« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

13 Tem

2020

Akdeniz’de Libya Düğümü

Mitat Çelikpala 01 Ocak 1970

Libya odaklı olarak Doğu Akdeniz’deki gelişmelere bakıldığına önceliklerin enerji kaynakları, göç ile terör ve radikalizmle mücadele olarak belirginleştiği görülüyor. Bu konuda sürecin, bölgenin genelinde bir tür Türkiye-Fransa rekabetine dönüşmesi ise beklenmeyen gelişme olarak görülebilir.

Bugünlerde NATO üyesi Türkiye ve Fransa arasında Libya’da farklı taraflarda pozisyon almaktan kaynaklanan yoğun bir söz dalaşı var. Bu gerilimde, Fransız tarafı Türkiye’yi Libya’ya savaşçı göndermekle ve kendisine bağlı firkateynlerin Libya açıklarındaki gemileri denetlemelerine izin vermemekle suçluyor.



Sonuçta Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a göre Türkiye ‘tehlikeli bir oyun’ oynuyor. Türk tarafı ise bu iddiaları reddederek, Fransa’nın müttefiklere doğru bilgi vermediğini, Libya’ya yönelik karanlık ve izah edilemez bir politika izlediğini belirtiyor.



Beklenti, Fransa’nın Türkiye’den özür dilemesi. Cumhurbaşkanı Erdoğan Macron’un sözlerine, Türkiye Libya’da meşru hükümetin yanındayken, “Fransa BM ve NATO kararları hilafına darbeci ve gayrı meşru bir şahsın yanındadır.” yanıtını verdi. Oysa ikili arasındaki gerginliğin kökleri daha eskilere gidiyor. Libya’da yaşanan gelişmeler, Suriye meselesiyle birlikte Doğu Akdeniz’de Kıbrıs ve enerji kaynaklarına bağlı olarak neredeyse 10 yıldır devam eden rekabetin sadece yeni bir boyutuna işaret ediyor. Nitekim Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in, Libya’nın askeri olarak hareketlendiği günlerde, 3 Temmuz’da gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretinin de gündeminde NATO’daki Türkiye-Fransa gerilimi, Doğu Akdeniz ve Ege gibi konular yer tuttu.



Son gelişmeler başta Fransa olmak üzere Avrupalı devletlerin Libya’dan Suriye’ye, Doğu Akdeniz’deki konumları ile Türkiye ve Rusya’nın son dönemde artan görünürlüklerine yönelik tepkilerini ele almak konuyu etraflıca anlamada yardımcı olacaktır.



Gerginliğin Yükselişi



Türkiye’nin Libya’da 2019 başından itibaren artan varlığı ve etkinliği, 27 Kasım 2019’da İstanbul’da imzalanan iki muhtıra (Güvenlik ve Askeri İşbirliği Mutabakat Muhtırası ve Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası) ile Doğu Akdeniz’e ilişkin olarak görülen güvenlik konularını ve rekabeti hızla Doğu Akdeniz’in batısına doğru kaydırdı.



Bu rekabette son dönemde daha çok Türkiye, Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır, Katar ve nispeten Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın adı geçerken Fransa da Haziran başından itibaren Libya rekabetinde yeniden aktif bir unsur olarak yer edindi. Türk ve Fransız savaş gemileri arasında 10 Haziran’da Libya açıklarında yaşanan gerginlik ise NATO’nun dâhil olduğu ciddi bir tartışmaya yol açtı.



NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in talimatıyla yapılan teknik inceleme sonucunda olayın nasıl geliştiğini irdeleyen 130 sayfalık raporda, Türk savaş gemilerinin Fransız savaş gemisini üzerine radarını kilitleyerek tacizde bulunduğuna dair Fransız iddialarını destekleyen bir ifadenin yer almaması Paris’i kızdırdı. Fransa, NATO’ya bir mektup göndererek Akdeniz’de devam eden Sea Guardian misyonundan geçici olarak çekildiğini kaydetti.



Türk tarafı ise karşılık olarak askeri operasyonel faaliyetlerine bir takım siyasi adımları ekledi. 17 Haziran’da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, MİT Başkanı Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’dan oluşan üst düzey bir heyet Libya’yı ziyaret etti. Kapsamlı görüşmeler gerçekleştirdi. Sonrasında Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Adnan Özbal’ın 30 Haziran’daki ziyaretini takiben Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, yanında Genelkurmay Başkanı ile birlikte 4 Temmuz’da Libya’yı ziyaret ederek “uluslararası hukuk, adalet neyi gerektiriyorsa bu manada buradayız ve sonuna kadar da burada olmaya devam edeceğiz. Libyalı kardeşlerimizle beraberiz.” mesajını verdiler.



