Cemil Meriç
Beşir Ayvazoğlu 01 Ocak 1970
Cemil Meriç ismiyle ilk defa ya Hisar dergisinde mi karşılaşmıştım yahut Hareket’te… Hem daha dün gibi, hem aradan sanki asırlar geçmiş. Yazıları “Fildişi Kuleden” genel başlığı altında yayımlansa da “dâvâsız bir sanat meczubu” değildi o. “Fildişi Kule”sinde hazırlanıp silahlarını kuşandıktan sonra kafalarımızı ve gönüllerimizi fethetti. Bir sömürge aydını gibi mırıldanmıyor, fatih ataları gibi meydan okuyordu. “Muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir istikbâle bağlayacak köprü olmak isterdim” diyen yiğit bir adamın, düşüncenin bütün mabetlerini tavaf etmiş, fakat sonunda “Bu Ülke”de karar kılmış muhteşem bir gezginin sesiydi bu.
Bu Ülke, matbaadan henüz çıkmış olmalıydı, buram buram mürekkep kokuyordu. Bense büyük şehrin kargaşasına yeni düşmüş, neye uğradığını şaşırmış bir hâlde yolunu bulmaya çalışan ve onu fildişi kulesindeki çığlıklarından tanıyan kitap ve şiir meraklısı bir genç… Bir çay bahçesinde, bir ağacın gölgesinde, bir belediye otobüsünde okuyup bitirdiğim Bu Ülke… Bu Ülke değil, dünyalar benimdi artık.
Öfkenin ve sevgisizliğin kol gezdiği karanlık günlerde, onun gür sesi mensup olduğum nesil için bir cesaret ve teselli kaynağı olmuştu. Çok genç ve donanımsızdık, yolumuzu el yordamıyla bulmaya çalışıyorduk. Güçlü bir sesin, “Doğru yoldasınız çocuklar, cesaret!” demesi gerekiyordu. Cemil Meriç’in sesi işte öylesi bir sesti, farklıydı, etkileyiciydi. Medyadan güç alan solcu ve Batıcı entelijansiyanın ağır baskısı yüzünden pısırıklaşarak savunmaya çekilen “yerli düşünce”, ondan aldığı cesaretle kendini daha güçlü bir biçimde ifade etmeye başlamıştı. Bu Ülke bir can simidi gibiydi.
Niçin mi? Çünkü Cemil Meriç, “Murdar bir hâlden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir,” diyor ve sonra ekliyordu: “Gerici, ilerici… Düşünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar, düşünce hürriyeti ve düşünce namusu.” Çünkü Cemil Meriç, “Argo kanundan kaçanların dili. Uydurma dil tarihten kaçanların…” diyordu. Çünkü Cemil Meriç, “İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşelerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı!” diyordu.
Bu yalınkılıç cümleler, muhafazakârların bütün temel tezlerini kısa yoldan ve öylesine çarpıcı ve kendinden emin bir üslûpla dile getiriyordu ki, o zamana kadar belki de sadece Hisar dergisi okuyucularının tanıdığı bu şaşırtıcı adam, tahtını ilk kitabıyla (daha doğrusu bizim bildiğimiz ilk kitabıyla; Saint Simon ve Hind Edebiyatı adlı kitaplarından henüz haberimiz yoktu) düşünce hayatımızın ortasına kuruverdi. Genç yaşta gözlerini kaybettiğini öğrenince, ona duyduğumuz saygı ve hayranlık bir kat daha artmıştı. Her cümlesi ruhumuzu okşayan, kendimize güvenimizin artmasını sağlayan birer vecizeydi: “Kıt’aları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar.”
