Yükselen Çin, Aşı ve Uygurlar Üçgeninde Türkiye
Kadir Temiz 01 Ocak 1970
Türkiye Çin’in “büyük güç” davranışlarına karşı alternatifler üretmek ve dış politika stratejileri kurmak zorunda. Çin’e sadece ekonomik ilişkiler perspektifi ile bakmak meselenin birçok yönünün ıskalanmasına sebep oluyor. Türkiye Çin’e karşı oluşan asimetrik bağımlılık dolayısıyla ortaya çıkan sorunlara karşı Çin’in gücünün kontrol edilmesini mümkün kılacak bir uluslararası düzende ısrarcı olmalıdır.
Türkiye’de uzun zamandan beri aşı tartışmaları devam ediyor. Konu toplum sağlığını doğrudan ilgilendiren bir salgın hastalık olunca ister istemez hepimizin gözü kulağı kamu otoritelerinin ağzından çıkacak kelimelerde oluyor. Sağlık Bakanı Sayın Fahrettin Koca Sinovac isimli Çinli bir şirket ile aşı tedariki konusunda anlaşma yapıldığını duyurur duyurmaz gayet doğal bir refleksle şirket hakkında sorular sorulmaya başladı.
Çin’de aşı çalışması yapan birçok şirketten sadece biri olan Sinovac’ın neden seçildiği, müzakere süreçlerinin nasıl işlediği, aşının ücreti ve anlaşmanın detaylarının açıklanmaması sebebi ile sadece Çin’in değil Türkiye’nin de salgınla mücadele yöntemlerinde “şeffaflık” sorunu eleştiri konusu oldu. Aşı’nın Türkiye’ye gelişinin yine kamuoyuyla paylaşılmayan sebeplerle birkaç kez ertelenmesi de kamuoyunda aşıya karşı olumsuz bir algı oluşmasına sebep oldu. Nihayetinde aşıya Türkiye’de “Acil Kullanım Onayı” verildi.
Gelişmelerin bu kısmına kadar aslında Türkiye’de alışık olduğumuz türden bir yönetim ve iletişim sorunu ile karşı karşıya olduğumuzu düşünerek iyimserliği elden bırakmayabilirsiniz. Ancak Aralık ayının sonunda Çin ulusal meclisi tarafından Türkiye ve Çin arasında 13 Mayıs 2017 tarihinde imzalanan “Suçluların İadesi Antlaşması” apar topar onaylandı. Türkiye’de aşının beklendiği o hafta sonu Çin’den gelen onay haberi ile birçok kişi o kritik soruyu sordu: “Bu anlaşma ile aşı arasında bir ilişki var mı?”.
Bu yazının da yazılmasına sebep olan bu iki olay arasında zorunlu bir ilişki kurmanın sebebi son yıllarda Türkiye-Çin ilişkilerinin gelişmesine karşı eleştirel bir tutum almak değil. Aksine Türkiye’nin dünyanın en büyük ikinci ekonomisi ile ilişkilerini geliştirmesi takdir edilmesi gereken bir olaydır. Ancak asıl üzerinde durulması gereken konu Çin’in her yıl biraz daha belirgin hale gelen “büyük güç” davranışlarının Çin’den daha zayıf ve güçsüz ülkeler üzerindeki siyasi, ekonomik ve hatta sosyal-kültürel etkisinin daha belirgin hale gelmesidir.
Kısacası Çin’in bile nasıl kontrol edeceğini düşünmeye başladığı devasa bir “güç” ile karşı karşıyayız. Peki, Çin’in “büyük güç” olarak ortaya çıkması ve bu büyük gücün ortaya çıkışındaki doğal sebepler ve sonuçlar bizi neden ilgilendiriyor?
Karşılıklı Bağımlılık ve Kontrol Mekanizmaları
Yukarıdaki sorunun en kısa cevabı aslında karşılıklı bağımlılık ve küreselleşme tartışmasını biraz daha derinleştirerek bulunabilir. Zira bugün, özellikle Covid-19 sonrası dünya düzeninde hem bağımlılıkları hem de küreselleşmenin geleceğini daha fazla tartışacağız.