Sonuçta Türkiye’nin attığı adımlar ve Rusya’nın vites yükselten girişimleriyle Doğu Akdeniz ‘meselesinin’ artık genel bir Akdeniz meselesine dönüştüğünü, gelişmelerin seyrine göre Akdeniz’in büyük güçleri de içine çeken yeniden ‘yeni’ bir rekabet alanı olduğunu iddia etmek hiç de yanlış olmayacaktır. Bu alanda Türkiye’nin, diğer taraflarca uzlaşmaz ve zorlayıcı bir unsur olarak görülmekle birlikte, etkin ve belirleyici bir aktöre dönüştüğü de göz ardı edilemez.



Libya Avrupa için Ne Anlama Geliyor



Libya, Avrupa için daima petrol, gaz, göçmen ile radikalizm ve terörizmin kaynağı anlamına geldi. Daha, Arap Baharlarının başında, Muammer Kaddafi’nin 20 Ekim 2011’deki ölümüyle şekillenen ilk iç savaş döneminde Avrupalı aktörler ve kurumsal olarak AB, NATO şemsiyesi altında yürütülen askeri operasyonlara açıkça destek verdiler.



Kaddafi sonrası dönemde ise ABD destekli Avrupalı aktörlerin ve AB’nin kurumsal olarak resmi politikası anlaşmazlıkların müzakereler yoluyla çözülerek Libya’da tarafların tamamının kabullendiği kalıcı bir siyasi çözümün bulunması oldu. Bu yaklaşımın Libya’nın normalleşmesinin, enerji kaynaklarının yeniden Avrupa pazarına uygun fiyatlarla akışının ve Avrupa’ya yönelik göç ile radikal unsurların kaynağında önlenmesinin anahtarı olduğuna inanıldı.



Bu yaklaşım, AB’nin 1990’lı yılların başında izlemeye başladığı ve 2000’lerin başında zaman zaman olumlu sonuçlar elde ettiği geleneksel yumuşak güç politikasının bir uzantısıydı. Aslında değişen koşullar nedeniyle beklenilen sonucu üretemeyecek bir yanılsama olduğu, 2015’ten sonraki gelişmelerin izleri takip edildiğinde rahatlıkla görülebilir. Bir kere AB ne eski çekim gücüne sahip bir aktör, ne de yakın komşularının beklentileri karşılayacak içerikte mali ve sosyal bir takım somut öneriler söz konusu. ABD’nin askeri varlığı ve kararlılığının olmadığı bir ortamda çatışmaların BM gözetiminde ve kontrolünde herhangi bir risk almadan ve müzakereler yoluyla sonlandırılması da mümkün değil.



Libya’da Aralık 2015’te imzalanan Siyasi Anlaşma, AB’nin desteklediği Libya’da müzakere yoluyla çözüm politikasının belki de tek örneği oldu. Dönemin AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, anlaşmanın Libya halkını bölen, yoksullaştıran ve onlara büyük acılar getiren ve sadece Libya’ya değil; aynı zamanda AB de dâhil olmak üzere, Libya’nın komşuları üzerinde büyüyen bir tehdit niteliği taşıyan korkunç bir kriz karşısında barışçıl çözümün yolunu inşa ettiğini savunmaktaydı.



Bu anlaşmayla Fayez Al Sarraj yönetiminde başkent Trablus merkezli bir Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) kurulurken, bir de parlamento oluşturuldu. İç savaşta etkin bir rol yüklenen General Halife Hafter de Libya Ulusal Ordusu’nun komutanı oldu. Sarraj ülkenin batısını kontrol altına alırken, Hafter ise doğusuna hâkim oldu. Uluslararası toplumun 2016’da BM ile yapılan müzakerelerde, ülkeyi temsil etme hakkını Sarraj’a tanıması ise iki potansiyel lider adayı arasındaki rekabeti yeniden silahlı bir mücadeleye dönüştürdü.



Hafter’in 3 Nisan 2019’da başkente yönelik geniş kapsamlı bir saldırı başlatmasıyla bu silahlı mücadele, ilk olarak yeniden bir iç savaşa, sonrasında da uluslararası aktörlerin de müdahil olduğu kapsamlı bir uluslararası mücadeleye evrildi.