***
Batılılaşma meselesinin en fazla tartışıldığı yıllardı. Kemal Tahir’in romanlarını ve Attila İlhan’ın bazı tespitleriyle hoşumuza giden Hangi Batı’sını okuyordum. Hem Batılılaşma meselesine, hem de Osmanlı tarihine ve kültürüne farklı bakış açıları getiren, kültürel iktidar odaklarına mensup aydınlar tarafından yazıldıkları için de -itiraf etmeli- ilave bir itibara sahip olan bu kitaplar, Bu Ülke yayımlandıktan sonra -pabuçları dama atılmamışsa da- ikinci üçüncü sıraya düşmüştü. Çünkü Cemil Meriç eveleyip gevelemiyor, söyleyeceğini doğrudan söylüyordu:
“Tanzimat sonrası aydınlara en yakışan sıfat müstağrip. Edebiyatımız bir gölge-edebiyat; düşüncemiz bir gölge-düşünce”; “İrfanından kopan entelijansiyanın kaderi suya nakışlar çizmek”, “Avrupalı Osmanlı ülkesine papaz ihraç eder. Hıristiyanlığa davet mi? Ne münasebet! Tek emeli Osmanlı’yı dinsizleştirmek, yani ‘etnik bir toz’ hâline getirmek. Bir kelimeyle: Dinsizlik, Batı’nın yükselen sınıfları için ne kadar hayırlıysa, bizim için o kadar meş’umdur; onlar için ilerleyiş bizim için çözülüş ifade eder.”
Bu Ülke’yi ilk okuyuşumda neler hissettiğimi anlatmakta zorlanıyorum. Gri kapaklı ilk baskının bütün satırlarını, hiç de âdetim olmadığı hâlde çizmiş ve kim bilir kaç kişiye okutmuştum. Öyle anlaşılıyor ki, benim Bu Ülke’mi son müşterisi unutturup iade etmemiş. Tuhaftır, Bu Ülke’nin daha sonra edindiğim yeni baskılarını da kaybettim. Demek ki sevdalısı çok.
Derken Umrandan Uygarlığa, Mağaradakiler, Bir Dünyanın Eşiğinde… Sonra Kırk Ambar, Bir Fâcianın Hikâyesi, Işık Doğudan Gelir… Dergiler onunla röportaj yapmak için yarışıyor, fikir hayatımız âdeta bir Cemil Meriç çağını yaşıyordu. O bir yıldızdı artık; fildişi kulesinde gözlerini kaybetmek pahasına biriktirdiği hazinesindeki zenginlikleri cömertçe saçıyordu. Gözlerimiz mücevher parıltılarıyla kamaşmıştı.
Gözleri gören biri, gözlerini kaybedenlerin neler hissettiklerini tasavvur bile edemez. Cemil Meriç’in çektiği büyük acının mahiyetini az çok kavrayabilmek için Jurnal’ini beklemek gerekiyordu. Bu kitabı özetlemem istenirse, tek kelimeden ibaret bir cevabım var: Izdırap… Izdırabın, sadece kalbinde ve beyninde değil, özel hayatında da Cemil Meriç’i hiç terk etmediğini, Jurnal’i okurken her cümlesinde derinden hissediyorsunuz.
Okumayı hayat tarzı hâline getirmiş birinin genç yaşta gözlerini kaybetmesi ne demektir? Düşüncesi bile insanın içinde zelzelelere yol açıyor. Tek Parti devrinin işkenceye dönüşen takibi ve baskısı altında yaşanan bir gençlik dönemi, ardından kararan bir dünya ve bu karanlık dünyada ışık peşinde koşan; ye’si, isyanları, şüpheleri, öfkeleri, ümitleriyle serâpâ bir insan; doğru bildiğini önünü arkasını düşünmeden söyleyen bir adam, yani hâlis bir entelektüel.