Uluslararası ilişkilerde karşılıklı bağımlılık teorisinin temel iddiasına göre hiçbir karşılıklı bağımlılık sadece tek bir değişken üzerinden analiz edilemez. Joseph Nye ve Robert Keohane’in “karmaşık bağımlılık teorisi”nde ifade ettiği üzere ister liberal isterse de realist perspektifle değerlendirilsin bu tarz bağımlılıklar “doğal” olarak siyasi ve ekonomik elitlerin resmi ve gayri resmi ilişkilerinin yanı sıra toplumsal ve kültürel bağlar da ortaya çıkarır. Bu ilişki ağlarının siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel etkileri ise karşılıklı bağımlılığın niteliğine göre değişir. Kısacası simetrik ve asimetrik bağımlılık karşılıklı ilişkilerde hangi tarafın daha belirleyici olduğunu ve karar alma süreçlerini kimin daha fazla etkilediğini belirler.
Türkiye-Çin ilişkilerinin özellikle son yirmi yılına baktığımızda ikili ilişkilerin ciddi bir asimetrik bağımlılık ortaya çıkardığını söylemek mümkün. Dolayısıyla ilişkilerin geliştiği doğal seyir içerisinde Çin’in Türkiye üzerinde ciddi bir nüfuza ulaştığı da iddia edilebilir. Nitekim hükümetin Uygur sorunundaki sessizliği, ticaret açığını kapatacak adımların bir türlü atılamaması ve en son aşı konusunda Çin’e karşı alternatifsiz kalınması da bu iddiaların altının boş olmadığını gösteriyor.
Peki, “Çin karşıtlığı” ve “ABD yandaşlığı” yaftalamalarının ve spekülasyonlarının ötesinde karşılıklı bağımlılığın ürettiği bu doğal ve rasyonel durum nasıl sorgulanabilir? Bu durum yönetilebilir mi? Bu sıkışmışlıktan kurtulmanın yolu var mı?
Teorinin bize sağladığı birkaç kavramsal araçtan biri ülkeler arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan sorunlarda hiyerarşik önceliklerin olmamasıdır. Yani her konu ya da sorun, ister “aşı” olsun ister “suçluların iadesi” olsun, kendi içinde bir anlam ifade ettiği gibi küreselleşme sebebi ile bu ülkelerin dışındaki diğer ülkeler, kurumlar ve hatta değerler için de bir anlam ifade eder. Karşılıklı bağımlılık sadece iki ülke arasında değil küreselleşme dolayısıyla aynı anda birden fazla aktörle birlikte ortaya çıkar ve yönetim süreci de ister istemez bu küresel ilişki ağlarını da dikkate almayı gerektirir.
Kısacası bu tarz asimetrik bağımlılıklarda daha zayıf ve güçsüz aktörleri koruyan temel unsur diğer aktörlerle birlikte oluşan çok taraflı kurumsal, hukuki ve normatif bağlardır. Bu bağlar ne kadar yoğun olursa bağımlılıktan doğabilecek her türlü siyasi, ekonomik ve hatta askeri baskı farklı dinamiklerle yönlendirilebilir.
Patreon aracılığıyla Perspektif’e destek verebilirsiniz.
DESTEK VER!
İran nükleer krizinden Filistin-İsrail çatışmasına kadar bir çok olayda küresel kurumların, uluslararası hukukun ve sivil toplum kuruluşlarının ne kadar etkin birer araç olarak ortaya çıktığı inkar edilemez. Bugün sadece Türkiye değil Çin ile ilişkileri karmaşık bir bağımlılık sürecine girmiş bütün ülkeler ve kurumlar için Çin’in ulaştığı bu gücün kontrolü ancak kurumsal, hukuki ve çok taraflı ilişki ağları ile mümkündür.
Çin’in Kontrolsüz Büyük Güç Deneyimi
Yukarıda teorik zeminini kısaca tartıştığımız bu çözüm aslında Çin’in yükselişinin ilk emarelerinin görünmeye başladığı 2000’li yılların başında uygulandı. 2010’lu yıllara kadar Çin’in ulaştığı ekonomik büyüme ve bunun siyasi, sosyal ve kültürel etkileri mevcut uluslararası kurumlar içinde eritilebildi. Bu dönemde Çin de çok taraflılık, uluslararası kurumlar, müzakere, istişare ve konsensüs gibi kavramları savundu.
