Tarık Buğra’nın Öyküleri ve Öykücülüğü
Turan Karataş 01 Ocak 1970
*Özet: Türk romancılarının iyileri arasında yer alan Tarık Buğra (1918-1994), yazarlığının ilk döneminde öykü türündeki eserleriyle de ilgi uyandırmıştır. Yazdıklarından kazandığı parayla hayatını sürdüren ya-zar, öykü telifine verilen paranın az oluşu nedeniyle, bir süre sonra öy-kü yazmaktan vazgeçmiştir. Buğra’nın öyküleri, ilkinden sonuncusuna kadar, belli bir edebi kıymeti haiz metinlerdir. Çeşitli dergi ve gazete-lerde yayımlanan 82 öyküsünden ancak 56’sı kitaplaşabilmiştir. Bugün hâlihazırda okur huzuruna çıkan tek öykü kitabında (Yarın Diye Bir Şey Yoktur) Buğra’nın kendi seçtiği 34 öykü yer almaktadır. Tarık Buğra, daha çok “durum” öyküleri yazmıştır. Hemen bütün öykülerin-de değişen ve durmadan yenilenen bir hayatın sıkıntılarını anlatan ya-zar, her halükârda bu yeni dünyanın dışında kalanları da sevebilece-ğimizi söyler. Buğra’nın öykü kişileri birbirine benzer. Bu dar kadroda “huzursuz”, “sıkıntılı” ve “yalnız” insanlar çokluktadır. Anahtar Kelimeler: Tarık Buğra, öykü, öykü yazarlığı, Buğra’nın öyküleri. Çıraklığı Olmayan “usta” Romanları, roman türündeki ünü Tarık Buğra’nın kimi yönlerini ya da uğraş-larını gölgelemiştir denebilir. Edebiyat tarihimizi gözden geçirdiğimizde ben-zer durumda olan yazar veya şairlerle karşılaşabiliriz. Tarık Buğra çok yönlü bir yazardır. Gazete spor muhabirliği, fıkra muharrirliği, senaristliği, tiyatro yazarlığı ve eleştirmenliği gibi fazlaca bilinmeyen kalem uğraşları ve bunun sonucunda ortaya konan yazı mahsulleri vardır. Ama onu meşhur eden, edebiyatımız içinde ona önemli bir mevki kazandıran yönü, kuşkusuz ro-mancılığıdır. Böyle olunca, Tarık Buğra’nın bilhassa yazarlığının ilk döne-minde emek verdiği, çoğu vasatın üstünde, dahası içlerinde iyi örnekler bu-lunan öyküleri, romanlarının gölgesinde kalmıştır. Bu, çok zaman, öykünün maruz kaldığı bir talihsizliktir. Tarık Buğra, genel duruma bakıldığında, bilhassa öykü bağlamında, ilk ka-lem mahsullerini yazmakta ve yayımlamakta geç kalmış, yani edebiyat âle-mine gecikmeli olarak dahil olmuştur. Onun öykü yazma serüveni, Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğrenci olarak kayıtlı bulunduğu yıllarda (1947-1950) başlar. Adını andığımız bö-lümde çıkmakta olan Zeytin Dalı için dergi yöneticisi Doç. Dr. Mehmet Kap-lan, evvelden tanıştıkları Buğra’dan bir hikâye ister. “Büyük romanlar hayal eden genç yazar için hikâye yazmaktan kolay ne var”dır (Ayvazoğlu 1995: 44). Bu türdeki ilk ürünün, yazarın kendi tabiriyle “gedik doldurmak için” yazılan ve tuhaf bir yayla hikâyesi olan bu ilk tecrübenin öyküsü şöyledir: Hikâye yazmak da bir şey mi? Geçiyorum denize bakan bir boş oda-ya [Edebiyat Fakültesi’nin o zaman Fındıklı’daki binasında]… ve… başlıyorum arpacı kumrusu gibi düşünmeye!/ Anlıyorum ki, daha hi-kâyenin ne olduğundan bile haberim yok: Eserim meserim bulunma-sa da, ben romancıyım… tiyatro yazarıyım ben! Kafamda, hülyala-rımda öyleyim ben.. ve, ne kadar vızıltı saysam da hikâye nanay!.. Dan diye anlıyorum bunu; yediremiyorum ama: Ikınıyor, sıkınıyor ve üç saat sonra “Kekik Kokusu” diye bir şaheser yumurtluyorum. Güzel mi, çirkin mi, saçma mı sapan mı? Bakmadan.. bitti ya.. koşturuyo-rum Kaplan beye. Tablo hâla gözümün önündedir:/ Kış ikindisinin loşluğundan, tepedeki ampulle pek kurtulamayan odada, daha o günlerde bana arkadaşça davranan Kaplan, şaheserimi kendine has sabırla okuyor, bitirince de; “I’ıh” diyor ve ekliyor: ‘Sen hikâye yaza-mazsın!’ (Buğra 1979: 379-380). Tarık Buğra’nın, başarısız bu ilk deneyimden sonra, hayal kırıklığı yaşamak yerine, aksine daha bir istekle, biraz da Kaplan’a inat, sanki onun iddiasınıyanlış çıkarmak için öykü yazmağa oturduğunu görmekteyiz. ‘Hikâyeci Tarık Buğra’nın doğuşu da bu hırslanmak sayesinde olur. Öyküdeki ilk kalem tec-rübesi olan Kekik Kokusu’ndan hemen sonra, şüphesiz Kaplan’ın da kışkırt-masıyla yazılan “Oğlum” (sonra “Oğlumuz”, Cumhuriyet, 18 Şubat 1948), Cumhuriyet gazetesinin açmış olduğu yarışmada hem yazarına ikincilik ödü-lü kazandırmış hem de bir iş kapısı aralamıştır ona. Denebilir ki, böylece Buğra, çıraklık/ acemilik dönemi yaşamadan ustalar arasına katılan bir yazar olmuştur.Tarık Buğra, “Oğlumuz”la tabir yerindeyse büyük bir sükse yapmıştır. Basın-da geniş yankılar bulmuştur bu yeni imzalı öykü. Yazarın, birdenbire bir öyküyle edebiyatımızdaki yıldızı parlamıştır denebilir. Yusuf Ziya Ortaç, ye-niden çıkaracağı Çınaraltı dergisi için Buğra’dan her hafta bir hikâye ister. “Oğlumuz” müellifi başlangıçta bu teklife kaçamak cevaplar verir. Çünkü, “Aslında genç yazarın hâlâ hikâyecilikte gözü yoktur” (Ayvazoğlu 1995: 48,49). Ama çarnaçar razı olur. İyi ki olur, edebiyatımız yeni, iyi eserler kazanacak, yazarı da her öykü için o zamanın parasıyla 15 lira telif ücreti ala-caktır. Usta