir. Ancak ICL’nin bu yaptığının hiçbir açıklaması yok.
İngiltere Halk Sağlığı Kurumu (PHE), ICL’nin bu skandal modellemesine itibar etmeyerek nispeten düşük ölüm oranları nedeniyle Covid19'u Yüksek Sonuç Enfeksiyöz Hastalıklar Listesinden çıkardı.
Ancak İngiltere’nin ve ABD’nin Bilim Kurulları, DSÖ’nün çarpıkta olsa nispeten daha iyi verilerine ve PHE’ye güvenmedi, sadece ICL’nin görülerinin doğru olduğuna karar verdi. Son derece şüpheli verilerle kilitlenmenin İngiliz ve Amerikan sağlık sistemini korumak için gerekli olduğu konusunda ısrar ettiler.
Tüm bu anlattıkları, YouTube’da ve Instagram’da salgınla ilgili tahminleri eleştiren doktorların videolarının kaldırıldığını eklememe heralde gerek yoktur. Hepimiz tanık olduk. Sansüre uğrayan araştırmalara, susturulan bilim adamlarına, medya-DSÖ ve ICL’nin skandallarına rağmen şunu sorabilirsiniz: “İyi de kardeşim sağlık sistemleri felç oluyor gözümüzle görüyoruz”.
Doğru, sağlık sistemleri büyük bir sınav geçiriyor ancak öncelikle şunu belirtmem gerek ki sağlık sistemlerinde medyada yazıldığı ya da beklendiği kadar büyük bir kriz yaşanmadı. Bir örnekle açıklayayım:
8 milyon nüfuslu İsviçre, İtalya’nın hemen yanıbaşındaki ülke. Ticino bölgesi ise İtalya ile neredeyse iç içe. İtalya’daki krizin benzeri doğal olarak burada da öngörüldü ve yoğun bakım ünitelerinin taşması beklendi.
İsviçre’de Sağlık Bakanlığı’nın bulaşıcı hastalıklardan sorumlu yetkilisi Daniel Koch, basına verdiği demeçte Ticino bölgesindeki durumu “dramatik” olarak niteledi.
Ancak İsviçre basınında çıkan bir haberde, Ticino Kanton Hastanelerinin (EOC) tıbbi direktörü Paolo Ferrari, Koch’un bu söylemini anlamadığını, durumun hiç de öyle olmadığını söyledi.
- O zaman Ticino hastanelerindeki durum şu anda dramatik olmaktan uzak mı?
Bay Koch, Ticino’daki durumu tam olarak doğru bir şekilde değerlendirmiyor. Muhtemelen mevcut durum hakkında bilgi eksikliği nedeniyle.
- Peki Daniel Koch neden bu kadar sivri bir şekilde konuşuyor?
Ticino’daki durumu son derece kritik olarak tanımlaryarak Bay Koch’un tüm İsviçre vatandaşları için bir alarm zili çalmak istediğini düşünüyorum.
Ancak elbetteki Daniel Koch’un kriz öngörüsünü manşetlere taşıyan ana akım medya, Paolo Ferrari’nin şaşkınlık içerisindeki bu açıklamalarını görmedi. Zaman, Ferrari’nin şaşkınlığının son derece haklı olduğunu gösterdi. Beklenen kriz İsviçre’de hiçbir zaman gerçekleşmedi. Lucerne’deki kanton hastanesini ziyaret eden bir kişi, “normal zamanlardan daha az aktivite” olduğunu bildirdi.
Tüm katlar Covid19 için kapalı ancak personel “hastaları bekliyor”. Bern, Basel, Zug ve Zürih’teki hastaneler de aynı şekilde. Ticino’da bile, yoğun bakım üniteleri tam kapasiteyle çalışmıyordu.
Aynı zamanda İsviçreli bir gazete, önceki yıllara kıyasla mevcut toplam ölüm grafiğini sundu. Bu sene, geçen seneye oranla az da olsa bir artış olsa da, mevcut ölüm oranının hala son yılların güçlü grip kışlarının altında olduğunu gösterdi.