***
1955 yılında yazmaya başladığı Jurnal, Cemil Meriç’i bütün beşerî taraflarıyla gözlerimizin önüne sermektedir. Kitaplarında karşımıza birer dev olarak çıkan öyle yazarlar vardır ki, hususi mektuplarında ve eğer kendilerini tashih etmek maksadıyla yazmamışlarsa günlüklerinde cücelikleri hemen ortaya çıkar. Bence Cemil Meriç, daha önce okuduğumuz kitaplarında neyse, Jurnal’inde de odur. Belki kendisini Jurnal’inde değil, kitaplarında belli ölçüde tashih ettiğini söyleyebiliriz. Bunu da tabii karşılamak gerekir. Çünkü hiçbir yazar, okuyucusunun karşısına kendisine çekidüzen vermeden çıkamamıştır.
Doğrusu ben Cemil Meriç’in üslûbunun ve birçok konudaki düşüncelerinin 1960’tan önce daha farklı olduğunu zannederdim. Jurnal, onun fikrî hayatında ve üslûbunda hiçbir âni değişmenin yaşanmadığını, üslûbuyla düşüncesinin birlikte teşekkül ettiğini göstermektedir.
Cemil Meriç, “doğru” bildiklerimizi bize bir başka üslûpla söylüyordu; düşüncenin, irfanın bütün ufuklarında gezinmiş ve sonunda Bu Ülke’de karar kılmış bir gezginin eminliği ile… Onun eserlerinde kendimizi düşüncenin sınır tanımayan ufuklarında bulmuştuk; gözlerimiz onun zengin irfanının parıltılarıyla kamaşmıştı. Çarpıcı olan, bize bu genişlik ortasında, bu parıltılar arasından seslenerek içinden geldiğimiz tarihin ve kültürün büyüklüğünü anlatmasıydı. Evet, muhteşem bir üslûptu bu. Sonradan edinilmiş değil, onun düşünce dünyasıyla birlikte teşekkül etmiş, dolayısıyla irfanına ve düşünüş tarzına zaruri olarak bağlı, taklit edilemez bir üslûp…
En eski kelime, o kullandığı zaman yepyeni kesiliyor, en yeni kelime birden bütün bir geçmişi yükleniyordu. Dil onun için bizim anladığımızdan başka bir şey, belki bir ideoloji, bir bakış, bir kavrayış tarzıydı. Düşüncesini hangi kelimeyle daha iyi ifade edebiliyorsa, o kelimeyi kullanıyordu. Bütün aklı başında adamlar gibi, daracık bir lügatle düşüncenin gelişip serpilemeyeceğini çok iyi biliyor, uydurma dili tarihten, hatta düşünceden kaçanların dili olarak görüyordu.
Dilinin zenginliği ve üslûbunun kıvraklığı sayesinde, zengin birikimini ve düşüncesini çok kolay aktaran Cemil Meriç, en çetrefil meseleleri anlatırken bile, heyecanlı bir maceradan söz ediyormuş gibi, soluk soluğa takip etmemizi sağlardı. Birbirini takip eden düşünceler öylesine kendiliğindendi ki, “Hayret!” derdiniz, “Bunları ben niye daha önce düşünemedim?”
Cemil Meriç, düşünce dünyasında mıymıntı bir gezgin gibi değil, bir fatih gibi dolaşıyordu. Fatih atalarının çakırkeyif, derbeder, serâzâd, tehzib, nâzenin, arzıendam, dildâde, abes, perestiş, ustûre vb. gibi, uydurmacıların tüylerini diken diken eden kelimelerini onun için çok sever. “Devrik cümle”yi de irfanının şiire açılan ufuklarını genişletmek için kullanırdı.
Bu üslûbun büyüsüne kapılmıştık ve dünyaya artık Cemil Meriç adesesinden bakıyorduk. Her cümlesi yepyeni bir ufku işaret ediyordu. Konuşmaya başladığım zaman, konuşan ben değildim, Cemil Meriç’ti. Yazarken üslûbum onun üslûbuna kayıyordu. Bize okullarda hiçbir şey öğretilmediğini onu okumaya başladıktan sonra fark ettik. Zavallı cücelerdik, bu ufuklara ulaşabilmek için bu dağları nasıl aşacaktık? Niçin böyle silahsız ve techizatsız bırakılmıştık? Ne Doğu bildiğimiz Doğu’ydu, ne Batı bildiğimiz Batı! Ya Osmanlı? Hiç bir şey bize öğretildiği gibi değildi, hiçbir şey!