yazar Sait Faik’in Varlık’tan öykü başına 7,5 lira aldığı bir za-manda, büyük paradır 15 lira. Bundan böyle (Şubat 1948’den sonra) Tarık Buğra’nın öyküleri Zeytin Dalı(3), Çınaraltı (6), Hisar (14), Milliyet (60), Beş Sanat (3), İstanbul (3), Nokta(2), Küçük Dergi (2), Yenilik (2) gibi yayın organlarında görünür. Yazarın birer öyküsü de Dost, Seçilmiş Hikâyeler, Yeditepe, Yücel dergilerinde çık-mıştır. “Hikâyeden Ekmek Çıkmaz” mı? Tarık Buğra’nın elimizde bulunan (yayımlanan) toplam 82 öyküsü 1948 ile 1969 yılları arasında dergi ve gazetelerde çıkmıştır. İlk öykü: “Kekik Kokusu” (Zeytin Dalı, sy. 2, Şubat 1948), son yayımlanan öykü ise “Bir Genel Mü-dür” (Hisar, sy. 61, Ocak 1969) adını taşır1. Şurası önemlidir, bu toplamın yaklaşık üçte ikisinden fazlasının 1948, 1949, 1950, 1951 ve 1952 yıllarında yayımlandığı2düşünülürse Tarık Buğra’nın öykü yazarlığı kısa bir döneme münhasır kalmıştır. Bu tarihten 1969’a kadar geçen süre içinde yazarın telif ettiği öykü sayısı toplam on sekizdir. Başka bir deyişle, öykü yazarlığının son 17 yılında da 18 ürün yayımlamıştır. Neredeyse her yıla bir öykü düşmekte-dir. Bunları bir yere varmak için söylüyoruz; kalemiyle geçinen Tarık Buğra, ilk beş yıldan sonra, tabir yerindeyse hikâyeden kendisine ekmek çıkmaya-cağını anlamış olmalı ki bu türde ısrar etmemiştir. Maişetini yazdıklarıyla sağlamamış olsaydı, durumun farklı olacağını var saymak, Buğra’nın öykü türünde daha da ısrarcı davranacağını ve iyi öykülerinin sayısının çoğalaca-ğını söylemek yanlış olmaz. Yoksa, Selim İleri’nin bakışıyla, Tarık Buğra bireycilikten yana bir yazar olduğu için, “çok erken bir dönem doldurma” mıdır bu diyeceğiz? (1975: 21). Tarık Buğra’nın 18 öyküsü “Süleyman Yücel”, 3 öyküsü “Jale Baysal” imza-sıyla, üç öyküsü ise imzasız yayımlanmıştır (Tuncer 1992: 7). Yazarımızın, daha ziyade, bazı öykülerini yeniden yayımlama gereği duyduğunda müstear bir imza kullandığını görmekteyiz. İkinci kez yayımlanmasında birçok öykü-nün adı da değiştirilmiştir. Bu arada, Buğra’nın, para kazanmak için öyküle-rini yeniden yayımladığı kaydını da düşmek gereklidir. Kitaplara Girenler ve Dışarıda Kalan Öyküler Tarık Buğra, yayımlanmış olan 82 öyküsünden ancak 56’sını kitaplarına almıştır. 26 öyküsü ise hâlâ dergi ve gazete sayfalarındadır. Buğra’nın kitap larına almadığı bu 26 öykünün hangileri olduğu ve hangi mevkutelerde bu-lunduğu Hüseyin Tuncer’in çalışmasında kayıtlıdır (1992: 7; 2. dipnot). Ko-laylıkla bir kitap hacmini dolduracak söz konusu ürünler, bir araya getirilip bir kitapta buluşacakları/ toplanacakları günü beklemektedir. Ortalama, sıra-dan yazıların, dahası edebî kıymet taşımadıkları aşikâr olan nice yazıların kitaplaşıp okuyucuya sunulduğu, daha doğrusu “pazara” çıkarıldığı günü-müzde, değerleri ne olursa olsun Tarık Buğra gibi, birinci sınıf bir yazarın kaleminden çıkmış metinlerin her hâlükârda kitap olarak yayımlanmasında fayda vardır. İçinde 13 öykü bulunan ilk kitabı Oğlumuz (1949), adını aldığı ürünün ya-yımlanışında gördüğü itibarı kitap olarak çıkınca da görmüş, edebiyat dünya-sının ve yazılı basının yoğun ilgisiyle karşılaşmıştır. “Oğlumuz kitap olarak 1949’da çıktığı zaman, bütün dergilerde ve bütün günlük gazetelerde, hep-sinde, akşam gazeteleri dâhil, hakkında yazılar, büyük övgüler çıktı. Çok beğenildi” (Buğra 2004: 178). Yazar, Küçük Ağa’dan sonra, ilk baskısında en fazla parayı Oğlumuz kitabından kazanmıştır. Bu küçücük kitaptan elde edilen para, o zamanın şartlarına göre “bir servet”tir. Diğer kitaplar, ilkinin gördüğü rağbet sebebiyle olmalı, kısa aralıklarla yayım-lanır. 15 öykü bulunan ve daha iyi ürünlerin yer aldığı Yarın Diye Bir Şey Yoktur (1952) yayımlandığında, ilk kitabın gördüğü ilgiyi görmez. Kitap hak-kında “beş övgüye karşı üç de yergi” yazısı çıkmıştır. Üçüncü kitap İki Uyku Arasında 1954 yılında yayımlanır ve içinde 13 öykü vardır. Tarık Buğra, bu kitaptaki on öyküyü, sonraki kitaplarına koymayarak adeta unutulmaya terk etmiştir.31964 yılında yayımlanan Hikâyeler’de, ilk üç kitaptan yapılmışseçmelerden başka beş yeni öykü vardır. Aynı isimle 1969 yılında yayımla-nan beşinci kitapta (Hikâyeler) 39 öykü yer almaktadır. Bunların 10’u ilk dört kitapta bulunmayan yeni öykülerdir. Yazarın Seçtikleri ya da Tek Kitaba Mecburiyet Bugün elimizde Tarık Buğra’nın öyküler toplamı diye okura takdim edilen bir kitap mevcuttur. Başka bir deyişle Buğra, sonradan beğendiği öykülerini Yarın Diye Bir Şey Yoktur adıyla tek kitapta toplamıştır. Ne var ki, bu kitapta yazarın sadece 34 öyküsü bulunmaktadır. Bu sayı, 1969’da yayımlanan Hikâyeler seçmesinden de azdır. Bahsettiğimiz bugünkü toplama Oğlu-muz’dan 8, Yarın Diye Bir Şey Yoktur’un ilk basımından 12, ‘sonrakiler’den ise 14 öykü alınmıştır. Yarın Diye Bir Şey Yoktur’a alınmayan 48 öykü, bu-günün okurunun kolayca ulaşamayacağı yerlerdedir.
