Almanya’yı da dünyayı da değiştiren kadın: Angela Merkel
Yaşar aydın 01 Ocak 1970
Sadece Almanya’nın değil, dünyanın da geleceğini etkileyen kararların altında imzası bulunan Angela Merkel, Federal Almanya Cumhuriyeti’nin de ilk kadın başbakanı. Prusya Kraliçesi Sophie Charlottenburg ve Habsburg İmparatoriçesi Maria Theresia’dan sonra da Almanya’nın üçüncü kadın hükümranı. Ancak Merkel’i ziyaret edenlerin söylediklerine göre, makam odasının duvarında bu iki kadının değil, Alman kökenli Rus Çariçesi Katarina’nın büyükçe bir portresi asılı.
Merkel, 2021’de 22 Kasım 2005 tarihinden beri oturduğu Başbakanlık koltuğunu boşaltacak. Böylece eski Şansölye Helmut Kohl ile birlikte Federal Almanya Cumhuriyeti’nde en uzun süre görevde kalan başbakan olarak tarihe geçecek.
Hem büyüdüğü Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya göç etmesinden hem de dedesi Polonya kökenli bir Leh olduğu için göçmen olarak tanımlanan, Doğu Almanya’da büyümüş ve eğitim almış, siyasete bir hayli geç girmiş ama hızla yükselmiş, erkek egemen siyasette en güçlü konuma gelmeyi başaran Merkel, ülkenin en kitlesel partisinin genel başkanlığını yapmasını ve başbakanlıkta 16 yılını doldurmasını neye borçlu?
Merkel kimdir?
17 Temmuz 1954’te Kuzey Almanya kenti Hamburg’da Protestan bir papazın kızı olarak dünyaya gelen Merkel’in tam adı Angela Dorothea Kasner. İki Almanya’nın birleşmesine kadar Doğu Almanya’da yaşadı. Berlin’e yakın Tremplin kasabasında okul eğitimini tamamladı ve 1973 yılında Leipzig Üniversitesi’nde fizik okumaya başladı. Okul tercihini ileride esprili bir biçimde, Doğu Almanya yönetiminin fizik yasalarına müdahale edemeyeceği, dolayısıyla da işini yaparken siyasi yönlendirme ya da baskıya maruz kalmayacağı ümidiyle yaptığını açıklayacaktı yıllar sonra esprili bir biçimde.
Sonuçta Protestan bir papazın kızı, inançlı bir birey ve kilise üyesi olmak, ateizmin başat ‘inanç sistemi’ olduğu ve devlet aygıtlarınca desteklendiği sosyalist Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde avantajlı bir durum değildi. Angela Dorothea’nın bu tecrübesinin, onun göçmenlere ve azınlıklara bakışını şekillendirdiğini söylemek abartılı olmayacaktır. Aileden aldığı eğitimin temelinde ise Hıristiyanlık dinî değerleri ve ailesinin dünyaya açık tutumu yatıyordu.
Merkel, üniversite yıllarında apolitik olduğunu söylese de o dönemdeki siyasi konularda malumatı olduğu, örneğin dönemin Batı Almanya hükümetlerinin üyelerini tek tek sayabildiği biliniyor.
Leipzig Üniversitesi’nde fizik eğitiminin devamında kuantum kimyası üzerine doktora tezi hazırlayan Merkel (1986), öncesinde ve sonrasında Alman Bilimler Akademisi’nin Fiziksel-Kimya Enstitüsü’nde araştırmacı olarak çalıştı, sayısız bilimsel makale yayınladı. 1976 yılında, fizikçi Ulrich Merkel ile altı yıl sürecek bir evlilik yaptı. 1988’de de bir önceki evliliğinden iki çocuğu olan kimya profesörü Joachim Sauer ile evlendi. Merkel-Sauer çiftininse çocukları yok.
Başbakanlık döneminde de sade bir hayat tarzına sahip olan Merkel doğada gezmeyi, yürüyüşler yapmayı seviyor. Boş zamanlarında ise klasik müzik konserlerine ve operaya gitmeyi tercih ediyor.