Gelişmelerin genel seyrine bakıldığında AB’nin en somut adımı/yaklaşımı 2011’den itibaren BM kararıyla Libya’ya yönelik olarak uygulanan silah ve mühimmat transferini yasaklayan karar ve ambargoya taraf olmasıdır. Nitekim Hafter’in başkent Trablus’u hedefleyen saldırısı başladığında AB Konseyi 13 Mayıs’ta taraflara Libya’da askeri bir çözümüm mümkün olmadığını hatırlatan ve tüm tarafların yeniden BM destekli siyasi diyaloga uymaları gerektiğini hatırlatan çağrısını yayınlamakla yetindiğini hatırlamalıyız.



Oysa gelişmeler bu aşamada Libya’daki durumu yumuşak güç ve müzakereler yoluyla bir çözüm elde edilmesi ihtimalinden çok öteye taşımıştı. İşler siyasi müzakere alanından çıkmış, çözüm askeri güç kullanımıyla ilişkili hale gelmişti.



Hafter, BM silah ambargosunu delerek Suudi Arabistan, BAE, Mısır, Rusya hatta zaman zaman ABD’den aldığı destekle güçlendirdiği ordusuna dayanarak müzakere masasını terk etmiş, BM tarafından resmi kabul gören ve fakat siyasi olarak yalnızlaştırılan Sarraj hükümetine de Türkiye ve Katar’ın desteği yetişmişti. Hafter’in, 2019 baharında Trablus’a yönelik saldırı başlatması uluslararası alanda kimse için sürpriz olmadı. Mesele bu aşamada hangi tarafın çözüm için ne kadar askeri kaynak ayırdığı, konuya stratejik ya da taktik düzeyde ne kadar önem verdiğine bağlanmıştı bile.



Artık silahların konuştuğu ve askeri koşulların siyasi müzakerelerde belirleyici olduğu, sahadaki gelişmelerin yönlendirmeleri karşısında AB’nin takındığı tavır ve geliştirdiği yaklaşım etkisiz ve pasif bir politikanın izlenmesi olarak görüldü. Birlik üyesi ülkelerin genel bir AB güvenlik ve dış politikası geliştirememeleri ya da geliştirmek istememeleri de konuyu önemseyen belli başlı Avrupalı unsurları öne çıkardı. Bu unsurlar arasında elbette ilk göze batanlar Libya’da kolonyel güç olarak farklı seviyede ilişkiler kurmuş olan Fransa ve İtalya’dır.



İkilinin öncelikleri de daha önce belirtildiği üzere, göç ve radikalizmin önlenmesi ile enerji kaynaklarının yeniden Avrupa pazarına akmasıyla neticelenecek geleneksel nüfuz tesisinin yeniden sağlanmasıydı. Bu durum, Avrupa’nın genelinin kabul edebileceği Akdeniz çıkar ve politikalarının sınırları içerisinde kalmaktaydı.



İkilinin ağır yönlendirmesiyle özellikle 2011’de alınan silah ambargosunun Libya’da sıklıkla ihlal edilmesine yeni çözüm üretmek amacıyla Berlin’de Şubat 2020’de düzenlenen konferansta, katılımcı ülkeler silah ambargosunun daha sıkı denetlemesinin sağlanması konusunda taahhütte bulundular. Mart ayı sonunda da AB ortak bir askeri misyonla Libya’ya yönelik ambargoyu denetleme kararı aldı. İtalya, Fransa ve Almanya’nın özel ilgisi altındaki bu harekâta İrini adı verildi ve Mayıs ayı başında askeri misyon göreve başladı.



2015’ten itibaren yürürlükte olan ve esas amacı AB ülkelerine yasadışı göç ile mücadele olan Sophia Operasyonu yerini alan İrini’nin AB’nin Ortak Güvenlik ve Savunma politikası çerçevesinde BM’nin Libya’ya yönelik silah ambargosunu destekleyecek ve denetleyecek askeri bir operasyon olması istenmişti. Ayrıca petrol ve insan kaçakçılığı ile mücadelede Libya donanmasına ve sahil güvenliğine destek verilecekti. Fakat bu yeni operasyon hem teknik hem de hukuki açıdan yetersizdi. Teknik açıdan AB kaynaklarıyla deniz ve hava rotalarının kontrolü ve denetlenmesi mümkün değildi. Avrupalı aktörlerin kaynakları ya da altyapısı ABD veya NATO olmadan yetersiz kalmaktaydı. Buna bağlı olarak yasal açıdan ambargoya uymayanlara ne gibi yaptırımlar söz konusu olacağı, bunları kimin, nasıl uygulayacağı da tartışma konusuydu.