Yazarımızın Yarın Diye Bir Şey Yoktur’a seçtiği öykülerde ne gibi ölçütleri esas aldığını doğruca bilebilmek güç, ama tahmin edilebilir bazı endişelerden söz etmek mümkündür. Şüphesiz bunların başında öykünün estetik ve edebî değeri gelmektedir. Sonra, yazarın ahlakî bir kaygıyla beğenmedikleri. Yani, konusu “edeb” ve “ahlak” sınırlarını aşan, bu sınırları zorlayan, çağrışımlarla zihni tağşiş eden öykülerin bilhassa elendiği görülmektedir. Meselâ, “Kel Melâhat” kişilerin başarılı takdimi, tatlı anlatımından doğan edebî kıymetine rağmen içeriğindeki savrukluk yani bir nevi gayri ahlakîlik nedeniyle yazarı-nın gözüne girememiş olmalıdır. Ayrıca, yazarın sonradan romanlarında “kullandığı” öyküleri var (“Çok Sonra”), onlar da hâliyle elenmiştir.4Buğra, şüphesiz öykü türünde yazdıkları içinden en beğendiklerini söz konusu kita-bına almıştır. Böylesi bir durumda okurun tercihi, beğenisi, eser üzerindeki hakkı ne kertede bir kıymet ifade eder? Bu, yıllardır tartışılan bir meseledir. Şurası da var ki, böyle bir seçme daha tarafsız bir bakışla yapılsaydı, Tarık Buğra’nın beğenmeyip söz konusu kitabına almadığı “Ata Binmiş Ali Ağa”, “Kör”, “Piyano ve Keman İçin”, “Mağlûb”, “Kel Melâhat” ve daha başkalarıdışarıda bırakılmazdı. Bugünkü okuyucunun da bu ürünleri okumaya hakkıvardır diye düşünülmeliydi. Tarık Buğra, sonradan Yarın Diye Bir Şey Yoktur’da bir araya getirdiği öy-külerinde bazı değiştirmeler yapmış, kendince bazı tasarruflarda bulunmuş-tur. Söz gelimi, öykünün yazıldığı yıllarda kullanılır olmasına rağmen bugün fazlaca ortalıkta görünmeyen kelimeler yenileriyle değiştirilmiştir. Bazı öykü-lerin adı değiştirilmiş; metindeki konuşmalar tırnak işareti içine alınmış, yeni yazım kurallarına uyum sağlanmış, yeni paragraflar teşkil edilmiştir. Yer yer fazladan ya da gereksiz telakki edilen bazı kelimeler, kelime grupları atılmış, bazen yeni tabirler eklenmiştir. Bir fikir vermesi için ilk yayımlandığında adı“Kompartımanda” olan “Beşinci” öyküsünün küçük bir kısmındaki değişme-leri gösterelim: İlk biçimi:Hikâye bitti. Kürde oynanan oyuna biraz daha güldüler. Sonra rakışişesi çıkarıldı, portakallar soyuldu, beyaz peynirle sucuk da vardı. Adanalı güzel oğlanın adını artık biliyordum: Celâl’di. Şişeyi önce ba-na buyur etti, bir yudum al diye. İçmedim. Celâl, başka biri var mı ik-ram edecek diye sağına doğru bakdı ve şaşalar gibi oldu.Gerçekten de şaşılacak şeydi: Beşinci yolcuyu hepimiz de yeni fark ediyorduk. Bununla beraber, Celâl’in şaşkınlığı pek fazla sürme-di ve yarım ağızla da olsa, ona da “buyur ağa” dedi.
Adam, hafif yollu bir eyvallah çekerek şişeyi aldı ve esaslı bir yudum içti. Bundan sonra şişe Adana’lıları dolaştı. Yutkunmalar, geviş ge-tirmeler başlamıştı. Öbür iki delikanlı bir şeyler söylüyorlardı; fakatsohbet bir türlü sardırılamıyordu. Celâl’e bir durgunluk çökmüştü. (Buğra, 1954: 39). Sonraki biçimi: Hikaye bitti. Kürde oynanan oyuna biraz daha güldüler. Sonra rakışişesine el atıldı. Portakallar soyuldu. Beyaz peynirle sucuk da vardı. Adanalı güzel oğlanın adını artık biliyordum: Celâl’di. Şişeyi önce ba-na buyur etti; “bi yudum al, bey” diye. İçmedim. Celâl, başka birivar mı gibilerden sağına doğru bakındı ve şaşaladı.Gerçekten de şaşılacak şeydi: Beşinci yolcuyu hepimiz de yeni fark ediyorduk. Bununla beraber, Celâl çabuk toparlandı ve, yarım ağızla, ona da, “buyur ağa” dedi. Adam, pesden bir “eyvallah” çekerek şişeyi aldı ve esaslı bir yudum içti.. bundan sonra da şişe elden ele dolaştı. Yutkunmalar, geviş ge-tirmeler başlamıştı. Öteki delikanlılar bir şeyler söylüyordu; amasohbet sardırılamıyordu. Celâl’e bir durgunluk çökmüştü. (YDBY, s. 171)5Öykülerde Anlatılan Tarık Buğra, bir ânın yorumlanışı, bir duruşun yahut fotoğrafın yansıtılması, ya da bir durumun anlatımı olan öykülerinin merkezine insanı kor.6İnsanın somut ve soyut bütün hâllerini, moral değerlerini, “sığ yanı”nı değil salt, daha ziyade “yüce ve duygulu” yanını, yapıp etmelerini, kılışlarını, tavırlarını, duygu ve düşünüşünü anlatmayı hedefleyen bir öykü anlayışına sahiptir. Sanatının merkezine insanı koyan, tek birim olarak insanı kabul eden, insa-nın mutluluğu, özgürlüğü ve problemlerine eğilen, insandan yola çıkarak topluma ulaşmaya çalışan7Buğra’nın tutumunu “öykü insan içindir” ifade-siyle özetlemek mümkündür. Ya da yazarın deyişiyle “hikâye insana dair bir şeyler çözmektir.” Bununla birlikte, yazara göre öykü, zaman zaman insana rehberlik de edebilmelidir. Çünkü Buğra törelere, ahlakî değerlere bağlıdır. Bir söyleşisinde, asıl çabasının insanı karartmak, bedbinleştirmek ve ümitsiz-liğe düşürmek değil, ona büyüklüğünü, yapıcılığını anlatmak olduğunu söy-lemektedir (Buğra 2004: 21). Buğra’nın öykülerinde insanın dış dünya ile olan münasebetinden doğan çatışmalar ve durumlar yerine, iç dünyada olup bitenlerin anlatımına doğru bir eğilim