Ve perşembe geldi…
Prof. Dr. Hasan Ünal 01 Ocak 1970
Evet, perşembe geldi ve gelişi çarşambadan belliydi. Hangi açıdan bakarsak bakalım Türk dış politikası adeta komadan bir önceki aşamada.
Dış politikaya yeni ayar
Ciddi hasta ve tedaviye ihtiyacı var. Bir önceki yazımda, Türk dış politikasının sürdürülemez hale geldiğini; bir yıl içerisinde dört farklı coğrafyada yaşadığımız siyasi/askeri krizlerde Rusya, Mısır ve Yunanistan gibi ülkelerle savaşın eşiğinden döndüğümüzü; silahlı kuvvetlerimizin performansının göz kamaştırıcı derecede başarılı olmasına rağmen etkili sonuçlar alamadığımızı; çünkü TSK'nın kabiliyetlerinin ulusal çıkar esaslı politikalarla takviye edilmediğini anlatmaya çalışmıştım.
Aradan geçen yaklaşık beş ayda vaziyetin iyiye evrildiğini söylemek hemen hemen imkansız.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan başlamak üzere devlet ricalinden çevremizdeki ülkelerle ilişkilerimizi toparlamak istediğimize dair açıklamalar duymakla birlikte bu yönde somut adımlar göremedik.
Öte yandan rakiplerimizin attığı somut adımlardan bahsetmek mümkün: Örneğin Trump'ın dışişleri bakanı Pompeo'nun adeta Türkiye düşmanlığı üzerine inşa ettiği Yunanistan merkezli askeri ittifak oluşturma çabaları ete kemiğe bürünüyor.
Bir yandan Fransa öte yandan da İsrail, Mısır ve diğer Arap ülkeleri Yunanistan'ı Türkiye'ye karşı askeri olarak daha güçlü hale getirmek amacıyla kolları sıvamış görünüyorlar.
Fransa, Rafale uçakları gönderirken İsrail de Yunanistan ile bir askeri işbirliği anlaşması imzaladı. Bu satırlar yazılırken Yunanistan Başbakanı Mitsotakis muhatabı Netanyahu'dan ile Ege'de İsrail ile birlikte kuracakları İHA/SİHA üssü için Heron dilenmekteydi.
ABD'den 'Yunanistan'a F35'ler vermeliyiz' sesleri gelmeye devam ediyor.
Yakın zamanlara kadar iyi ilişkiler içinde olduğumuz nadir Arap ülkelerinden birisi olan Katar ise başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri ve Mısır ile ilişkilerini onardı.
Türkiye'nin de Suudi Arabistan ve Körfez'de sorunlar yaşadığı BAE ile ilişkilerini normalleştireceğine hatta Katar ile Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri arasındaki uzlaşmada Ankara'nın ciddi katkıları olduğuna/olacağına dair haberler yılbaşına giden haftalarda yoğunlaştıysa da henüz ciddi sonuçlar alınmış görünmüyor.
Biden faktörü
Beş ay öncesinde de mevcut olan bu faktörleri Türkiye açısından daha zor hale getiren ise Biden yönetiminin gelmiş olmasıdır.
Çok kutuplu bir dünya düzeninde içerde kutuplaşmış bir görüntü sergileyen ABD'nin dünyada, bölgemizde ve özellikle Türkiye'ye yönelik nasıl politikalar izleyeceği kesinleşmiş olmamakla birlikte, resmi yetkililerin (Dışişleri Bakanı, Milli Güvenlik Danışmanı/Bakanı ve ABD Ankara Büyükelçisi) yaptıkları açıklamalardan bazı ipuçları ortaya çıkmış durumda.
Buna göre yeni Amerikan yönetimiyle Türkiye arasında ciddi bir güven sorunu var. Dışişleri Bakanı Blinken'ın Senato'da Türkiye'den bahsederken 'sözde stratejik ortak' demesiyle belirginlik kazanan bu güven sorununun pratik yansıması Türkiye'ye S-400 füzeleri alımından dolayı baskı yapılması gibi görünüyor.