Ancak yaklaşık on yıldır Çin mevcut küresel kurumlar ile hukuki ve normatif düzen bakımından ayrışmaya başladı. Bu ayrışma Çin-ABD ilişkilerinde sıklıkla tartışıldı ancak bunun küresel düzene yansımaları ve bu ayrışmanın mesela Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumlar ya da Pakistan, Sri Lanka ve Myanmar gibi Çin’den daha zayıf ve güçsüz ülkeler üzerindeki ayrıştırıcı etkisi yeterince tartışılmadı. Bugün bu değerlendirmelere daha fazla ihtiyaç duyuyoruz çünkü Çin’in ulaştığını iddia ettiği ve ABD ile ilişkilerinde belirleyici bir unsur olarak görmek istediği “büyük güç ilişkisi” bizi buna zorluyor.
Çin’in “büyük güçler” ile geliştirdiği ilişkilerde vurguladığı çok taraflılık, konsensüs, istişare vs. gibi kapsayıcı söylemler kendinden daha zayıf ve güçsüz ülkelerle kurduğu ilişkilerde geçerli değil. Mesela Çin, Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında ikili anlaşmalar (çok taraflı değil) imzalıyor, ülkeleri borçlandırıyor, kurumlar değil kişiler üzerinden ilişki geliştiriyor. Sadece bu farklılık bile Çin’in uluslararası düzen fikrinin oldukça “hiyerarşik” olduğunu gösteriyor.
Kadim “haraç sistemi-tribute system”nde olduğu gibi Çin’in merkezinde yer aldığı ve diğerlerinin bu merkezin etrafında çeşitli mekanizmalarla ekonomik, siyasi ve askeri biat ilişkileri geliştirdiği bir düzenin emareleri uzun zamandır ortada. Örneğin Pekin; Güney Çin Denizi, Tayvan, Senkaku/Diaoyu adası veya etnik azınlıklara dair sorunlarda eşit hakları ve ilişkileri vurgulayan hukuki kurumlar ve ilkeler yerine sıklıkla kaba güç ve ekonomik araçlarla sorunları çözmeye çalışmaktadır.
Bunun en temel sebebi Çin’in muhataplarını kendisi ile eşit bir statüde görmemesidir. Nitekim ABD ile de ısrarla “yeni büyük güç ilişkisi” talebinin altında da aynı zihniyeti görmek mümkündür. Bu hiyerarşi Çin tarafından her ne kadar siyasal söylem düzeyinde reddedilse de yukarıda bahsedildiği gibi politika uygulama aşamasında açık bir şekilde ortaya çıkıyor.
Bu aşamada Çin’in büyük güç olma hikâyesinin ve sonuçlarının aynı diğer büyük güçler gibi doğal bir süreç olduğunu vurgulamak gerekir. Çinlilerin de sıklıkla düştüğü “istisnacılık” tuzağına düşmemek için Çin’in diğer yükselen güçler ile benzer bir yol izlediğini söyleyebiliriz. Ancak birçok yorumcuyu “istisnacılık” tuzağına düşüren şey günümüzdeki siyasal, ekonomik ve sosyal dönüşümün oldukça hızlı olmasıdır.
Bu çerçevede Çin de aynı ABD, Almanya ve diğer ülkeler gibi büyüme macerasına devam ederken bu büyümeyi maksimize etmek ve daha fazla kazanç sağlamak için rasyonel planlar ve stratejiler kurgulayan bir ülkedir. Daha teorik bir tartışmanın kısa özeti olarak Çin; Hegelyan bir devlet geleneğini büyüme, refah ve kalkınma gibi rasyonel amaçlarla Weberyan bir geleneğe dönüştürmüştür.
Devrimin yaklaşık ilk otuz yılı boyunca neredeyse bütün Çin toplumu devrimin kurucu değerleri için büyük fedakarlıklarda bulunarak ideolojik bütünlüğü sağlamak amacıyla ekonomik ve insani maliyete rağmen devletle kenetlenmişti. 1978 yılındaki açılım reformlarının ardından reform kararlarını uygulayan siyasi ve bürokratik elit ile beraber bireylerin rasyonel çıkarlarının peşinden koştuğu bir devlet modeli ortaya çıktı. Devletin bu dönüşümü özellikle ekonomik büyüme ve kalkınma hikayesine baktığımızda oldukça başarılıdır.