görülmektedir. Başka bir söyleyişle “yaşamanın dış görüntülerin-den çok” insanın ruh dünyasının yansımalarına daha fazla yer verilir. “Deği-şen yaşama şartlarının, toplum düzeni alt üst olmuş bir çağın nesiller arasına koyduğu aşılmaz duvarların ruhlara işleyen etkileri, içe oturan yankıları, bir ucu toplumda olan çöküntülerin ailelere doğru yayılmaları” (Alangu 1965: 800) anlatılır öykülerde.8Buğra’nın öyküleri uzun çevre ve eşya tasvirlerine iltifat etmez ve arka arkaya yığılmış olay halkalarıyla ilerlemez. Bazı öykülerde dış olaylarından yola çıkılıp insanın iç derinliklerine inilir. “Kişiler arası ilişkilerin içimizde gelişip dışımıza yansıyan, hareket hâlinde dış çatışmaları yapan oluşumuna” (Alangu 1965: 801) fazlasıyla dikkat çekilmek istenir. “Tarık Buğra, kişinin içinden dışına doğru zayıflayarak, değişerek, terse dönerek yürüyen düşünce-lerin ifadesi olan hareketlerin yorumlanması üzerinde” anlatımını yoğunlaştı-rır. Bir başka söyleyişle, yazar “çağımızın yaşamasında, içle dış davranışlar arasında beliren, gittikçe çoğalıp yayılan uyuşmazlığı, hareketin ruhumuzdan doğarken taşıdığı soylu anlamla aksiyondaki soysuzluğu” üzerinde durur daha çok (Alangu 1965: 801). Tarık Buğra’nın öykülerinin üç öbekte yoğunlaştığı söylenebilir.9Aşklar ve düş kırıklıkları üzerine kurulanlar ya da şöyle “aşka susamış gençlerin tutkula-rı”ndan bahsedenler, orta halli ailelerin yaşamalarından yansıyan sıkıntılarıanlatanlar, kırsal kesim yaşantısının kimi anlıklarını vermeye çalışanlar. Şura-sı da var ki, “Tarık Buğra’nın asıl kişiliği, (…) toplumda yerlerini bulamamış, duyuş düşünüş ve yaşamada bir üslup tutturamamış ‘yalnız adam’ı anlatır-ken belirir” (Alangu 1965: 802). Şunu söylemek yanlış olmaz, Buğra’nın birçok öyküsünde hâkim tema “aşk” ve “yalnızlık”tır. Tarık Buğra’nın öykülerinin çoğunda genel atmosfere bir hüzün egemendir. Hüzün, tatlı ve dost bir duygudur onun için. Bu his halesinin yer yer kedere ve karamsarlığa dönüştüğü olur. Görünür plandaki karamsarlığın gerisinde ise insandan umudunu kesmeyen, ona güven duygusunu ima eden bir iyim-serlik damarı vardır.10Her şeye rağmen, insana duyduğu güveni kaybede-meyeceğini anlatmaya çalışır yazarımız. Çünkü çok şey onun yani “zübde-i âlem” olan insanın elindedir. Bu arada, söz konusu hüznü görünür kılan etmenlerden biri de, öykülerde sıkça vurgulanan merhamet duygusudur. Buğra “merhametli” bir anlatıcıdır. İnsanoğlunun önemli sermayelerinden birinin de “merhamet” olduğuna inanır. Onun kaybı, insanın tükenişi olabi-lir.
“Huzur, saadet ve bütünlük günleri nasıl geri gelir? Derinde, çok derinde, kuytu ve ancak korkunç dönemeçlerden sonra varılabilecek olan irinli bölge nasıl söküp atılabilir?” Tarık Buğra, insandaki ya da onun yaşamındaki işte bu bölgeyi söküp atmak, yerine huzuru yerleştirmek için anlatır öykülerini. Ve bu iç âlemi çevreleyen yaşanası, ışıltılı bir dış dünya ikame etmek için. “Koyu lacivert renkli gökyüzünde sakin ışıklı yıldızlar, akasya dallarında yu-muşacık fısıltılar, havuzun dallarında ürperişler” bu atmosferi tamamlamalı-dır. Bu, bir bakıma, insanın arınışına giden yoldur. Buğra’nın öykülerine, kendi hayatından epeyce motif, durum, anlık yansı-mış, başka bir ifadeyle yazar, hayatından süzdüğü birtakım “malzeme”lerianlattıklarının içine katmıştır. Söz gelimi, taşradaki hayatından kimi sahneler, üniversite yıllarında çektiği yoksulluklar (“Piyano ve Keman İçin”), tutkulu gençlik aşkları (“Pazar Nöbetine ve Sınırlara Dair”)11öykülerine serpilmişbiçimde karşımıza çıkar. “Borç” otobiyografik bir öykü olarak okunabilir. Yine, “087956’nın Sıfırı”, yazarın hayatından mülhemdir. Öykülerde gördü-ğümüz “çevreden yoksun olduğu için boşlukta kalan” insan, hikâyecinin kendisinden başkası değildir denebilir.12Bir de, Buğra’nın yaşarken gördük-lerinden zihninde, şuuraltında yer eden hayat anları, gözlenmiş durumlar (“Ata Binmiş Ali Ağa”), şahsen tanıdığı kişiler ya da kişilikler vardır. Bunlar da gerçekçi bir tutumla öykülerde yer alır. Bazı öyküleri okurken, şayet yaza-rın hayatından haberdarsanız, yaşadıklarını yazıyor, dersiniz. Neredeyse olduğu gibi, yazının perdahını çekip servis yapıyor gibi. Öykü Kişileri Tarık Buğra’nın öyküleri üzerine şimdiye kadar en kuşatıcı değerlendirmeyi yazan Tahir Alangu, isabetli bir tespitle Buğra’nın öykü kişilerinin sınırlı kaldığı-nı ve hemen birçok hikâyesinde bu belli kadroyu kullandığını söyler. Bunlar çok yerde “bilgi, görgü, düşünüş” itibariyle pek farklılık göstermeyen insanlar-dır. Bu belirleme, bilhassa yazarın ilk dönem öyküleri için çok daha yerindedir. Şurası da var ki, dar bir çerçevede de olsa öykü kişileri iğreti değildir, dış dün-yadan zoraki getirilip hikâyeye konmamıştır. Hiçbiri yerini yadsımaz. İnsanî olan zaaflar ama daha çok iyilik ve güzellikler bu kişilerde bir şekilde tezahür eder. Şunu da belirtmek gerekir, öykü