Hayat Hep Berbattı Zaten
Dücane Cündioğlu 01 Ocak 1970
Ne olup bittiğinin farkında olanlar için daha da berbattı.
Farkında olmayanlara gelince, hayatın berbat olup olmadığının ne önemi var onlar için?
Farkında olmak, ızdırab çekmek demek, hayata alışmamak, bir türlü rahat olamamak demek.
Farkında olmak, varolmak demek, varoluşu idrak etmek demek.
Farkında olmak, dahil olmak, oyuna katılmak demek değil, bilakis farkında olmak, oyunun farkında olmak, katılmaya değmeyecek bir oyunun oynandığını görmek demek. Oyuna katılmak, topluma katılmak demek. Toplumun içinde, toplumla birlikte ve toplum için oynamak demek. Hepsinden önemlisi topluma oyun oynamak demek.
Böyleyken onca keşmekeş içinde kendini unutmak, başkaları için yaşamak iddiası ne büyük bir iddia!
Unutulacak derecede zayıf bir kendilik başkaları için yaşayabilir mi?
Yaşayabilirse, acaba buna yaşamak denir mi, denebilir mi?
Farkedenler için, evet, asıl farketmeye değen şeyleri farkedecek zekâlar için ziyadesiyle berbattı hayat.
Büyük işler berbatlığın büyüklüğü oranında zuhur eder. Hayatın saldırıları arttığında —sanıldığının aksine— kendi olabilen, kendi kalabilen şirzime-i kalile’nin gücü de artar.
Unutulmamalı ki karşı tarafta Haçlı seferlerinin hazırlığı yapılırken bu topraklarda İmam Gazâlîler yetişmekteydi.
Cevdet Paşa’nın Mecelleyi ya da Tarihini kaleme aldığı yıllar, zannediyor musunuz ki çok güçlü olduğumuz yıllardı?
Ya ünlü matematikçimiz Salih Zeki Asar-ı Bakiyesini ya da o diğer eserlerini (bilhassa çevirilerini) hangi dönemde kaleme almıştı dersiniz?
Peki Elmalılı’ların, Babanzade’lerin, İzmirli İsmail Hakkı’ların, Ahmed Hamdi Akseki’lerin yetiştiği dönem, tam mânâsıyla özgürlüğün ve bağımsızlığın hükümfermâ olduğu bir dönem miydi?
Lütfen zahmet edip İstanbul’un düşman askerlerince çiğnendiği, Boğaz’da İngiliz-Fransız gemilerinin yüzdüğü, hatta Yunan askerinin şehir sakinlerine sarkıntılık ettiği işgal yıllarında yayımlanan eserlerin, risalelerin, yapılan çalışmaların niteliğine bakınız. Meselâ kurulan ilmî heyetleri sayınız, hatta bu heyetlerin akdettikleri ictimalar sırasında konuştukları meseleleri şöyle bir gözden geçiriniz, göreceksiniz ki bütün menfî şartlara rağmen o insanlar ellerindeki fidanı dikmeye çalışıyorlardı, ellerinden geleni yapmaya, sele kapılıp yok olmamaya gayret ediyorlardı.
Efendimiz (s.a), kıyamet koptuğunda, elinde bir fidan olan o fidanı dikmeye baksın, buyururlar. Elinde fidan olanlar, ne surette olursa olsun kıyamet’in koptuğuna değil, evvelemirde fidanlarını dikmeye bakmalılar o halde!
Zaten kısa olan bu hayatın berbat geçip geçmemesi önemli değil, asıl önemli olan bu geçicilik içinde bizim kalıcı olarak ne yaptığımız.
Kendimiz için ne yapıyoruz meselâ?
Ruhlarımızı korumak için, Rahman’ın defterinde adımızı görebilmek için, hüsrana uğramamak için ne yapıyoruz?
Oysa Şeytan bizleri fakirlikle korkutuyor, cebimizi boşaltmakla kalmıyor, ruhumuzu da soymak istiyor. Fukaralığın felaketimiz olduğunu, fukara olmakla helâk olmanın aynı şey olduğunu fısıldıyor. Direncimizi kırmak, mücadele gücümüzü azaltmak, bizi biz olmaktan çıkarmak için uğraşıyor.
Hayatın cazibesine direnmek kadar, hayatın saldırılarına da direnmek gerek. Elimizdeki fidanı dikmek için zamanı kollamak zavallılığına düçar olmamak gerek.
Zaman ibn’ul-vaktlerin zamanı.
Ânı yaşayanların, an için yaşayanların, ânın hesabını verenlerin zamanı.
Hep öyleydi zaten.
Hâlen öyle ve istikbalde de öyle olacak!
Biliyorum, insanın kendi olması, kendi kalması zor, çok zor. Fakat kendimiz olmak, kendimiz kalmak için zamanı ayarlayamayız. Çünkü bütün zamanlar, zor zamanlardır! Zorluk zamanın arazı değil, bilakis kendisi, kendisinden bir parça, mahiyetinin bir parçası.
Zaman da hep zor.
Farkedenler, farkedebilenler hep berbat bir hayat içerisinde, hep bir zor zaman diliminde farkettiler, farkedebildiler ve fakat asla bu dünyada berbat olmayan bir hayatın, zor olmayan bir zamanın gelmesini beklemediler.
Hayat berbat, zaman zor olmasaydı —bir düşünelim bakalım— elimizde dikmeye değecek bir fidan olur muydu, olsaydı onları dikmeye gerek kalır mıydı?
Sakın yanlış anlaşılmasın, bardağın dolu tarafını görmeye çalışın, hayattan kam almaya bakın, filan demiyorum, zira bu bardak hep boş idi, kam alınmaya değer bir hayat da hiçbir zaman yok idi. Binaenaleyh bu boşluğu, bu yokluğu idrak edip siz asıl yokluk içerisinde varolmanın keyfine bakın!
Sûfîler, küfr-i hakikî olmadan iman-ı hakikî olmaz, derler, ben de derim ki:
Varlık içinde yokluk çekeceğinize, bir kere de yokluk içinde var olmayı deneyin!
Öyle ya, varlık varlık’a nisbetle değil, yokluk’a nisbetle varlık niteliğini kazanıyor değil midir?