Aslında siyasi, sosyal ve kültürel güç unsurları açısından değerlendirildiğinde, her ne kadar Batı’dan otoriter rejim eleştirisi gelse de, Çin’in kendi iç dinamiklerini dış dinamikleri ile oldukça uyumlu sürdürdüğünü söylemek mümkün. Çünkü yukarıda bahsedilen Batılı devlet dönüşümleri ile beraber içeriden yükselen Konfüçyen geleneğin eleştirisi de devleti sürekli olarak dinamik tutmaktadır.
Örneğin Çin Komünist Partisi hala Leninist bir “öncü parti” olarak toplumda devrimin değerlerini korumak ve devleti tam anlamı ile sosyalizme ulaştırmak amacını taşısa da bunu yaparken Çin tarihini, geleneğini ve kültürünü de bu dönüşümün bir parçası haline getirmeye çalışmaktadır. Çin’in en önemli kamu diplomasisi araçlarından biri olan Konfüçyüs Enstitüleri’nden son yıllarda Xi Jinping özelinde ortaya çıkan yeni liderlik tipolojisine atfedilen değersel anlamlara kadar Konfüçyanizm’in Çin devleti için vazgeçilmez anlamları bulunmaktadır.
Çin’de ekonomik ve sosyal dönüşümün ortaya çıkardığı tartışmalar devletin yeni bir formda ve nasıl dönüşeceğine dair tartışmaları ortaya çıkarırken bu tartışmaların dış politikadaki yansımaları da oldukça belirleyici olmuştur. Hegelyan devlet geleneğinin kolaylıkla kutsayacağı “ideoloji merkezli” dış politika, üçüncü dünyacılık ve Maoculuğun uluslararası komünizm tartışmalarında üçüncü bir yola doğru evirilmesi Çin dış politikasını uzun yıllar boyunca devrimci bir retoriğe mahkûm etmişti.
Weberyan dönüşüm ise ortaya Deng Xiaoping gibi rasyonel ve pragmatist bir siyasetçiyi ortaya çıkarırken dış politikada küresel kurumlar, büyük güçler ve diğer ülkelerle kural merkezli ve eşit ilişkiler vurgulanmıştı. Bugün Çin dış politikası aynı Çin devleti gibi yeni bir dönüşümün eşiğinde ve bu eşik sadece Çin vatandaşlarını değil dünya vatandaşlarını da ilgilendiriyor.
Bir bakıma Çin, “Çin tarzı sosyalizm”, “Çin rüyası” vb. gibi Çin iç siyasetinde oldukça kullanışlı söylemlere benzer bir şekilde Çin tarzı bir uluslararası düzenin ortaya çıkışını yavaş ve emin adımlarla kurguluyor. Bu yeni düzen teklifini şimdilik tanımlamak çok kolay olmasa da özellikle Çinli akademisyenlerin son zamanlarda pek de alışık olmadığımız dış politika ve dünya düzeni tartışmaları bize bazı ipuçları veriyor. Örneğin Yan Xuetong’a göre Çin yeni dönem uluslararası ilişkilerini “ittifaklar” üzerinden kurgulamalıdır. Deng Xiaoping’den bu yana ittifakları Soğuk Savaş’ın arkaik stratejisi olarak gören Çin için bugün ittifaklar neden makul bir strateji haline geldi?
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
ornek @ mail.com
Submit
Yan Xuetong’a göre bunun sebebi Çin’in yükselişinin artık dijital bir çağda ve teknolojik bir rekabet içerisinde gerçekleşecek olmasıdır. Huawei vakası, 5-G tartışmaları ve ABD ile ticaret tartışmalarının gösterdiği gibi Çin’in ABD karşısında büyümesini sürdürmesi için yeni bir stratejiye ihtiyacı vardır. Her ne kadar bu görüşün karşısında bazı düşünceler olsa da artık Çin’in dünya siyasetini daha fazla etkileyeceği ve dönüştürücü gücü daha yüksek bir döneme girdiğimiz iddia edilebilir.