Şimdi şunu diyebilirsiniz: “Kardeşim İtalya’da hastanelerde yer kalmadı, insanları Almanya’ya hastaneye götürdüler”. Bu soruyu sormakta haklısınız, hepimiz medyada okuduk.
İtalya'da bilanço ağırlaşıyor! Hastalar Almanya'ya taşınıyor
Alman Hava Kuvvetleri, İtalya'nın Bergamo kentinden corona virüsü hastalarını alarak tedavisi yapılmak üzere Almanya'ya…
Ancak şunu da sormak gerekiyor: Bu hastalar gerçekten İtalyan hastanelerinde yer kalmadığı için mi Almanya’ya götürüldü. İşin öyle olmadığını Kuzey İtalya’dan bir politikacının sorusundan öğreniyoruz: “Brescia’dan Covid hastalarının Almanya’ya nakledilmesi nasıl mümkün oluyor? Yakındaki Verona’da yoğun bakım yataklarının üçte ikisi boşken.”
Gerçekten de baktığımızda, aynı tarihte Verona’da hastane yataklarının 3’de ikisinin boş olduğunu görüyoruz. Naklin iki tane sebebi var. Önce birincisi:
Bu nakil organizasyonunu yapan kişi Marian Wendt adında bir Alman milletvekili. Vekil, salgının başından itibaren İtalya’daki Alman konsolosluğunda süreci takip ediyor.
Bir yardımlaşma örneği sunmak için İtalya’ya bu teklifi götürüyor. İtalya da kabul ediyor, Brescia ve Bergamo bölgesinden hastalar Almanya’ya naklediliyor.
Yani naklin sebebi İtalyan hastanelerinde yer kalmaması değil, bir siyasi dayanışma gösterisi. Ancak medya bu olayı, “İtalya’da yoğun bakımlarda hiç yer kalmadı” şeklinde servis ediyor.
Hatırlarsanız ABD medyası da ABD hastanelerinin yoğun bakım ünitelerinin “doluluğunu” gösterirken İtalya’daki görüntüleri kullanırken yakalanmıştı.
Yanı bu görüntüler bir yanıyla, Çin’de olduğu yere düşerek ölen insan görüntülerinin Avrupa versiyonuydu. Nitekim verdikleri mesaj da aynıydı. Bu tabi ki sağlık sisteminde kriz yaşanmadı anlamına gelmiyor. Böyle bir durum elbetteki pek çok kriz doğurdu. Birincisi, yetersiz sağlık personeli. Şimdi İtalya’da hastaların nakledildiği Brescia ve Bergamo’ya geri dönerlim.
Haberin son paragrafında önemli bir bilgi var. Brescia’da sağlık personelinin %6’sı Covid-pozitif. Bu oran Bergamo’da %20.
Bu personelin pek çoğu aslında çok hafif semptomlara sahip, ya da hiç semptom göstermemesine rağmen “yüksek öldürücülük oranı” sebebiyle karantinaya alınıyorlar. Yani çalışamıyorlar. Aslında bu Avrupa’nın genelinde sağlık sistemini felç eden en büyük durumlardan biriydi. Almanya’da pek çok klinik, boş yatağı olmamasından dolayı değil, personel yetersizliğinden dolayı hasta kabulü yapmadı.
Bu durum İtalya ve Almanya’ya has değil. Örneğin Kuzeydoğu Romanya’nın en büyük hastanelerinden Suceava Kent Hastanesi 52 doktorunda Covid19 tespit edilmesi sebebiyle kapatıldı.
Yine hepiniz hatırlayacaktır, İspanya’daki bakım evlerinde personel bulunamaması sebebiyle yaşlı insanlar toplu hâlde ölmüştü.
“Aman canım kaç kişi bakım evinde öldü” diyenleriniz varsa şu istatistiği paylaşmak isterim: Noveç’teki bakım evinde yaşamını yitirenlerin %70’i, İrlanda ve Kanada’dakilerin %60’ı, Fransa’dakilerin ise %50’si Covid19 sebebiyle yaşamını yitirmiş.