***
Cemil Meriç, uzun yıllar yabancı iklimlerde dolaştıktan sonra Bu Ülke’ye, yani eve nasıl dönmüştü? Aslında Fransız mandası altında yaşayan Hatay’da bütün Türk gençleri gibi Cemil Meriç de önceleri Türkçüydü; fakat bir gün Büchner’in Madde ve Kuvvet’ini okudu ve bütün hayatı değişti. Artık o bir ateistti. Lise yıllarında okuduğu Marksist klasiklerin tesiriyle de maddeciliğe yöneldi, hatta İstanbul’a okumak için geldiğinde Nâzım Hikmet ve Kerim Sadi gibi ünlü sosyalistlerle tanıştı.
O güne kadar tek işçinin bile elini sıkmadığı hâlde Marksistlik iddiasında bulunan genç düşünür, bunun gerçeklerden bir çeşit rüyaya kaçış olduğunu çabuk fark etmişti etmesine, ama bu arada Hatay hükümetini yıkmaya teşebbüs ettiği iddiasıyla tutuklanıp idamla yargılanmış, sonunda beraat etmesine rağmen bütün tanıdıkları kendisiyle selamı sabahı kestikleri için aşağı yukarı yirmi yıl bir Jan Valjan hayatı yaşamak zorunda kalmıştı. Bu hayatı onun için çekilir kılan kitaplardı; engin tecessüsü ve Antakya Sultanisi’nde öğrendiği kuvvetli Fransızcası sayesinde Avrupa kültürüne açıldı. Bu öyle bir açılıştı ki, kendi ifadesiyle, coğrafyasında Asya yoktu ve sadece diliyle Türk’tü.
Hind dünyasını bir Avrupalının, Romain Rolland’ın kılavuzluğunda keşfeden Cemil Meriç, ondan “ilk hocam” diye söz ediyordu; ama dikkatini Ganj kıyılarına asıl çeken Scophenhauer ve Schelling oldu. Keşfettiği elbette Avrupalının gözüyle Asya’ydı, ama Asya… Büyü bozulmuş ve tek Avrupa olmadığını da o zaman anlamıştı. “Olemp’i ararken Hind çıkmıştı karşısına.” Bunun da bir kaçış, bir arayış olduğunu bilecek kadar tecrübeliydi, ama ‘Vedalar Çağı’nı incelemeden on dokuzuncu asrı doğru anlamanın mümkün olmadığını artık biliyordu. Böyle meselelerle oyalanmanın bir çeşit kaçıklık olarak görüldüğü bir kültür ortamında yıllarını “düşüncenin, hürriyetin vatanı” olarak gördüğü Hind’e veren ve oradan “tesamuh”u, “düşüncenin gökkuşağını bütün renkleriyle sevmeyi”, “peşin hükümlerin mahpesinden kaçmayı, hakikatin çeşitli yönlerine eğilmeyi, hayatın her tecellisine saygı beslemeyi” öğrenen Cemil Meriç’in öğrendiği bir gerçek daha vardı: “Ex Oriente lux”, yani “Işık Doğu’dan gelir!”
***
Cemil Meriç, heyecanlarla dolu Hind macerasını, 1964 yılında yayımlanan Hind Edebiyatı’yla taçlandırdı. Dört yılda yazdığı ve “harf harf hayatını işlediği” bu eser, aynı zamanda onun yayımlanan ilk telif eseriydi. İyi ama, ne zamana kadar Ganj kıyılarında oyalanacaktı?