ABD tarafına göre bu konuda bir çözüm bulmak için Türkiye'nin önerdiği gibi komisyon vs. kurulmayacak. Türkiye ya bu füzeleri başka bir ülkeye verecek/satacak veya depoya kilitleyip anahtarını da Amerika'ya verecek.
Ayrıca ABD, SDG ile ilişkilerini sürdürme başlığı altında PKK/PYD ile sürdürdüğü ilişkiye aynen devam edecek; bir başka ifade ile PKK/PYD'ye silah verecek; siyasi/diplomatik destek sağlayarak Türkiye'ye karşı bu terör örgütünü koruyacak.
Bu arada Doğu Akdeniz'de ABD'nin Türkiye'nin tezlerine uzak durduğunu, Kıbrıs konusunda Türkiye'yi açıkça eleştirdiğini de belirtmekte fayda olabilir.
ABD tarafının gerek resmi açıklamaların satır aralarında gerekse Amerikan düşünce kuruluşlarının yorumlarında görülen 'Türkiye'yi cezalandırma ve hizaya getirme' düşüncesinin mevcut yönetimin politikasını büyük ölçüde belirlemesi muhtemel.
Türkiye'ye karşı epeyce öfkeli görünen yönetimin, Ankara'nın Suriye'de ABD'nin açmaya çalıştığı koridoru Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Operasyonlarıyla kesmesini sindirememiş olduğu söylenebilir.
O yüzden de ilk açıklamalarında Fırat'ın doğusuna yuvalanmış ve ABD birliklerinin yardım ve desteğiyle büyük çaplı etnik temizlik yaparak bölgeyi kontrolü altına almış olan PKK/YPG'ye destek açıklamaları manidar görünüyor.
Türkiye'nin Rusya'dan S-400 almış olmasını ise müzakere edilebilir bir konu olarak görmüyorlar. Bu durumda ikili ilişkilerin fevkalade hızlı bir şekilde kötüleşmesi ihtimalinden söz edebiliriz.
Blinken'ın Senato konuşmasında ifade ettiği gibi CAATSA yaptırımlarının Türkiye üzerindeki etkisi incelendikten sonra ABD'nin yeni yaptırımlara kalkışması ihtimali de göz ardı edilemez.
Ankara'nın Rusya'dan S-400 almasını 'NATO müttefikliğine aykırı bulan' ABD'nin NATO müttefiki Türkiye'nin milli güvenliğine ve ulusal bütünlüğüne en büyük tehdidi oluşturan PKK/PYD'ye binlerce tır silah vermesini ve bu terör örgütünü açıkça Türkiye'ye karşı desteklemesini nasıl izah ettiğini sormanın fazla bir anlamı olmasa gerektir.
Aynı şekilde Trump'ın dışişleri bakanı Pompeo'nun görevinin son bir yılında hız kazanan ve aynı süratle devam ettirilen Yunanistan'ın Türkiye'ye karşı silahlandırılmasının ittifak ilişkileri açısından izahını beklemek de yanıltıcı olabilir; çünkü devletler bir şey yapmak istediklerinde o pozisyonu destekleyen tezler ileri sürerler.
ABD yönetimine karşı ne yapmalı?
Öyle anlaşılıyor ki, Türk hükümeti ABD yeni yönetiminin görevi üslenip Türkiye dosyalarını açmasından sonra neler yapacağını görmek istiyor.
Bu çerçevede hiçbir sonuç vermeyeceğini bile bile Yunanistan'la istikşafi görüşmeleri başlatıyor (bu, aynı zamanda mart ayında yapılacak AB Zirvesinden Türkiye'ye yaptırım kararı çıkmasını engellemeye yönelik bir hamle); öte yandan da İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Fransa ile bozulan ikili ilişkileri düzeltebileceğine dair açıklamalar yapıyor.
Böylece ABD yönetiminin Türkiye'den talep ve beklentilerinin daha az, daha makul oranlarda olacağını düşünüyor. Bu hareket tarzının Türkiye'nin beklentileri doğrultusunda sonuçlar üretip üretemeyeceğini yakında göreceğiz.