kişilerinin fiziki özelliklerinden çok ruhi yanları öne çıkarılır. Bilhassa erkeklerin fiziki portresi ihmal edilmiştir. Kadınla-rın dış görünüşleri, daha ziyade güzellikleri okura hissettirilir: Ona baktım. Sokak fenerinin ışığı altında idi. Hafifçe bana doğru eğilmişti. Simsiyah bir fonda yalnız saçları, siyah bir alev gibi saçları, güzel alnı ile bana ferahlık veren yüzü, omuzları ve göğsü, yalnız bu kadarı görünüyor, masallardaki genç şehzadelerin sihirli aynada gör-dükleri dünya güzeli gibi bir hayal şeklinde, fakat net olarak görünü-yordu. Sanki bütün dünyada bu portreden başka bir şey yoktu, hatta dünya bile yoktu. (“Sihirli Ayna”, Buğra 1949: 31) . Bu sınırlı kadroda bilhassa “huzursuz”, “sıkıntılı” ve “yalnız” sıfatlarıyla nite-leyebileceğimiz bir insan tipinin görünür planda olduğu ve anlatımın bu tipin etrafında yoğunlaştığı görülmektedir.13Bu vasıflardan bazen biri, bazen ikisi bazen de üçü birden aynı kahraman üzerinde toplanabilmektedir. Genel itibariyle “aşkta aradığını bulamamış”, düş kırıklığına uğramış, romantik, zaman zaman hırçın ve tedirgin, “duygu, düşünce ve yaşayışına belli bir yön verememiş” (Önertoy 1984: 256) kararsız kişilikler, yazarın özel hayatından alınan karakter özellikleriyle ve davranış kalıplarıyla karşımıza çıkarlar. Umumiyetle iç sıkıntıları olan, toplumda arzu ettikleri yerlerde olamayan, bir nevi “boşlukta olan” bu insanlar, çok yerde yaşadıkları bunalımdan kurtulma gayreti içinde görünürler.14Ne olursa olsun, her hâlükârda bu insanların hepsi arkadaşlık nedir, aşk nedir, analık nedir, Allah nedir, bilirler. İnsanın iç dünyasına yönelen bir bakış hâkim olduğu için Buğra’nın öyküle-rinde kapalı mekânlar fazladır. Özellikle meyhaneler15ya da içki içmeye mü-sait benzeri yerler dikkati çeker. Dış âlem ve dolayısıyla tabiat öykülerde fazlaca yer tutmaz. Daha ziyade iç mekânda konuşlandırılmıştır öykü kişileri. Tabiat da, diğer dekoratif unsurlar gibi, öykü kişisinin yani insanın “hayatına karışan ve ona gizlice tesir eden” bir unsur olarak kullanılır çokluk. Kahra-manın ve durumun ruhuna uygun bir atmosferi tamamlamak, bir hareketin, olgunun sebebini ortaya koymak yahut kişinin iç dünyasına yol bulmak için tabiata yer verilir. İhtimal ilk defa güzel bir Şubat öylesi oturdunuz o çamlıkların altında. Gökyüzü bulutsuzdu ve maviliği işte ancak o kadar güzel olabilirdi. Sanki bu mavilik son değildi; ardında mutlaka, mutlaka bir şeyler ol-malıydı, bir şey olmalıydı: Kopup gidenlerin ardından, omuz silkecek kuvveti veren bir şey olmalıydı. Güneş aylardan beri ilk defa ısıtıyordu. Toprakta ve ağaçlarda bir uyanma vardı ve kolayca seziliyordu. Her şey, yeni bir mevsimin eşi-ğindeydi, her şey kendi payına düşeni bekliyordu. Bütün mâzi bu ge-leceği, gelmesi ne olduğu bilinmeden beklenileni hazırlamak için var olmuştu ve artık çok uzaktaydı, çok uzakta ve beyhudeydi. (“Hayat Böyledir İşte”, YDBY, s. 25).
Öykülerde, içki ve sigara bir leitmotif gibi kullanılır. Özellikle içki, fazlasıyla anlatıma giren bir motiftir (“Meçhul Kahraman”, “Şehir Kulübünde” vd.). Yazar, kişilerinin ıstıraplarını dindirmek için içkiyi teskin edici bir unsur olarakkullanır. Boşluktaki insan, aşk kırgınları, hayat küskünleri hemen çok defa içkiye sarılırlar. “Yarın Diye Bir Şey Yoktur” öyküsünden öyle anlaşılıyor ki, yazarın kendisi de müthiş bir sigara tiryakisidir. Yapı, Atmosfer; Üslûp, Dil Tarık Buğra öykülerinin çoğu “durum öykü” diye nitelenen kümede yer almaktadır. Çünkü çoğunda kayda değer bir olay anlatılmaz, hatta olayın izine de rastlanmaz, bir mekân bir insan resmedilir (“Martı”da olduğu gibi); bir durum anlatılır ya da bir durumun, bir anın muahezesi yapılır, bir pence-reden görülen bir anlık fotoğrafın çağrıştırdıkları anlatılır (“Hayat Böyledir İşte”). Öykülerdeki yapı, “soyut tahlilci öykü” anlayışına uygundur. Buğ-ra’nın bir yerde başlayıp bir yerde tamamen biten ve bir aksiyonun yürüyü-şüne bağlı olan öykülerinin sayısı çok azdır. O, yeniden söyleyelim, bilinen tabirle bir “durum öykücüsü”dür. Durumları, anları anlatırken de yer yer olup bitenler üzerinde düşünür, açıklamalar yapar; davranışlar üzerinde du-rur, sebeplere yönelir, bazen uyarıcı olma gereği duyar. Bu tavır, yazarca, öyküye (daha geniş planda sanatkâra) yüklenen “rehberlik etme” ilkesi gere-ğidir. Buğra’nın Sait Faikvari bir içtenliği vardır; onun gibi insana candan, yakın-dan bir bakışı hemen fark edilir. Söz gelimi, “Kuyruklu Yıldız”, “Beşinci” Sait Faik öykülerinin içine konsa hiç ayrıksı durmaz. İlki, kurgusu ve anlatım bi-çimiyle bilhassa “Tüneldeki Çocuk” öyküsüne çok benzer. Ne var ki, her iki yazarın insanı ele alışlarında ayrımlar da gözlenir. Buğra, insanın yüce tarafı-na, müspet niteliklerine, olumlu davranışlarına daha ziyade vurgu yapar. Denebilir ki, Buğra, “Allah’a ve ümide” yakındır. İki yazar arasındaki temel fark şöyle ortaya