Bunun en güzel örneği Türk ve Fransız gemilerinin karşı karşıya gelmesidir. Ayrıca zamanlama olarak da kararın Libya’nın gerçekleri açısından çok da anlamlı olmadığı görülmekte. Zira Libya’da taraflar hâlihazırda elde ettikleri dış destekle zaten içeride hızlarını almış durumdaydılar ve bu aşamada ve seviyede bir kararla ya da operasyonla durmaları/durdurulmaları artık mümkün değildi. Fransa ve bir dereceye kadar İtalya’nın daha bir görünür olmaya başlamaları da, her ne kadar artık çok geç olsa da, bu döneme denk gelmektedir.



Fransa ve Libya’da Çözüm Politikaları



Fransa, Libya’da çatışmaların başladığı erken dönemde dönemin cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy yönetiminde Kaddafi karşıtı bir pozisyonda ve isyancıların yanında, Libya’ya askeri müdahaleyi savunan bir pozisyon almıştı. Ülkenin Sarraj ve Hafter arasında bölündüğü ve iktidara Sarkozy yerine Macron’ün geldiği dönemde ise Fransa’nın, en azından kâğıt üzerinde, daha tarafsız bir pozisyon takındığı ve BM çizgisinde müzakereleri ve politik çözümü savunmaya devam ettiği iddia edilebilir.



Bu çerçevede Macron’un iktidara geldikten sonra dış politikada attığı ilk adımlardan birinin Libya’da çözüm adına Sarraj ve Hafter’in katılımıyla 20 Temmuz 2017’de Paris’te düzenlediği toplantı akla geliyor. Bu girişimin, Fransa’nın Hafter’e el altından silah sağladığı haberlerinin gölgesinde, başarısızlıkla sonuçlandığı belirtilmeli. Bunun nedeni Macron’un girişimi ya da BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi statüsündeki Fransa’nın yaklaşımının BM’nin resmi kabullerine rağmen radikal unsurlarca desteklendiğine inandığı Sarraj’a karşı seküler olduğu düşünülen Hafter’e siyasal bir meşruiyet sağlama girişimine dönüşmesidir.



Aynı dönemde Hafter’in Moskova ile işbirliği içinde hareket etiği, somut askeri destek sağladığı akla getirildiğinde Fransa’nın politikalarının tutarsızlaştığı ve resmin genelini görmekten uzaklaşarak hâlihazırda kurulmuş olan bir kampa doğru iteklendiği görülmekte. Bu kampın, Fransa’nın AB içindeki ortaklarının başta Rusya olmak üzere Suudi Arabistan ve BAE gibi AB’nin Ukrayna ve Kırım’daki gelişmeler ile Arap Baharlarında ötekileştirdiği, rakip ya da tehdit olarak gördüğü unsurları içermesi nedeniyle Fransa’yı AB içerisinde yalnızlaştırdığı da iddia edilebilir. Buna bir de pandemi koşullarının Avrupalı aktörleri, kendi iç meselelerine yönlendirmesinin etkisi eklendiğinde trenin çoktan kaçmış olduğunun anlaşıldığı söylenmelidir.



Macron’un Libya İlgisi ve Türkiye Karşıtlığı



Bu aşamadan itibaren AB’nin genel ilgisizliği ve ABD’nin politikalarının belirsizliğinin Fransa’yı Akdeniz’de en görünür Avrupalı aktöre dönüştürdüğü görülüyor. Fakat bu yaklaşımın Macron’u AB politikalarını şekillendiren etkili bir Avrupalı lidere dönüştürmediği de aşikâr.



Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian’ın “Libya Suriyeleşiyor mu?” sorusuna verdiği “dış güçlerin müdahalesi bağlamında evet ve benzer aktörler benzer taraflarda alanı genişletiyorlar.” değerlendirmesi Fransız politikalarının, dolayısıyla da Avrupalı yaklaşımının etkisizliğini ve çaresizliğini de gösteriyor. ABD’nin kaynak ve zaman ayırma konusundaki ilgisizliği ile bir arada düşünüldüğünde AB’nin ve Avrupalı aktörlerin kendi özel koşulları ve öncelikleri bağlamında aynı Suriye’de olduğu gibi marjinalleştiği görülüyor.