Öte yandan çok kutuplu dünya düzeninin ruhuna uygun farklı seçenekler de üretilebilir. Örneğin İsrail ile uzlaşma ve ilişkileri normalleştirme dış politikanın sorunlu alanlarının tam merkezine konularak adımlar atılabilir.
Sızdırılan bilgilere dayandırılan haber/analizlere bakılacak olunursa, İsrail, Türkiye'den;
Hamas ile bağlantılarını derhal sonlandırmasını,
Doğu Kudüs'te Türkiye'nin yürüttüğü faaliyetlerin azaltılmasını
Türkiye'de hükümet yanlısı medyada İsrail'in sürekli olarak eleştirilmesine son verilmesini istemektedir.
Buradaki taleplerin ulusal çıkarlar açısından ele alındığında karşılanamaz bir tarafı olmadığı söylenebilir.
Kaldı ki, izlediği İsrail karşıtı politikalar ve hükümet medyasındaki İsrail karşıtı söylemlerin Filistinlilere herhangi bir faydası olmadığı gibi Türkiye'nin elindeki dostane telkin imkanını da ortadan kaldırmıştır.
Öte yandan 2010 yılından bu yana İsrail bölgede Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi'ne aktif destek sağlayarak ve ABD'deki İsrail lobisi yoluyla Kongre'yi Türkiye aleyhine çevirerek bize büyük zararlar vermiş ve vermeye devam etmektedir.
Türkiye'nin İsrail karşıtı bir retorik ile dolu politikası Arap devletlerinin İsrail ile yakınlaşmasına mani olamamış; Türkiye'nin başta Mısır ve Suudi Arabistan olmak üzere bölgedeki önemli Arap devletleri ve Fransa ile kavgalı ilişkiler içerisinde olması kendisine karşı Yunanistan merkezli bir askeri ittifakın oluşmasına neden olmuştur.
Dolayısıyla Türkiye'nin bölgeye yönelik politikalarının tam anlamıyla sonuçsuz kaldığı ortadadır.
İsrail ile uzlaşmanın bu gidişatı bir anda geriye çevireceğini beklemek de yanlış olabilir; ancak en azından daha da kötüye gitmesini durdurabilir.
Uzun yıllar süren söz düellosu ve restleşmeler iki devlet arasında onlarca yıl boyunca hassas dengeler üzerine kurulan ve pek çok krizde denenen ikili ilişkileri büyük ölçüde yıkmış durumda.
Güvenin yeniden tesis edilmesi için atılacak adımlarla İsrail'in Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının yanında yer alması süreci geriye çevrilebilir.
Çok taraflı diplomatik hamleler
Eş zamanlı olarak Mısır ile de ilişkileri onarmak gerekir. Kahire'nin Türkiye'den isteklerinde de benzeri unsurların yer alması dikkat çekicidir.
Kahire iki ülke arasındaki ilişkilerin devletten devlete olmasını, Mısır'daki yönetim aleyhine faaliyet gösteren kişi ve grupların Türkiye'de barındırılmamasını ve Türkiye'nin gerek Mısır gerekse Arap dünyasının halklarına hitap eder tarzda bir popülist siyaset izlememesini ilişkileri normalleştirmek açısından şart tutuyor.
Yine ulusal çıkarlar açısından bakıldığında ve bu konular üzerinde gerçekçi bir değerlendirme yapıldığında bu taleplerin Türkiye açısından karşılanamaz olduğu söylenemez.
İsrail ve Mısır'la uzlaşma yolunda atılacak adımlar Türkiye'yi aynı zamanda Suudi Arabistan ve BAE ile de normalleştirmeye götürecektir; çünkü Müslüman Kardeşler örgütüne desteğini kesen bir Türkiye'nin Suudi Arabistan ve BAE'nin temel taleplerini de karşılamış olması söz konusu olacaktır.
Türkiye bu ülkeler ve Fransa ile adım adım ilişkilerini yeniden yapılandırırken Rusya ve Suriye nezdinde de adımlar atılması yerinde olur.