Şansölyeliğe giden yol
Merkel siyasi yaşamına, 19 yıl liderlik ettikten sonra geçen yıl genel başkanlığını bıraktığı Hristiyan Demokratik Birlik (CDU) partisinde değil, Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nde (SPD) başlamayı düşünmüştü. Ancak SPD’ye partinin en alt birim olan Ortsverband’dan girme ve çalışmaya buradan başlama zorunluluğu vardı. Merkel daha o yıllarda siyasetteki pragmatik yaklaşımının bir örneğini sergileyerek yönünü değiştirdi ve siyasetin merkez sağ kanadında yer alan Demokratik Diriliş hareketine katıldı. Siyasi geleceği bakımından yanlış bir adım değildi, zira kısa sürede hareketin sözcülüğünü üstlendi.
Bazı muarızlarının Merkel’in ‘gizli bir solcu’ olduğu yönündeki itham ve imaları yalnızca siyasete SPD’de başlamak istemesinden kaynaklanmıyor. Merkel’in başbakanlığı döneminde aldığı kararların ve yürüttüğü politikaların birçoğu klasik CDU pozisyonlarından ziyade SPD’nin pozisyonlarına daha yakın oldu.
Merkel’in siyasete başladığı Demokratik Diriliş hareketi seçimlerde başarılı olamadı ama Merkel’in siyasi kariyeri Demokratik Diriliş ile CDU’nun birleşmesinden sonra hızla değişti.
O dönemde CDU’nun başkanı ve Şansölye Helmut Kohl’ün dikkatini çekti, Kohl’ün güvenini kazandı. Başbakan Kohl tarafından himaye edilmesi, Merkel’in ‘Kohl’ün kızı’ olarak adlandırılmasına neden oldu. Ancak siyasette kendisinin önünü açan Kohl’a karşı ileride tavır almaktan da çekinmeyecekti. Kohl’ün merkezinde olduğu bir bağış skandalı ortaya çıktığında Merkel, siyasi hamisinin arkasında durmak yerine, bir gazete yorumu ile onu açıktan eleştirdi.1 Bu cesur tutumu parti genel sekreteri Merkel’in birkaç ay sonra, Nisan 2000’de genel başkanlık koltuğuna oturmasının önünü açtı. Merkel, Kohl’ün yerine genel başkanlığa gelmesi parti içindeki gücünden ziyade hem bu cesur çıkışına hem de partinin ağır toplarının kendi aralarında mücadele içinde olmalarına borçluydu.
2005 yılındaki seçimlere Merkel başkanlığında giren Hristiyan Birlik partileri Hristiyan Demokratik Birliği (CDU) ve Hıristiyan Sosyal Birliği (CSU) azımsanmayacak oranda oy kaybetmelerine rağmen yarışı kıl payı Şansölye Gerhard Schröder başkanlığındaki Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) önünde tamamlamayı başardılar. Schröder’in itirazlarına rağmen Hristiyan Birlik Partileri ve Sosyal Demokrat Parti’den oluşan büyük koalisyona başbakan olan Merkel’e başlangıçta çok az kişi başarı şansı tanıyordu ama üst üste dört genel parlamento seçimlerini kazandı. İlk hükümetini SPD, ikincisini Hür Demokrat Parti (FDP) ile, üçüncü ve dördüncü hükümetini ise yine SPD ile kurdu.
Bu başarısında kuşkusuz birçok faktörün etkisi var. Örneğin temelleri Şansölye Schröder döneminde atılmış olsa da Agenda 2010 (Gündem 2010) başlıklı ekonomik ve sosyal reform paketi, Merkel’in başbakanlığı döneminde meyvelerini verdi. İşsizliğin hızla gerilemesi, yeni bir ekonomik dinamizm yakalanması, GSYH’nin ve ihracatın artması, 2008 Finans Krizi sonrasında Almanya’nın AB içinde yarı hegemonik bir konum elde etmesi, Merkel’in seçim başarılarının arkasındaki önemli faktörler oldu.
Bunlara ek olarak muhalefet partisi SPD’nin bölünmesi, eski genel başkan Oskar Lafontaine’in SPD’den ayrılarak sosyalist Die Linke (Sol) partisinin başına geçerek sol oyları bölmesi de Merkel’in başarısında etkili oldu. Onun döneminde yaşanan 2008’deki ekonomik kriz, Fukuşima felaketi, Ukrayna krizi gibi zor zamanlarda Merkel’in rüştünü ispatlaması halk nezdinde popülaritesinin artırmasına olanak sağladı.2
Başbakanlığı döneminde birçok önemli karara imza atan ve gerek iç gerekse dış politikada değişikliklere önayak olan Merkel, ilk büyük imtihanını 2008 yılındaki finans ve ekonomik krizi sonrası verdi.