Bu durum, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’in tamamında Mavi Vatanı tanımlama, tanıtma ve savunma politikaları bağlamında karşımıza çıkan Libya ile Suriye arasında kalan alanı birleştiren ve politikalarını buna göre belirleyen yaklaşımına benzer fakat yeterli kaynak ayrılamadığı durumda tepkisel kalan bir Fransız yaklaşımını doğurdu. Fransa bir anda Libya özelinden hareketle, Suriye meselesi de dâhil olmak üzere Akdeniz politikalarında rakip olarak Türkiye’yi görmeye başladı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Türkiye’yi Libya’da “tehlikeli bir oyun” oynamakla suçlamasının ardından, Ankara ve Paris arasındaki tansiyon hızla yükseldi.



Şimdi Fransız tarafının Doğu Akdeniz’de Kıbrıs ve enerji politikaları bağlamında izlediği yaklaşımı Libya’yı da içeren bir biçimde gözden geçirmeye çalıştığı izlenimini doğuran gelişmeleri gözlemlemekteyiz. Amaç bu iki alanı birleştirmek ve konuyu bir tür AB meselesine çevirmek şeklinde belirginleşiyor. Bu yaklaşımın Macron’u ister istemez Rusya, Suudi Arabistan, Mısır ve BAE eksenine itmesi ise Avrupalı müttefikleri ile ilişkilerini tartışmaya açmakta.



Fransa’nın sergilediği pozisyon BMGK daimi üyesi olarak aldığı kararın aksine davranarak Libya’da BM’nin desteklediği ismin karşısındaki yer alan darbeci bir askeri destekler bir pozisyon. Sonuç ise mücadelenin kaybedilmiş olması. Yeniden kazanma ihtimali ise Avrupalı müttefiklerle değil yukarıda ismi sayılan yeni aktörlerle işbirliğini gerektiriyor. Bunun sonucunda Macron’un diplomatik yaklaşımı olayların gelişimi sonrasında tepkiler vermek şeklinde belirginleşiyor ve sonuçta vizyonsuz tepkisel bir diplomasi uygulanıyor. Gelişmeler karşında belirginleşen duruma göre tavır almaya başlayınca da hata ihtimali de hataların boyutları da artıyor.



Sonuçta karşımıza çıkan yeni Fransız yaklaşımı Mısır’ı ve ordusunu Türkiye’nin karşısına bölgesel bir askeri güç olarak çıkartarak dengeleyici unsur durumuna getirmek. AB’yi mümkün olduğunca denkleme Türkiye’yi baskılayacak bir aktör olarak sokmak ki, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in Türkiye ziyareti ve konunun Libya ve Doğu Akdeniz’e odaklanması buna işaret ediyor.



Ayrıca Türkiye’yi rahatsız ederek masaya zorlamak adına Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de yaşanan enerji rekabetinde Türkiye karşıtı ittifaka destek vermek. Bu öngörüsüz ve telaşlı yaklaşım, Yunanistan’ın Türkiye’nin Sarraj yönetimiyle 2019 sonunda imzaladığı anlaşmalar sonrasında apar topar Hafter yönetimiyle çaresiz bir biçimde anlaşmaya kalkışmasına benziyor. Bu yaklaşım Yunanistan açısından hiçbir olumlu sonuç doğurmadı.



Fransız enerji devi Total’in 2018’de İtalyan ENI ile birlikte Güney Kıbrıs’ın tek taraflı olarak lisans verdiği bloklarda arama ve üretim için girişimde bulunması da rekabetin bir aşaması olarak kabul edilebilir. Buna Mısır’ın kaynaklarının da birleştirilerek Doğu Akdeniz’de üretilecek gazın sıvılaştırılarak Avrupa pazarına taşınması girişimi eklendiğinde mesele daha da boyutlanıyor. Zira bu yaklaşım Türkiye’nin bir doğal gaz enerji ağı olma politikasının karşısına Fransız ve İtalyan enerji devlerinin yönlendirmesinde Mısır’ın bir alternatif olarak öne çıkartılması anlamına geliyor.