Bir gün Konya’ya giderken yol arkadaşlığı yaptığı üniversiteli bir genç, “Sen bizden değilsin!” deyiverdi. Kendisini dinleyelim:
“Evet, ben onlardan değildim. Ama onlar kimdi? Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu hüküm hakikatin ta kendisi idi. Tanzimat’tan bu yana Türk aydınının alınyazısı iki kelimede düğümleniyordu: Aldanmak ve aldatmak. Bu lânet çemberinden nasıl kurtulacağız? Gerçeği görmek, hatayı sonuna kadar yaşamakla mümkün. Yığın Avrupalılaşırken aydınlar Türkleşmeli. Ve çalışmağa başladım. Spinoza kırk dört yaşında ölmüş, Nietzsche kırk dört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırk dört yaşından sonra buldum.”
Genç düşünürün bulduğu yol Bu Ülke’ye, yani kendi ülkesine çıkıyordu. Gözlerini kaybettiğinde yaşadığı trajedinin bir benzerini de bu yol ayrımında yaşadı: Aralarında kendini daha rahat hissettiği aydınlarla artık aynı dili konuşmuyor; fakat yeni dilini az çok anlayanlarla birlikte olmaktan da pek hazzetmiyordu. Kendini ne “sağ”da hissediyordu, ne “sol”da. Çaresiz, “Fildişi Kule”sine çekilerek düşünmeye ve yazmaya başladı. Esasen dış dünyaya kapanıp iç dünyaya açılan gözleri onu bu kuleye kapanmaya zorluyordu. İç dünyasında “Doğu’nun ışığı vardı ve onun Doğu’su artık Hind’le sınırlı değildi; engin tecessüsü bütün Doğu’yu kuşatmak istiyordu. Düşünce dünyasının yıldızları arasında artık sadece Homeros, Eflatun, Marks, Nietzsche, Balzac, Victor Hugo gibi Batılı şair, yazar ve filozoflar değil, Biruni, İbn Rüşd, İbn Haldun, Gazali, Fuzuli, Baki, Ahmed Cevdet Paşa ve Bediüzzaman gibi Doğulular da parlıyordu.
***
Cemil Meriç’in her daha önce edinilmiş kanaatlerimizi sarsıyor ve önümüzde yeni ufuklar açıyordu. Çok iyi hatırlıyorum: Ortadoğu gazetesindeki “Fildişi Kule”sinde 23 Haziran 1974 tarihinde yayımlanan “Hasbî Tefekkür” başlıklı yazısı okuyunca, o tarihe büyük kadar hırsla okuduğum Hilmi Ziya Ülken’den bir anda soğumuştum. Üstad, o zaman kesip kırk iki yıldır sakladığım bu yazıyı Hilmi Ziya’nın ölümü üzerine Erol Güngör tarafından yazılan ve aynı gazetenin 16 Haziran 1974 tarihli nüshasında yayımlanan “Hilmi Ziya Ülken İçin” başlıklı yazı vesilesiyle kaleme almıştı.
Cemil Meriç’e göre Erol Güngör, yazısında soğukkanlı bir ilim adamı gibi değil, mâtemzede bir dost olarak konuşmaktaydı. Hasbî tefekkür de ne demekti? “Sanat için sanat” gibi bir yalan! Düşünmek, muammalar çözüp karanlıkları aydınlatmak ve savaşmaktı. Hasbî tefekkür, bırakın asırlardır ihanet ve husumetlerin boy hedefi olan bir milletin çocuklarını, ana tezatlarını halletmiş milletler için bile lüks sayılırdı.
Bu sefil yalanın mucidi, Cemil Meriç’e göre eski Yunan, yani esir iskeletleri üzerinde yükselen o korsanlar ülkesiydi. Bu ülkenin filozof cübbesine bürünen aylakları can sıkıntısından kurtulmak için hasbî düşünceye iltica etmişlerdi. “Hasbî düşünce, namussuzlukların en müraisi, hodbinliklerin en sefili” idi.