Aslında bu ölümlerinin bir çoğunun Covid19 ölümü olduğu da şüpheli. Bazı uzman görüşleri, bu ölümlerin büyük çoğunluğunun yalnızlık ve panikten kaynaklı ölümler olduğunu söylemekte.
Ancak bunlar paradoksal bir şekilde “Covid19 ölümlerine” eklendi ve insanları öldüren kilitleme politikalarına hizmet etti. Tek sorun bu değildi. Covid19 paniği Çin’de ortaya çıktığında acil servislere akın eden insanlar, acil müdahale gerektiren insanların bu hizmete ulaşmasına engel oluşturmuştu.
Los Angles Times: “Wuhan’daki durum panik ve aşırı önlemlerle daha da kötüye gidiyor. Panik kapılmış vatandaşlar en ufak bir şüphede hastaneye koşuyor. Hastaneler muhtemelen virüs kapmamış binlerce insanla boğulmuş durumda.”
Şöyle devam ediyor: “Bu arada, diğer hastalıkları ve acil sağlık ihtiyaçları olan kişilere zamanında müdahale edilemiyor. Hastaneler koronavirüs dışında hiçbir şeye dikkat etmediği için Çin’de kaç kişi kalp krizinden ölüyor olabilir?”
Bununla birlikte yine hastanelerin Covid19’u yüksek önceliğe alması, bazı ülkelerde diğer ameliyatların ve tedavilerin ertelenmesine sebep verdi. Buna bir de, Covid19 korkusuyla hastaneye gitmeyen hastalar eklendi.
İngiliz Onkolojist normalde her nisan ayında 30 bin civarı kanser tanısı koyduklarını, bu sayının bu nisan 5 bine dahi ulaşmayacağını söylemiş. Yani insanlar koronadan korktukları için hastaneye gitmiyorlar. Tedavisine ara verenleri de eklediğimizde 60 bine yakın ölüm ön görmüş.
Burada bir soru sormak istiyorum: Eğer Covid19’un gerçek ölüm oranı belirttiğinden aşağıdaysa, DSÖ oluşturduğu bu bilgi kirliliği sebebiyle krize giren sağlık sisteminin ve ölümlerin hesabını verecek mi?
Cevabı hepimizce malum bir soruydu, tabii ki vermeyecek… Hesap vermeyi bir kenara bırak, şimdiden bu ölümlerin çoğunu Covid19 ölümlerine katarak kararttı.
“Tamam hastaneler dolmamış, oluşan bilgi kirliliği sağlık sistemlerini felç etmiş ama sonuçta pek çok ülke kilitlendi, durduk yere mi kilitlendiler?” diyebilirsiniz.
Bununla ilgili yukarıda bir açıklama yapmıştırım. ICL verilerinin manipülatifliğini belirtmiş, ABD ve İngiltere’nin bilim kurullarının ısrarla bu yanlış verileri dayattıklarını söylemiştim. Avrupa’nın diğer ülkelerine baktığımızda da, kilitlemelerin pek çoğunun ülkenin içine girdiği kötü durumdan dolayı değil, “tahminler” sebebiyle alındığını görmekteyiz.
10 Mart’ta, Arnavutluk tüm nufusu için bir kilitleme başlattığında ülke sadece 10 Covid10 vakası kaydetmişti. Ancak 2.9 milyonluk bir nüfustan 10 kişi,% 0.00034'lük bir insidans anlamına gelir.
Bu oranlar elbette büyük bir krize işaret değildi ancak uluslararası tahminler üzerinden oluşturulan baskı, Arnavutluk hükümetinin kilitlenme kararı almasında etkili oldu. Bugüne kadar Arnavutluk’ta 842 onaylı vaka tespit edildi 31 vefat yaşandı. Ancak buna rağmen kilitleme 16 Mart’ta çok daha katı hâle getirildi.