konabilir; Sait Faik bohem, Buğra rinddir. İşte tüm durum-ları, olay ve olguları, hayat tezahürlerini bu iki farklı kişilik perspektifinden görüp anlatıyorlar. Bir de, Tarık Buğra’nın öykülerinde insan sevgisi aşkla içiçedir. Öykülerin bir kaçında (“Dostluk”) bir deneme tadı vardır; sorular sorulur ve bilindiği hâlde cevapları verilir. Fikir yazısı yapısına/ karakterine yaklaşan bir iki öykü (“Coğrafya Dersi”, “Yarıda Kalan Aşk”) dikkati çeker. “Üstadla Ko-nuştum”, öyküden ziyade röportaja yakındır. “Sevginin Bedeli”ne ise masa-lımsı bir atmosfer hâkimdir. “Belediye Başkanımıza Dilekçe” açık mektup biçiminde yazılmıştır. Bu söylediklerimizden şu yargıya varılabilir; Buğra, zaman zaman öykünün bilinen kurallarına bağlı kalmaz, sınırlarına riayet etmez. Tarık Buğra kitaplarına aldığı öykülerden 26’sında yazar anlatıcıyı (“o” anla-tıcı), 29’unda da kahraman anlatıcıyı (“ben” anlatıcı) tercih etmiştir. Kahra-man anlatıcının kullanıldığı öykülerde Tarık Buğra’nın “ben”i aşikârdır. “Fal” da ise baştaki ve sondaki iki küçük kısım hariç tutulursa yeni bir teknik olan “sen” anlatma biçimi kullanılmıştır. Öykünün kahramanı “sen” pozisyonun-dadır ve anlatım onun üzerinde yürür. Bu anlatma formu edebiyatımızda çok nadir başvurulan bir biçimdir. Tarık Buğra’nın içten, ikna edici, okurda “iğreti” intibaı uyandırmayan bir anlatımı vardır. Söz gelimi, bilhassa ilk öykülerinin bir kısmı ev ve evlilik üzerinedir: “Oğlumuz”, “Havuçlu Pilav Meselesi”, “Buhran”, “Ömer”… Söz konusu öyküler, “Minicik evlerin, meçhul insanların dünyaya bedel mutluluk-larını ve dünya kadar ağır dertlerini, meselelerini anlatır” (Buğra 1979: 358). Bu öyküleri yazdığında evli olmayan yazarın, anlattıklarında bu kadar sahici, bu derece gerçekçi ve inandırıcı oluşu, Tanpınar ve Yusuf Ziya’yı oldukça şaşırtmış; bu iki edebiyat adamı, yazarın o yıllarda bekâr olduğunu bir türlü kabul edememişlerdir. Tarık Buğra’nın öyküleri gücünü ve güzelliğini ziyadesiyle anlatımın gücün-den alır.16Titiz bir anlatıcıdır Buğra. Yazdıklarına şahsiyetinin mührünü ko-yabilen bir üslûp sahibidir. Bir üslup endişesi tüm öykülerinde hissedilir. Anlatımında savruk değildir. Titizlikle seçer kelimelerini ve cümlelerini aynıözenle kurar.17Çokluk, metin kısa cümlelerle ilerler. Ne ki, ilk bakışta “basit” diyebileceğimiz bu cümlelerin sehl-i mümteni tarzında bir sanatkârlıkla inşa edildiğini anlamak güç değildir. “Renksiz, sessiz ve serin kuşluk vakti: Yatağın ılıklığı, belirsiz duygular, düşünceden kaçış…” (“Oğlumuz”, YDBY, s. 9) “Ve dışarıda ağaçlar, ay ışığı altında, damarlarında usare yerine nur dolaşırmışgibi, pırıl pırıldılar” (“Buhran”, YDBY, s. 37). Şu nokta da belirtilmeli, Buğ-ra’nın kendine mahsus “klişe” cümleleri az değildir. Her hâlükârda, o, anlat-manın bütün lezzetini, farklı tatlarını damağımıza bulaştırır. Bunu yaparken herhangi bir olaydan güç ve destek almaz. Buğra’nın öykülerinde şiirsel bir üslup, yer yer şiire mahsus kapalı bir anlatım dikkati çeker. Onun öykülerinin çoğu “muhtevasıyla olduğu kadar üslûbu ile de şiire yaklaşır” (Kaplan 1979: 258). “Şu, her akşam bu saatte gelen ve bir dakika durduktan sonra; deli gibi sevilen, fakat sevmeyen bir erkek gibi, vahşi, kaba ve kayıtsız; fakat vahşeti, kabalığı, kayıtsızlığı arttıkça daha çok sevilen, bırakıp gittikçe daha çok bağlayan bir erkek gibi çekip giden tren.” (“Hayat Böyledir İşte”, YDBY, s. 23). Bazı ürünlerin anlatımındaki müphe-miyet, yani bulutsuluk hâli öyküdeki lirizmi yer yer güçlendirir. Çağrışımlara açık, anlamı zengin kelimelerin tercih edilişi şiiriyeti yoğunlaştırır. Tarık Buğra, dilde tutucu değildir; kendi kanunları içinde değişen, gelişen canlı bir dilden yanadır. Bu düşünceye gecikerek varmış olsa da, bunda karar kılması önemlidir. Kelime kadrosu geniştir.18Yazarımız, öykülerinin sonraki basımlarında, özellikle kelimelerin tercihi hususunda birtakım yenitasarruflarda bulunmuştur. Bir fikir versin diye, “Yarın Diye Bir Şey Yoktur” öyküsünün son biçiminde hangi kelimelerin (yenileriyle) değiştirildiğini göste-relim: Söyleyiş=>söyleşi, fakat=>ama, ait=>bağlı, farkına var-mak=>görmek, ümit=>umut, fena=>kötü, derhal=>hemen, hesap et-mek=>gözetmek, taraf=>yan, noksanlık=>eksiklik, usûl=>yöntem, neti-ce=>sonuç, sefer=>deneniş, hâl=>durum, kaybolmak=>eriyip gitmek, bir kısım=>pek çok, kutu=>paket, ayrılmak=>kalkmak, yeniden=>yine, daha demin=>az önce, rakam=>sayı, devam etmek=>sürdürmek, ka-fa=>beyin, mektep=>okul, şehir=>il, imtihan=>sınav, nazariye=>teori, her çeşit=>bin bir. Buğra, “şive taklidi”ne birkaç öyküsünde müracaat eder. Söz gelimi, köyde yaşayan iki bacanağın bir miras işini anlatan “Bacanak”ta, kişiler yöresel ağızlarıyla konuşturulur. Yazar bu uygulamada da başarılıdır. Son Söz Yerine İncelememizi bitirirken şunu söyleyebiliriz: “Bitmemiş Senfoni” örneği, büyükve geniş planda, Tarık Buğra’nın