Örneğin ABD'nin SDG adıyla PKK/PYD'ye desteğini artırarak devam ettireceğini açıkladığı bir zamanda Türkiye açısından en doğru hamle Şam hükümeti ile hemen ilişkileri başlatmak yolunda adımlar atmak olur.
Örneğin Şam ile ilişkileri normalleştirmenin karşılığında Türkiye'deki sığınmacıların kademeli bir şekilde geri gönderilmesi ve Adana Mutabakatı temelinde PKK/PYD'ye karşı ortak mücadele esaslı yeni bir politika belirlenmesi ve Rusya'nın da bu politikalara garantör edilmesi Türkiye'nin çıkarlarına olumlu hizmet eder.
Bir yandan İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Fransa ile ilişkileri normalleştirirken Suriye ile ikili münasebetleri yeniden yapılandırmak ilk anda birbirine zıt gibi görünebilir; ama unutmamak lazımdır ki, diplomasinin nüansları bunlar için vardır.
Türkiye 1998 Anada Mutabakatı sonrasında gayet iyi gelişen ilişkilerine Amerika'dan gelen her itiraza 'ama biz böyle yaparak Suriye'nin İran'a olan bağımlılığını azaltıyoruz. Bunu görmelisiniz' diyebilmekteydi.
Bütün bu hamleler ABD'nin Türkiye'ye karşı oynayabileceği bölgesel oyunları etkisiz bırakmaya belirli ölçülerde katkıda bulunacak ve özellikle İsrail ile yeniden güven oluşturmak amacı ile atılacak adımlar Amerika'da karşılık bulacaktır; ancak sadece karşı tarafın iyi niyetine bağlanacak ilişkiler sağlıklı yürümez.
Türkiye bütün bu hamleleri yaparken çok kutupluluğun doğasına uygun bir şekilde Rusya ile ilişkilerini daha da geliştirmenin yollarına bakmalıdır.
Örneğin Yunanistan'ın agresif biçimde silahlanması/silahlandırılması dolayısıyla Türkiye Rusya ile savaş uçağı alma/birlikte üretme projelerinden, teknoloji transferi de içerecek şekilde yeni S-400 bataryaları alma veya birlikte üretme konularında görüşmelere başlamalıdır ki, Türkiye, ABD ve Batı'ya kendisinin ne derece önemli olduğunu ve olabileceğini göstermelidir.
Bu adımlar aynı zamanda Türkiye'ye ABD ile ilişkilerinin yeniden yapılandırılması için gerekli olan kapsamlı müzakerelere daha avantajlı noktalardan başlama fırsatı verecektir.
Unutmamak lazımdır ki, Türkiye'nin Batı ile genelde ve ABD ile özelde yaşadığı sorunların kaynağında ABD ve Avrupalı ülkelerin Türkiye'yi İkinci Dünya Savaşı sonrasında Stalin liderliğindeki Sovyetler Birliği'nin yayılmacı politikalarından korkarak NATO'ya sığınmış 'küçük' bir ülke olarak görmek istemeleri yatmaktadır.
Normalde Türkiye Batı dünyası içindeki çıkarlarını koruma konusunda gösterdiği kararlılık (Kıbrıs ve Yunanistan konuları) ve çabalarla hiçbir zaman o 'küçük' ülke olmadığını 1964 yılından hatta öncesinden itibaren göstermiştir; ancak karşı tarafın kafasında hala öyle olduğu veya olması gerektiği gibi bir algı söz konusudur.
Ve bu konu müzakere edilerek bir orta büyüklükte bölgesel güç haline döndürülemez, ulusal çıkarlara dayanan konularda akılla yürütülecek bir dış politika ile olur.
İşin ilginç tarafı Türkiye'yi bugün orta büyüklükte bir bölgesel güç olarak gören ve Ankara'ya o şekilde davranan ülkenin vaktiyle Ankara'yı NATO'ya doğru ürküten Sovyetler Birliği'nin tam devamı olmasa da kısmen devamı diyebileceğimiz Rusya ve Rus lider Putin olmasıdır.