Fransa bu yaklaşımını Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı çok boyutlu bir işbirliği mekanizmasının nüvesi olarak şekillenen Kahire Gaz Forumuna üye olma girişimi ile boyutlandırıyor. Hele ki aynı dönemde Total ile ENI’nin Libya’da önemli yatakların işletilmesi ile ilgili anlaşmalar yapmış olmaları konuyu farklı bir mecraya taşıyor. Bu, Ankara’da Orta Doğu’dan Afrika’nın kuzeyine uzanan geniş alanda bir tür geleneksel Fransız-Türk jeopolitik rekabetinin yeniden canlanması olarak okunuyor. Ankara için Fransa, içinde bulunduğu sınırlılıkların farkında olarak her iki meseleyi birleştirerek adeta bir AB meselesine dönüştürmeye çalışmakta. Diğer yandan Fransız gemilerinin GKRY ile Kıbrıs açıklarında Türkiye’ye karşı ortak deniz tatbikatları düzenlemeleri, Mayıs 2019’da da GKRY ile Mari deniz üssünün kullanımına ilişkin anlaşma imzalaması gibi gelişmeler de bu rekabetin Akdeniz’e nasıl yayıldığının işareti olarak okunabilir.



Türkiye karşıtı AB yaptırımları da bu dönemde Fransa, Yunanistan ve GKRY faaliyeti olarak karşımıza çıkmakta. Akıllara Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Macron’un Türkiye Doğu Akdeniz’de çalışmalarını durdurmalı sözlerine cevaben 2019 yazında yaptığı şu değerlendirme geliyor:



“Fransa’nın Doğu Akdeniz’de söz söyleme hakkı nereden çıktı? Doğu Akdeniz’e kıyıdaş mı? O kendine göre gelin güvey oluyor. Böyle bir şey yok. Sayın Macron bu işlerde çok acemi. Hala alışamadı, herhâlde alışana kadar da çok vakit geçecek.” Fransa’nın buna cevabı ise Aralık’ta Libya ile yapılan anlaşmaları da göz önüne alarak Ocak 2020’de Doğu Akdeniz Gaz Forumu’na resmi üyelik başvurusu yapmak oldu.



Sonuç



Sonuç olarak son dönemde küresel olarak özellikle Batılı ülkelerde genel meselelerin çözümünde ön ayak olabilecek vizyoner ve sonuç alma kabiliyetine sahip liderlik eksikliği AB içerisinde kendisini daha sert bir biçimde gösteriyor. AB’nin üye ülkelerin artan sayısı ile paralel biçimde artan konu, sorun ve çıkar farklılığı birçok güvenlik ve dış politika konusunda etkili ve sonuç alıcı karar ve politikaların geliştirilememesine neden oluyor. Libya ve genel olarak Doğu Akdeniz meselesi de bunun en güzel örneklerinden birini teşkil etmekte.



Bu koşullarda, hedefini doğru ve net biçimde tanımlayan, bunun gerçekleşmesi için kaynak ayıran ve hızlı davranan en azından kısa ve orta vadede kazanıyor. Bu kazançların kalıcılığı ise yapılacak anlaşma ve kurulan ittifaklarda gizli. Libya odaklı olarak Doğu Akdeniz’deki gelişmelere bakıldığına önceliklerin enerji kaynakları, göç ile terör ve radikalizmle mücadele olarak belirginleştiği görülüyor. Bu konuda sürecin, bölgenin genelinde bir tür Türkiye-Fransa rekabetine dönüşmesi ise beklenmeyen gelişme olarak görülebilir.



Macron’un işbirliği yaptığı aktörlerin, Fransa’nın da makbul bulmadığı aktörler olması bu rekabette Fransa’yı zorlayacak bir durum gibi görünüyor. Türkiye’nin de askeri kazanımlarla elde edilen dengeyi koruyarak geliştirmesinin diplomatik yollardan geçtiği gerçeği akıllarda tutulmalı.



İkili arasındaki gerginliği ortadan kaldırıp geniş kapsamlı ve adil bir çözüme ulaşılmasının yolunun ise ironik biçimde Türkiye ile AB arasındaki müzakerelerin bu sefer daha dengeli ve gerçekçi bir biçimde yeniden canlandırılmasından geçtiğine işaret ediyor. Burada öncelikli sorumluluk ise AB’nin olacaktır.

Ziyaret -> Toplam : 125,23 M - Bugn : 117149

ulkucudunya@ulkucudunya.com