öykülerindeki ana düşünce ve duyguyu, kahramanlarının hayat anlayışını ortaya koymaktadır. Sanata, aşkın gücüne ve saadete inanan bir yazar olarak Buğra, bitmemiş senfoniyi yani hayatıyeniden yazmak iktidarını kendinde görecek kadar cesurdur; hatta ümide, yani zamana meydan okuyacak kadar... O, aynı inançla hayata atılan, “za-manın zincire vuruluşunu, mutluluğun bulanık suyun üstüne çıkışı”nı gören fakat bir zaman sonra bu ferahlatıcı gücü yitirerek yılgın ve kederli bir insana dönüşen âdemoğlunun her şeye rağmen yedeğindeki umudu unutmamasıgerektiğini anlatmaktadır. Yazarın bir öyküsünde dile getirdiği “karaborsacılık, sosyal yaralar, sefalet, yokluk bir yanda; şehvet, sefahat öte yanda… ilaç parasının bulunmadığıyerlere karşılık, metres sigarasının binlikle yakıldığı yerler… filan falan demeye kalem gücümüz yetmez.” (“Ayakkabı Gıcırtısı, Hoparlör ve Şöhrete Dair”, YDBY, s. 120) düşünüşü, onun yazarlık gayesini ortaya koymaktadır. Görünen o ki, Tarık Buğra, hemen bütün öykülerinde, her şeyin değişmekte olduğunu ve dahası değişeceğini; insanlarıyla, kelimeleriyle, münasebetleriyle yepyeni bir dünyanın doğmak üzere olduğunu haber veriyor ve her şeye rağ-men bu yeni dünyanın dışında kalacak şeyleri de sevebileceğimizi anlatıyor. Açıklamalar 1. Tarık Buğra’nın öykülerinin kronolojik bibliyografyası (yıllara göre dağılımı, sayı-mı, dökümü) hususunda Tuncer (1992)’den yararlandık. Verilen rakamların, be-lirtilen tarihlerin kaynağı adı geçen çalışmadır. 2. Buğra’nın 59 öyküsü 1948, 1950, 1951 ve 1952 yıllarında dergi ve gazetelerde çıkmış, bu yıllarda yazılan beş öyküsü de dergi ve gazetelerde yayımlanmadan doğrudan ilk kitabı Oğlumuz’da (1949) yer almıştır. 3. Hâlbuki anılan kitapta iyi öyküler vardır. Bir adım daha ileri giderek Mehmet H.Doğan “bence” der, “Tarık Buğra’nın en iyi öykü örneklerini İki Uyku Arasın-da’da bulabiliriz” (Doğan 1985: 190). 4. Bir de, birkaç öykünün bazı paragraf ve cümleleri, başka bir öyküde küçük bir değişiklikle tekraren kullanılmıştır. Meselâ, Oğlumuz kitabındaki “Sihirli Ayna” öyküsünün “Ona baktım. … hatta dünya bile yoktu.” paragrafı (s. 31), aynı ki-taptaki “Çok Sonra” öyküsünde birkaç kelime değişikliğiyle tekrarlanmıştır (s. 47). Bu tutum, ilk ürünün gözden çıkarıldığının bir işareti gibidir.5. Metnin bu yeni biçimini, Buğra’nın sağlığında yayımlanan öyküler toplamı olan Yarın Diye Bir Şey Yoktur kitabının şu basımından aldık: İstanbul: Ötüken Neşri-yat, 1989. Bundan sonra YDBY kısaltmasıyla gösterilen alıntılar da aynı nüsha-dan yapılmıştır. 6. Hikâyelerde “Hiddeti, neşesi, korkusu, sevinci, sevgisi, isyanı, alayı, hüznü, kah-ramanlığı ve bozgunluğu ile insan, canlı insan var. Her şeye rağmen, yaşamak için kendisinde –dışarıda değil, kendi varlığında- daima gizli bir kuvvet bulan, ha-yata meydan okuyan insanlar var.” (Kaplan 1953: 5). 7. Öykülerde beliren ekonomik ve sosyal meseleler de insanın psikolojisine bağlıolarak çözümlenir (Tuncer 1992: 123). 8. Tahir Alangu’nun, Tarık Buğra’nın öyküleri dolayımındaki “Toplumdaki büyük sorunlara değil, kişilerinin yaşamalarındaki düzensizliklere, uygunsuzluklardan ge-len dertlere, sosyal adaletsizliklere değil, kişiler arasındaki ruhî zıtlaşmalara, bu-lunmuş ve yitirilmiş mutlulukların peşine düşeceklerine birbirine karşı horozlanan insanların yarattıkları bir keşmekeşin üzerine eğiliyordu” (1965: 803) tespitinin italik yazdığımız son cüzü, hikâyelerin bir kısmı için doğru kabul edilebilir.
9. Tarık Buğra’nın kitaplarına giren 56 hikâyeyi “konu ve vaka” bakımından üç başlık altında mütalâa eden Hüseyin Tuncer, izahı güç hatalara düşmüştür. Meselâ, “aile hayatını anlatan” hikâyeler kümesi içine aldığı “Sihirli Ayna”, “Çok Sonra”, “Fal”, “Kel Melahat” gibi öykülerde “aile hayatı” çerçevesine dâhil edilebilecek ne bir vaka, ne bir konu ne de bir durum bulunur. Zaten ço-ğu vaka üzerine kurulmayan, bir durumu, anlık bir görünüşü, bir duygu yoğun-laşmasını ve bir düşünüşü anlatan öyküleri böyle “sıkıntılı” başlıklar altında (“aile hayatını anlatan hikâyeler”, “sosyal konulu hikâyeler”, “psikolojik hikâ-yeler”) toplamak ya da kestirmeden bir tasnife tabi tutmak doğru değildir. Öte yandan, hikâyelerin tek tek üzerinde durulurken öykü özetlenmeye çalışılmışve akıl almaz anlama, algılama hatalarına düşülmüştür. Bir örnek olsun diye“Mavi-Doç” ve “Belediye Başkanımıza Dilekçe” öykülerinin özetine/ inceleme-sine bakılmalıdır (Tuncer 1992: 36, 55). 10. Buğra’daki iyimserliği ve umudu, sisin dağılıp aydınlığa dönüşüvermesini başka bir açıdan yorumlayan bir alıntı: “1947-1948 seneleriydi, ortaokulun ilk sınıfla-rındaydım. Hükümet ve halk arasındaki münasebetin 1940’dan o tarihe kadarki durumunu değişmeleriyle beraber yaşayarak biliyordum ve Sabahattin Ali’nin Kağnı hikâyesini okumuştum. İçimde hayata karşı bir ürküntü çörekleniyordu. Havuçlu Pilav Meselesini ve Karaoğlan’ı o günlerde okudum. Ürkmek, nefret et-mek benim işim değildi. Hurrem’de, onun ‘o körpecik sesi’nde havuçlu pilavın oluşunda bir takım yersiz ve haksız iç sıkıntılarının çözülüşünü buluyordum. Ka-raoğlan yumruğu talihe, kötü şartlara atıyordu. İsyana, kudurganlığa yer yoktu; kâbus dağılınca, bir garsonun (dostun) yumuşak sesiyle insanlaşıveriyordu”(Çavuşoğlu 1981: 131-132). 