İronik bir şekilde kilitlemenin sertliği artarken Arnavutluk tıbbi açıdan o kadar rahat ki, 29 Mart’ta İtalya’nın Lobardiya kendine 30 kişilik bir sağlık personeli gönderdi.
Bunlarla birlikte, neredeyse hiçbir önlem almamasına rağmen hastalığın çok hafif seyrettiği ülkeler de mevcut.
632.000 nüfusu olan ve İtalya’dan bir taş atımı uzaklıkta bulunan Karadağ, ilk iki vakasını doğruladığı 17 Mart’a kadar COVID-19’la tanışmadı. O zamana kadar sadece İtalya’da toplam 27.980 doğrulanmış vaka vardı.
Karadağ’da bugüne kadar 324 vaka tespit edildi ve toplam vefat sayısı ise 8. Hükümet 24 Mart’ta 5 bin kişilik küçük bir kasaba olan Tuzi için alınan karar dışında her hangi bir kilitleme de uygulamadı.
İtalya’nın yanıbaşındaki bir ülke sanki bağışıklık kazanmış gibi normal hayatına devam etmekte. Daha da ilginci, Karadağ Google’ın mobilite verilerinden çıkarıldı. Eğer çıkarılmamış olsaydı muhtemelen ülkedeki hayatın hiç yavaşlamadığını da görecektik. Hiçbir önlem almamasına rağmen Covid19 adete ülkeyi fark etmemiş.
İsveç şimdiye kadar Covid19’la başa çıkmak sadece iki önlem aldı: Risk grupları koruyun ve grip belirtileri olan insanlar evde kalsın.
Baş epidemiyolog Anders Tegnell, “Bu iki kurala uyarsanız olan başka önlemlere gerek yoktur” dedi. Sosyal ve ekonomik yaşam normal şekilde devam etti. Tegnell, hastanelere ilgili yapılan büyük telaşın bugüne kadar gerçekleşmediğini söyledi.
Bu ülkelerdeki durumlar, aslında çalışmanın başında verdiği bilimsel araştırmalarla çelişmeyen bir seyir izlemekte. Yani DSÖ ve ICL’ye değil de, bilimsel çalışmalara baktığımızda aslında ortada tuhaf bir durum yok.
Çalışmada buraya kadar, tamamen resmi veriler üzerinden ilerledim. Örneğin İtalya’daki ve Almanya’daki ölüm sayılarını, ülkelerin belirttiği sayılar neyse o şekilde aldım. Ancak şunu da eklemem gerek: Covid19 virüsü taşıyan herkes Covid19 sebebiyle ölmüyor. Alman Ulusal Sağlık Enstitüsü (RKI) müdürü, gerçek ölüm nedenine bakılmaksızın tüm test pozitif ölümleri “koronavirüs ölümleri” olarak saydıklarını söyledi.
Avusturya Corona Görev Gücü üyesi Rudi Anschober da ölüm sebebi ne olursa olsun Covid19 taşıyorsa bunu Covid19 ölümü olark saydıklarını söyledi. Hatta Anschober bir demecinde aynen şu cümleyi kurdu:
“Açıkça söylemek gerekirse, kırık bir femur boynundan ölen ve ölümünden bir saat önce korona ile enfekte olan 90 yaşındaki biri, koronavirüs ölümü olarak sayılır”
Bu duruma karşı çıkan yerler de oldu. Örneğin Almanya’nın Hamburg eyaletinin sağlık otoriteleri, korona içeren tüm ölümleri değil yalnızca gerçekten koronadan ölenleri saymak için merkezi hükümete itiraz etti.
Hamburg korona sebepli can kayıplarını yalnızca gerçekten koronadan ölenler üzerinden yapmaya kalktığında ölü sayısı resmi rakamlara göre %50 azaldı.