Geleceğinden emin olmayan, hiçbir meselesini çözemeyen bir dünyada hasbî düşünce zaten mümkün değildi. Bu sıfat ancak istibdat karşısında diz çöken düşünce için kullanılabilirdi. Ceberutların takdir ve tahsinine mazhar olan bu sahtekârlığın gerçek düşünceyle bir münasebeti olamazdı: “Evet, düşünce adamı hiçbir zümrenin kulu değildir. Herhangi bir merkezden emir almaz. Bir partiye bağlı olmayabilir. Ama tarihe angajedir, kucağında yaşadığı topluma angajedir. Yani vatandaş olarak vazifeleri vardır: Belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması lâzımdır. Başlıca vazifesi: Bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek…”
O hâlde Erol Güngör’ün dediği gibi, Hilmi Ziya’nın ölümüyle hasbî tefekkür devri gerçekten kapanmışsa, buna sevinmek gerekirdi. “Şüphe yok ki bu ölüm hepimize terbiyeli bir dost, kibar bir İstanbul efendisi ve nesli inkıraza yüz tutan bir İkinci Meşrutiyet, daha doğrusu Mütareke devri aydını kaybettirdi. Fakat zavallı üstad, bir fikir adamı olarak yaşıyor muydu?”
Cemil Meriç, bundan sonraki cümlelerinde, bence Hilmi Ziya’ya biraz fazla yüklenmişti: “Bir kütüphane faresiydi o, bir fikir Don Juan’ıydı. Ne bir iddianın, ne bir inkârın temsilcisi. Çeşitli mabetlerin eşiğinde çile doldurmakla geçti ömrü. Pencereden seyretti içerisini. Hakîmane bir teslimiyetti. En zinde mukavemetleri güve gibi kemiren bir teslimiyet… Reculiyetini kaybeden tefekkürdü. Ne Marksizm’e kur yaparken ciddîydi, ne Marksizm’e reddiye yazdığı zaman. Kütüphane raflarını çökerten eserlerinde kendisine ait tek kanaat bulamazsınız; bulamazsınız, çünkü o her gün yeni bir kanaatin taşıyıcısıydı. Her okuduğu kitapla yeni bir hüviyet kazanan seyyal bir şahsiyet…”
Hilmi Ziya’yı hasbî düşünce mitosu mahvetmişti, çünkü Cemil Meriç’e göre, sosyal ilimlerde hasbîlik olamazdı; hasbîlik kavgadan kaçmak, düşmana hizmet etmek demekti, yalanların devamını sağlamaktı. Hâlbuki o nesle tarihin bekçisi olmak düşerdi. Hilmi Ziya ve nesli, hiçbir haksızlığa “dur” diye haykırmak cesaretini gösteremedi. O hiçbir soyguna katılmamıştı, doğru, ama Kırk Haramiler’in bahşiş ve sadakalarıyla yaşamıştı. Yetmiş yıllık hayatında tek bir kavga bile yoktu. Felsefenin Ahmed Midhat Efendisi’ydi Hilmi Ziya, sonra müsteşrikliğe geçmiş ve İslâm’ı bir Hıristiyan gibi görmüş, bir Hıristiyan gibi anlatmıştı.
Cemil Meriç’in yazısı gerçekten son derece çarpıcıydı. Ne yazık ki Hilmi Ziya’nın cevap verebilme şansı yoktu. Erol Güngör cevap vermiş miydi, hatırlamıyorum. Ama bizim Hilmi Ziya hakkında o zamana kadarki kanaatlerimiz altüst olmuştu.
Cemil Meriç’in hasbî tefekkür ve Hilmi Ziya Ülken hakkında yazdıklarında yüzde yüz haklı olduğundan emin değilim; ama “Hasbî Tefekkür” yazısında çizdiği -ve galiba biraz da kendisini tarif ettiği- aydın portresini bugün de yüzde yüz benimsiyorum. Gerçek aydın, Cemil Meriç’e göre, zamanının irfanına sahip olan adamdır; ülkesinin dilini, edebiyatını ve tarihini bilir. Dünyadaki belli başlı düşünce akımlarından da haberdardır. Peşin hükümlere iltifat etmez; olayları kendi kafasıyla değerlendirir. Başlıca vasıfları dürüst, uyanık ve cesur olmaktır. Bilgi hamalı değildir entelektüel, hakikat uğruna her savaşı göze alan bağımsız bir mücahittir.