Merkiavelli ve ilk büyük sınavı: 2008 Finansal Krizi
2008 yılında ABD’de bir finans krizi şeklinde baş gösteren ve kısa sürede ekonomik krize evirilen İkinci Dünya Savaşı sonrasının en derin resesyonu, çok geçmeden Avrupa’yı da etkisi altına aldı. Merkel, 2008’deki finansal kriz sürecinde ve sonrasında dışarıya karşı hayli sert bir neoliberalizmi adeta dayatırken, içerideyse sosyal demokratik tonlara sahip bir ekonomik politika izledi. İspanya, İtalya ve Yunanistan gibi Akdeniz ülkelerinde ortaya çıkan borç krizi karşısındaki katı mali disiplin ve yer yer de kemer sıkma politikası yanlısı tavrından dolayı da eleştiri oklarına maruz kaldı.
Bir taraftan kendi ülkesinde kadınların toplum ve siyasetteki konumunu güçlendirirken, diğer taraftan ise uygulanmasında ısrar ettiği sıkı mali disiplin politikası Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde yoksullaşmaya yol açtı ve özellikle kadınların iş hayatından dışlanması sonucunu doğurdu.
Bu süreçte AB’nin hegemonik gücüne evirilen Almanya’ya karşı kuşkular arttı, Almanya’nın yeniden büyük güç politikası uyguladığı ve büyük güç olma rekabetine giriştiği yönünde iddialar öne sürüldü.
Yine bu dönemde, Merkel’in eleştirmenlerinden Alman sosyolog Ulrich Beck Makyavel benzetmesinden ve Makyavel ile Merkel’in birleşiminden oluşan Merkiavelli kelimesini türetmiş, Şansölye Merkel’i ilkesiz bir güç politikası uygulamakla itham etmişti.3
Fakat aynı Merkel, Yunanistan’daki borç krizinin derinleşmesi ve ulusal iflas olasılığının baş göstermesi sonucu Yunanistan’a 80 milyar Euro büyüklüğünde kredi açılmasının kararlaştırılmasına da ön ayak oldu. Özetle Merkel yönetimindeki Almanya’nın krizden göreceli olarak – diğer birçok ülkeye nazaran – daha az zararlı çıktığını söyleyebiliriz.
Dünyayı da değiştiren kararlar
İlerleyen yıllarda Merkel iç politikada iki önemli paradigma değişikliği kararı aldı. Bunlardan ilki, orduda reform çalışmalarına yeşil ışık yakmasıydı. 2011’de Almanya tarihinde bir ilki gerçekleştirerek zorunlu askerliği kaldırdı. Alman ordusu Bundeswehr profesyonel ve gönüllü bir orduya dönüştü.
Merkel ikinci önemli kararını da Japonya’daki Fukuşima nükleer felaketinden sonra verdi. Nükleer enerjiden hızlı bir dönüş gerçekleştirmek amacıyla bir uzman komisyonu oluşturuldu. İlk aşamada kademeli olarak sekiz atom santralinin devre dışı bırakılması kararlaştırıldı. 2022 yılına kadar da ülkedeki 17 nükleer santralinin devre dışı bırakılacağının sözü verildi. Nükleer enerjiden aşamalı bir biçimde uzaklaşılması, sera gazı azaltımı ve yenilenebilir enerji üretiminin teşviki gibi kararların altına imza attı.
Almanya, Şansölye Schröder döneminde dış politikada ulusal çıkarları daha fazla önceleyen ve kendine güvenen bir yaklaşım içine girmiş, 2003 yılındaki Irak savaşında ABD’nin politikasına destek vermemiş, savaş karşıtı bir tutum sergilemişti. Schröder’in ABD’ye karşı temkinli politikasının aksine, Atlantik Köprüsü üyesi olan Merkel, ABD ile Almanya arasında daha yoğun ilişkilerden yanaydı.