Çin-Türkiye İlişkilerinde Kontrol Mekanizmaları
Türkiye-Çin ilişkileri ise tam da böyle bir dönemde gelişmeye ve dönüşmeye devam ediyor. Ancak yukarıda bahsedildiği gibi Türkiye’de ne Çin’in büyüme dinamikleri ne de bu dinamiklerin ikili ilişkilere, bölgesel ve küresel sorunlara etkisi tartışılıyor. Aksine dünya siyasetinin bu dönüşüm sürecinde neredeyse bütün tartışmalar kategorik “Çin karşıtlığı” ve “ABD yandaşlığı” gibi daha çok Çin medyasında tartışılan ve Çin kamuoyuna yönelik tartışmalar içinde boğuluyor.
Halbuki Türkiye, Çin’in “büyük güç” davranışlarına karşı alternatifler üretmek ve dış politika stratejileri kurmak zorunda. Çin’e sadece ekonomik ilişkiler perspektifi ile bakmak meselenin birçok yönünün ıskalanmasına sebep oluyor. Türkiye Çin’e karşı oluşan asimetrik bağımlılık dolayısıyla ortaya çıkan sorunlara karşı Çin’in gücünün kontrol edilmesini mümkün kılacak bir uluslararası düzende ısrarcı olmalıdır.
Aşı ve suçluların iadesi anlaşmasının da gösterdiği gibi Türkiye’nin Çin ile kuracağı ilişkilerde oldukça hassas bir denge yakalamak gerekiyor. Bu dengenin bir yönü kesinlikle Çin ve Türkiye’nin teke tek kalmamasıdır. Çin hükümeti salgının başından beri “Çin virüsü” söylemini aşmak ve bir başarı hikayesi yazmak için elinden gelen her şeyi yaptı ve yapmaya devam ediyor. Ancak bu hikâyenin gerçeklerle ilişkisinin kurulması şeffaflık gibi sorunlar dolayısı ile oldukça zor.
Türkiye’nin karşısında neredeyse bütün sivil alanı kuşatan “kamusal bir güç” olarak “kamusal alan” üzerinde tahakküm kurmuş güçlü bir devlet var. Bunun Çin açısından tarihsel tecrübesi ve devletin resmi ideolojisi açısından bir karşılığı olabilir. Ancak Çin’in muhatap olduğu kalkınmış ve kalkınmakta olan birçok ülke için bu durum geçerli değil.
Avrupa ve ABD başta olmak üzere Türkiye gibi Çin ile ilişkilerini belirli ekonomik önceliklerle sürdüren ülkelerin birçoğu iktidarı bütün bir kamusal alan üzerinde otoriter bir tahakküm aracı olarak değil kamusal ve sivil ayrımı üzerinden iktidarı paylaşan ve özgürlükleri önceleyen bir anlamda kullandılar. Ancak Çin’in etkisi ve nüfuzu arttıkça özellikle Çin’den daha zayıf ve güçsüz ülkelerde bu noktalarda ciddi zaaflar oluşmaya başladı. Kısacası Çin’in kendine özgü siyasi yapısı ve hükmetme biçimlerinin dışarıdaki yansımaları diğer ülkelerin ulusal çıkarları ve siyasi yapıları ile bir çatışma içine girdi.
Sonuç olarak Türkiye ve Çin ilişkileri gereğinden fazla anlamlar yüklenerek olması gereken rasyonel stratejik değerinden farklı bir şekilde tanımlanamaz. Gerek karşılıklı bağımlılığın teorik çıkarımlarının açıklayıcılığı gerekse de ikili ilişkileri belirleyen yapısal faktörler mevcut ilişkilerin uluslararası düzendeki kurumsal, hukuki ve normatif ilkeler çerçevesinde ele alınmasını zorunlu kılıyor.
Türkiye mevcut küresel düzen içinde daha revizyonist bir tutum sergilese bile bunu mevcut kurumların ve normatif ilkelerin çerçevesinde dile getirmesi gerekir. Eğer Türkiye ikili ilişkileri Makyavelist bir perspektif ile bağımlılıktan, normlardan ve kurumlardan uzak bir şekilde çıplak güç üzerinden kurgularsa Çin’in Makyavelizmi’nin son kertede Türkiye’ye diz çöktürecek bir hamle olduğu apaçık ortadadır.