11. Gerçek yaşantısındaki muallim muavinliği, yukarıda adını zikrettiğimiz öyküsünde şu şekilde yer alır: “İşimden pek memnunum. Muallim muavinliği deyip geçtiğim, hele omuz silktiğim yok: Yiyip içiyorum, yatıyorum, çamaşırlarım yıkanıyor, iki kat elbisem olsa ceketim, pantolonum daima ütülü olacak. Daha ne isterim. Kaldıki, bütün bunlardan sonra, ayda on iki buçuk lira, şu kadar kuruş da ücret alıyo-rum. Gerçi insan yirmi üç yaşında daha başka şeyler de isteyebilir ve arada sıra-da kör talihe veya sosyal düzene küfür sallayabilir ama ben kendi hesabıma şikâ-yeti arkadaşımız şair Recep kadar ileri –hiçbir zaman- götürmemişimdir” (Buğra 1954: 66). 12. Tahir Alangu, bu durumu farklı şekilde yorumluyor: “Günümüz hikâyecileri gibi gerçeğe kendinden geçerek bir yol açmağa çalışıyor. Kişilerinin olsun, toplumun kalabalığının olsun yaşamalarında kendi bahtına bağlı ilintiler buluyor. (…) Hepside [dönemin yazarları] kendi kişiliklerine çarpan, taşıyamadıkları çıkmazları, hi-kâyelerine aktarmak suretiyle boşaldılar” (Alangu 1965: 806). 13. Öykü kişilerinin doktor, eczacı, veteriner, hâkim, savcı, öğretmen, yazar, ressam, müdür, memur, işçi, esnaf, köylü, öğrenci, hayat kadını gibi meslek gruplarına ya da toplumsal statülere mensup olduklarını da belirtmekte fayda var.
14. Çok zaman öykülerinde “huzursuz ve boş” insana yönelen Buğra, “onları ka-zanmak gayesi taşır.” Onların “yapıcı taraflarını benimser. (…) insanın bir takım kötülüklerine ve aldanışlarına” (Tuncer 1992: 123) fazla ehemmiyet vermez. 15. Buğra’nın öykülerinin değişmez mekânları olan meyhane vb. yerler, bedbin ve hırçın kişilerin boşalmalarına ve huzur bulmalarına vesile olurlar (Tuncer 1992: 98). 16. “Akıcı mı akıcı bir dili, sağlam mı sağlam bir söyleyişi var Tarık Buğra’nın; küçük insanın dünyasına sessiz ama dikkatli bir girişi ve çok sıradan görülen olgularıazami sıra dışılıkla sunuşu…” (Lekesiz 1998: 349). 17. İbrahim Erseyrek’in Yarın Diye Bir Şey Yoktur’un ilk basımı için söylediği belir-lemeyi, Buğra’nın bütün öyküleri için kabullenebiliriz: “Kitap boş yere satır harcıyan tasvirler yerine kesin ve açık hüküm cümleleri ile pırıl pırıldır, yaşıyan in-sanın en zengin duygulanışları ile bir tek mısraı bile atlanılmaması gereken bir şiirkitabı gibi doludur.” (Erseyrek 1953: 6). 18. Öykülerde insan psikolojisine değgin soyut kelimelerin daha çok kullanıldığınıgörmekteyiz. “Hüzün” başta olmak üzere “hırçın”, “vahşi”, “telaş”, “endişe”, “mağrur”, “baht”, “tedirgin”, “cesur”, “cesaret”, “ferah”, “iç burukluğu”, “buh-ran”, “heyecan”, “korku”, “endişe”, “müjde” (Tuncer, 1992: 109) yazarın çok sevdiği kelimelerdir. Kaynakça Alangu, Tahir (1965). Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman. 3. cilt. İstanbul: İstanbul Matbaası. Ayvazoğlu, Beşir (1995). Tarık Buğra -Güneş Rengi Bir Yığın Yaprak-. İstanbul: Ötüken Neşriyat. Buğra, Tarık (1949). Oğlumuz. İstanbul: Ege Basımevi. (1952). Yarın Diye Bir Şey Yoktur. İstanbul: Yenilik Yayınevi; [ilavelerle ve yeni bir tertiple yeni basım] 1979. (1954). İki Uyku Arasında. İstanbul: Yeditepe Yay.(1969). Hikâyeler. Ankara: Milli Eğitim Basımevi. (1979). Düşman Kazanmak Sanatı. İstanbul: Ötüken Neşriyat. (2004). Söyleşiler. Hazırlayan: Mehmet Tekin. Konya: Çizgi Kitabevi. Çavuşoğlu, Mehmet (1981). “Hikâyeler”. Divanlar Arasında. Ankara: Umran Yay. s. 130-133. Dizdaroğlu, Hikmet (1954). “Tarık Buğra ve Hikâyeciliği”. Hisar. sy. 52. Ağustos. Doğan, Mehmet H. (1985). “Tarık Buğra”. Hürriyet Gösteri. 59. Erseyrek, İbrahim (1953). “Yarın Diye Bir Şey Yoktur”. Yenilik. 2. 15 Ocak İleri, Selim (1975). “Türk Öykücülüğünün Genel Çizgileri”. Türk Dili. 286. Temmuz.
134 Kaplan, Mehmet (1953). “Yarın Diye Bir Şey Yoktur”. Hisar. 35. Mart. (1979) Hikâye Tahlilleri. İstanbul: Dergâh Yay. (1953). “Yarın Diye Bir Şey Yoktur”. Varlık. 393. 1 Nisan. Lekesiz, Ömer (1998). Yeni Türk Edebiyatında Öykü. C. 2. İstanbul: Kaknüs Yay. Oktay, Ahmet (1954). “İki Uyku Arasında”. Mavi. 21. 1 Temmuz. Önertoy, Olcay (1984). Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküsü. Ankara: Türki-ye İş Bankası Kültür Yay. Öztürk, Hasan (2006). “Tarık Buğra’nın Öykülerinde ‘Edebiyat Çevresi’”. Dergâh. 201. Kasım. Sâmanoğlu, Gültekin (1964). “Tarık Buğra’nın Hikâyeleri”. Hisar. 6. Haziran. Tuncer, Hüseyin (1992). Tarık Buğra’nın Hikâyeleri Üzerine Bir İnceleme. Milli Eği-tim Bakanlığı Yay. İstanbul. Uzer, Suat (1954). “İki Uyku Arasında ve Türk Klâsikleri”. Hisar. 51. Temmuz.