Merkel, Schröder döneminde ilk emareleri gözlemlenen ve merkezinde güç ve sorumluluk kavramları bulunan paradigma değişikliği politikasını sürdürdü;4 1 Eylül 2014 tarihinde federal Meclis Bundestag’daki konuşmasında bu değişimin ipuçlarını verdi. Almanya’nın bölgesel ve küresel güvenlik konularında daha aktif bir rol oynamak ve daha fazla sorumluk almak istediğini belirterek, AB’ye güvenlik konularında – buna askeri operasyonlar da dahil – liderlik etme konusunda kararlı olduğunun altını çizdi.
Paradigma değişikliği bağlamında iki belge hazırlandı: Karar vericiler ve uzmanların uzun bir tartışma süreci sonunda hazırladıkları ve Alman dış politikasının hedeflerine, söylemlerine ve gerekçelerine ışık tutan Review 2014 adlı dış politika raporu ve Alman Savunma Bakanlığı’nca hazırlatılan, Almanya’nın resmî güvenlik belgesi olarak kabul edebileceğimiz, Beyaz Kitap’ın 2016 versiyonu.
İki metinde de Almanya’nın Avrupa ve AB içindeki konumu Merkez Güç (Zentralmacht) olarak tanımlanırken, dış politika ve güvenlik konularında daha fazla özgüven, bölgesel anlaşmazlıkların çözümünde ve bölgesel çatışmaların önlenmesinde daha fazla sorumluluk alınması gerektiği vurgulandı.5
Özetle Merkel, Almanya’nın yeni bir ekonomik dinamizm yakalayarak AB’nin en büyük, güçlü ve verimli ekonomileri arasındaki yerini sağlamlaştırdı. Siyasi bakımdan ise AB’nin yarı hegemonik gücü konumunu elde ederek AB’nin politikalarında ve birliğin şekillenmesinde önemli bir rol oynadı. Pandemi döneminde ve öncesinde Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılmasıyla sarsılan birliğin zor günleri atlatmasında ve ayakta kalmasında etkili oldu.
Merkel’in ikinci büyük sınavı: Mülteci ve göç politikaları
Merkel 2015 yılındaki büyük göç ve mülteci hareketini tüm eleştirilere rağmen ve popülizme taviz vermeden başarıyla yönetti. Bu dönemden akıllarda kalan ve daha uzun yıllar da kalacak olan ise, kamuoyuna yönelik ‘başaracağız’ söylemi idi.
Merkel, ‘başaracağız’ demekle ahlaki olarak doğru olanı yaptı, mültecilerin sınırlarda mahsur kalmasını ve dolayısıyla daha büyük trajedilerin yaşanmasını engelledi. Eğer bu kadar kesin bir tavır almasa, hatta mültecilere sınırları kapatsaydı, bu daha güçlü ve sert bir mülteci karşıtlığına yol açabilirdi. Almanya’nın artık bir göç ülkesi olduğu söylemini devam ettirdi. Ayrıca uyguladığı göç politikası sayesinde özellikle yüksek kalifiye ve eğitimli göçmenlerin Almanya’yı tercih etmesine katkıda bulundu. Tüm hataları, eksiklikleri yadsımamakla birlikte Almanya’nın kısa süre içinde çok sayıda – bir milyona yakın – mülteciyi alması, onların acil ihtiyaçlarını karşılaması ve toplumsal bir dayanışma refleksini tetiklemesi Almanya için bir başarı hikâyesi oldu.
Ancak Merkel göç politikalarında çekimser ve çelişkili adımlar da attı. Örneğin 2013 yılında özellikle Almanya’daki Türkleri ilgilendiren çifte vatandaşlık düzenlemesinin sadece Almanya’da doğanları kapsamasına neden oldu. 2017’de ise bu sefer Hristiyan Demokratik Birlik Partisi kararına rağmen çifte vatandaşlığı savundu.
Merkel’ın aşırı sağcı terör örgütü NSU Nasyonal-Sosyalist Yeraltı (NSU) cinayet serisinin aydınlatılmasında da yeterince etkin bir politika izleyemedi. Almanya’da toplum ve devlet içinde aşırı sağcı örgütlenmeler olduğu bilinmesine rağmen Merkel bu meselenin üzerine kararlılıkla gidemedi. Ancak göçmenler yanlısı bir siyaseti savunan politikacı Walter Lübcke’nin aşırı sağcı motivasyonlu bir cinayete kurban gitmesi ve ardından Hanau kentinde Türklerin de aralarında olduğu dokuz gencin öldürülmesi sonrası Şubat 2020’de Almanya’da bir ırkçılık probleminin olduğunu kabul etti.