***
Cemil Meriç’in “Hasbî Tefekkür” yazısında Hilmi Ziya’yı eleştirirken önemle vurguladığı bir husus daha vardı: “Yaşayan düşünce Hilmi Ziya’dan habersiz gelişti. Bir Ziya Gökalp’ın, bir Peyami Safa’nın, hatta bir Mümtaz Turhan’ın şakirtlerinden söz edebiliyoruz. Hilmi Ziya’nın şakirtleri nerede?”
1970’lerde düşünce dünyamızdan bir kuyruklu yıldız gibi geçen Cemil Meriç’in eserlerinden yayılan ışıklar, düşünce dünyamızı 2000’lere kadar aydınlatmaya devam etmişti. 1990’ların sonunda, İstanbul’da bir kültür merkezinde yapılan “Cemil Meriç Günleri”ni hatırlıyorum. Salon iki gün boyunca onun “şakirt”leriyle dolup taşmıştı. O günlerde yayımlanan bir yazımda, “Bu demektir ki Cemil Meriç eskimemiştir ve eskiyecek gibi görünmemektedir,” demişim.
Bazı düşünce adamları vardır; aktüaliteye ve yaşadıkları zaman dilimindeki hâkim kanaatlere fazla bağlı kaldıkları için çabucak eskirler; yazdıkları azami üç beş yıl içinde okunmaz hâle gelir. Bu yüzden şakirt edinemezler. Bazıları da vardır ki, aktüalite onlara değil, onlar aktüaliteye hâkim olur ve yukarıdan konuşurlar; persepektifleri çok geniştir. Cemil Meriç gibi. Eserlerini okuduğunuz zaman düşünce coğrafyalarının büyüklüğü karşısında gözleriniz kamaşır; açtıkları pencerelerden bilgi ve düşünce dünyasının engin ufuklarına açılır, sonra dönüp hayranlık içinde diz çöker, şakirt olursunuz.
Cemil Meriç gibi mütefekkirleri geleceğe taşıyan sadece kendi devirlerini aşan fikirleri değil, aynı zamanda şakirtleridir. Fikirler ne kadar önemli ve ne kadar yüksek olursa olsun, sonraki devirlerin harrrangürrasında fark edilmez hâle gelebilir; işte o zaman şakirtler devreye girer ve bu fikirlere dikkatleri yeniden çekerler. Üstadları üstad yapan, bana sorarsanız, biraz da şakirtleridir. Hacı Bayram-ı Veli’nin dediği gibi:
Şakirtleri taş yonarlar yonup üstada sunarlar.
Gerçek düşünce adamları sadece sağlıklarından değil, öldükten sonra da şakirtler edinmeye, dolayısıyla düşünmeye devam ederler. Her yeni şakirt onlarda açılmamış yeni kapılar bulur, yeni dünyalar keşfeder. Ancak asıl hedefleri ilânihaye taş yonup üstada sunmak değil, onu aşarak üstad olmak olmalıdır. Düşüncenin en büyük düşmanı, hayran olunan düşünce adamlarının eserlerini değişmez hakikatleri ihtiva eden mukaddes kitaplar gibi görüp sözlerini âyet gibi ezberlemek, üzerine yeni bir şey ilave etmemektir.
Hiç şüphesiz, Cemil Meriç de şakirtleri olmasını ve düşüncelerinin onlar vasıtasıyla yayılmasını istiyordu. Ancak tabu olmak, tartışılmamak, itirazsız kabul edilmek gibi bir arzusu yoktu, olamazdı da. Şakirtlerinin kendisini aşarak düşünceyi yeni ufuklara taşımaları herhâlde onu sonsuz derecede mutlu ederdi.