Ancak Hamburg’un bu tutumu hoş karşılanmadı. Google Almanya’nın tüm ehaletlerinin hasta/vefat sayılarını yayınlarken Hamburg’un verilerini yayınlamayı durdurdu. Örneğin aşağıda Bremen eyaleti:
Dünyadaki her şehrin ve eyaletin verileri Google’da var, ancak Hamburg yazdığımızda Hamburg’un değil Almanya’nın genel verileri çıkıyor:
Tüm bu çalışma, mevcut süreçte bir kesim tıbbi otoritenin ve medyanın, hastalık sayılarını manipüle ederek insanları ve ülkeleri yanlış yönlendirdiğini ortaya koyuyor.
Diyenler olcaktır, hatta daha önce bizzat bana denen bir ifade var: “Bütün bilim yanılıyor sen mi biliyorsun?”
Oysa bu ifadeyi kullananların anlamadığı şey “Bütün bilim tek bir şey söylüyor, ben de onlara karşı başka bir şey söylüyorum” diye bir durum yok. Bilimin içinde A diyen de var B diyen de var.
Ancak bu kişiler sadece A diyenlerin öne çıkarıldığı medyayı takip ettiği için, B diyenlere uygulanan sansürü fark etmediği için, tek sesli bir bilim var sanıyorlar.
Oysa dikkatli baksa, asıl bilim karşıtlığının bu tek seslilik olduğunu fark edecektir. Benim yaptığım da B diyen bilim adamlarının tezlerinin de hiç de kenara atacak tezler olmadığını sunmak oldu.
Antimikrobiyal Ajanlar Dergisi’nde yayınlanan SARS-CoV-2 başlıklı yeni bir Fransız çalışmasının adı “Verilere karşı korku”. Çalışma “SARS CoV-2 sorununun fazla tahmin edildiği” sonucuna varıyor.
Alman Helmholtz Enfeksiyon Araştırmaları Merkezi Epidemiyoloji Bölümü başkanı Profesör Gérard Krause, Alman kamu televizyonu ZDF’de anti-korona önlemlerinin “virüsün kendisinden daha fazla ölüme yol açabileceğini” söylüyor.
Dünya Doktorlar Federasyonu Başkanı Frank Ulrich Montgomery, İtalya’daki gibi kilitleme önlemlerinin “mantıksız” olduğunu ve geri döndürülmesi gerektiğini savunuyor.
Zürih Üniversitesi eski Tıbbi Viroloji Başkanı Alman Profesör Karin Moelling, bir röportajda Covid19'un “anlatıldığı kadar öldürücü virüs olmadığını” ve “paniğin sona ermesi gerektiğini” söyledi.
Dünyanın önde gelen virologlarından ve grip uzmanlarından biri olan Londra Kraliçe Mary Üniversitesi’nden Profesör John Oxford, Covid19 ile ilgili şu sonuca varıyor:
“Şahsen, en iyi tavsiyenin sansasyonel ve çok iyi olmayan TV haberlerini izlemek için daha az zaman harcamak olduğunu söyleyebilirim. Covid19 salgınını kötü bir grip salgınına benzer olarak görüyorum.”
Viyana Tıp Üniversitesi Genel ve Aile Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı ve Kanıta Dayalı Tıp Ağı Başkanı Dr. Andreas Sönnichsen, şimdiye kadar alınan önlemlerin “çılgınca” olduğunu düşünüyor.
Tüm bunlar ortadayken bunların tartışma konusu dahi yapılmasını önleyen, hatta bunları tartışanları “katil olmakla” suçlayan bir baskı doğmuş durumda.
Akıl sağlığını kaybetmiş bu baskı DSÖ’nün acil müdahalesini gerektirecek bir boyuta ulaşmışken örgüt, bizimle dalga geçercesine tıp dünyasını “karantina sonrası ortaya çıkacak akıl sağlığı salgınına hazırlamaya” başladı…
Düşünebiliyor musunuz? Akıl sağlığımızı bilinçli bir programla bozan insanlar, bozdukları akıl sağlığımızın “kurtarıcısı” olmaya adaylar… Olun bakalım. Nasıl olsa dünya sizin dünyanız…