Merkel birçok konuda göçmen yanlısı bir siyaset izledi; partisini merkeze çekerek parti içindeki sağ kanadı küstürdü, onların radikal popülist sağcı AfD’ye (Almanya İçin Alternatif Partisi) meyletmesinde engel olamadı.
Merkel’in Türkiye politikası
Merkel, özellikle iktidarının ilk yıllarında Türkiye ile ilişkilere gereken önemi vermedi. Schröder başkanlığındaki SPD-Yeşiller koalisyon hükümeti Türkiye’nin reform sürecine destek vermiş, AB katılım müzakerelerin başlatılması yönünde tutum sergilemişti ama Merkel’in başbakan olması ile bu politika değişti. Merkel, Türkiye için AB tam üyeliği yerine ayrıcalıklı ortaklık önerdi. Dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Türkiye karşıtı politikasına yeterince karşı çıkmadı.
2015’teki yoğun mülteci göçü sürecinde Türkiye’ye yakınlaşan Merkel, tüm eleştiri ve uyarılara rağmen Türkiye AB arasında mülteci anlaşmasının imzalanmasına önayak olmuştu. İlişkilerde kısa bir süreliğine ilerleme kaydedilse de 2016 Haziran ayında Alman parlamentosunda kararlaştırılan Ermeni Tasarısıyla birlikte iki ülke ilişkileri gerilimli bir atmosfere girmiş, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ise diplomatik ilişkiler belki de tarihin en gergin dönemini yaşamıştı.
Almanya’da, siyasette ve basında sesleri sıkça duyulan bazı Türkiyeli ‘muhaliflerin’6 de katkısıyla, Türkiye’deki iktidarın eleştirisi ile Türkiye karşıtlığı arasındaki ince çizginin kaybolduğu, Türkiye karşıtı bir atmosfer ortaya çıktı. Merkel’in Türkiye’ye karşı izlediği politikanın belirlenmesinde, onun Türkiye’deki yönetime karşı çok müsamahakar olduğu yönündeki eleştirilerin de etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Farklı bir yönetim tarzı
Hem kadın olması hem de başka bir siyasal ve ekonomik sistemde büyümüş olmasından dolayı Almanya toplumunda ve siyasetinde bir ‘sonradan gelen’ (newcomer) idi. Bu durum ise ona farklı bir bakış açısı kazandırdı. Erkek egemen sistemde kadınların daha fazla görünür olmasına, daha etkin bir şekilde toplumsal hayat ve siyasette yer almasına katkı sağladı. Almanya’nın çok kültürlü bir göçmen toplumuna geçişini hızlandırdı.
Ancak Merkel’in olaylar karşısındaki sakin ve rasyonel tutumu ‘vizyon sahibi’ olmadığı şeklinde eleştirilere maruz kalmasına neden oldu. Özellikle ilk iki döneminde yurt dışında derin bir saygı uyandırmasına rağmen yurt içinde ‘güçsüz’, ‘kararsız’ ve ‘başarısızlığa mahkûm’ gibi eleştirilerin hedefindeydi.
Oysa Merkel’ı savunanlara göre o, kararsızlık yaşamıyor, bir mesele hakkında karar almadan önce detaylı bir şekilde konuyu inceliyor. Normatif değerler ve çıkarların bir madalyonun iki yüzü olduğunu düşünen Merkel, ulusal çıkarlarla insan hakları ve demokratik hak ve özgürlükler gibi değerlerin uyumlu olması gerektiğini ve olabileceğini düşünüyor. Siyasal meseleleri sıfır toplamlı bir oyun olarak değil, kazan-kazan süreci olarak görüyor ve müzakere süreçlerinde bu yönde çaba gösteriyor.
Kendisini eleştirenlerin iddia ettiği gibi, Merkel ileriki yıllarda Almanya’yı göç ülkesi yapmak ve toplumsal bütünlüğü bozmakla mı anılacak ya da övenlerin öne sürdüğü gibi, Almanya’yı kültürel anlamda dönüştüren, dirayetli bir başbakan olarak mı anılacak, bunu kestirmek zor ama Almanya siyasetine damgasını vurduğu kesin.