Amerika Gerçekten Geri Döndü Mü?
Dalıbor Rohac 01 Ocak 1970
Başkan Biden’ın hala ABD’nin dünyadaki nüfuzunun istikrarlı bir biçimde düşüşünü kibar ve medeni bir yolla idare etmekten daha fazlasını yapma şansı var. Ancak geride bıraktığımız altı aydan çıkan anlam iyimser olmayı pek mümkün kılmıyor.
Joe Biden, başkanlık görevini devralırken “geçmişteki sorunlar için değil ama bugünün ve yarının zorluklarını aşmak için ittifaklarımızı onaracak ve dünya ile iş birliği yapacağız” diye ant içmişti. Biden’la geçen altı ayda, başkanın dile getirmekten çok hoşlandığı gibi, Amerika gerçekten geri döndü mü?
Amerika’nın çekilmesinin, ABD’nin ara sıra gönülsüzce gerçekleştirdiği hava saldırılarıyla ancak biraz sönen Taliban’ın isyanına yeni bir ivme kazandırdığı Afganistan hakkında bilgi sahibi olan birinin izlenimi bu yönde değil. Taliban’ın güç kazanması gerçekten sadece bir zaman meselesi ise, Biden’ın başkanlığı dünyada kadın haklarının bir nesil için oldukça dramatik bir biçimde gerilemesini, aynı zamanda da Afganistan’ın yeniden terör gruplarının sığınacağı bir liman ve bölgesel güç için bir rekabet alanı olmasını seyretmeyi göze alıyor.
Afganistan uzak bir yer olabilir ancak 11 Eylül’den ve Avrupa’nın 2015’teki mülteci krizinden çıkan ders, Batı’nın kendini dünyanın başka bir yerindeki istikrarsızlığın ve çatışmaların sonuçlarından ayrı tutmasının mümkün olmadığıdır. Amerika’nın her yerde varlık göstermesi gerçekten de mümkün değil ama, yine de öyle ya da böyle Afganistan’da bulunuyordu. ABD’nin Afganistan’da önemli derecede istikrar sağlayan varlığının Amerika’nın insan ve hazinesine maliyeti son dönemde oldukça düşük bir seviyeye gelmişti. Statükonun hangi yollarla sözüm ona sürdürülemez olduğunun ve Afganistan’dan çekilmenin Amerika’nın yeniden uluslararası ağın bir parçası olmasına dair kapsamlıca bir gündeme ne kadar da uygun olduğunu göstermek üzere, bunu kanıtlama sorumluluğunu geri çekilmeyi savunanlar üstlenmeliydi.
Elbette bu, yönetimin hiçbir zaman tartışmadığı bir argüman ama Doğu Avrupalıların da Amerika’nın geri döndüğüne inanması için çok az neden var; özellikle de ABD Hükümeti uzun süredir devam eden ve Nord Stream 2 boru hattına karşı çıkan çift taraflı konsensustan tümüyle vazgeçtikten sonra. Bu anlaşmaya yeşil ışık yakılması Angela Merkel’e olduğu kadar Vladimir Putin’e de bir iyilik. Ve görevinin sona ermesine sadece haftalar kalan Almanya Şansölyesi’nin buna tam olarak nasıl karşılık vermesi beklenebilir, belli değil. Bu arada söz konusu anlaşma Ukrayna’ya da bir darbe. Anlaşmanın maliyeti Almanya’nın ülkenin yeşil enerji sektörüne 175 milyon dolarlık bağışını ve Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski için gerçekleştirilecek bir Oval Ofis toplantısının değerini oldukça aşıyor. Bu adım Avrupa’da oldukça istikrarlı bir biçimde Amerika yanlısı olmayı sürdüren Baltık devletleri ve Polonya gibi ülkeler için en hafif tabirle büyük bir hayal kırıklığı olacak.
Afganistan’dan çekilmenin ve de Nord Stream 2 anlaşmasından oldukça etkilenen ana başlıkları değiştiren bu mutabakatın sonuçları olacaktır. Bunlardan ilki Amerika Birleşik Devletleri’nin, sadece tolere edilebilir siyasi maliyeti olduğu ölçüde kalıcı taahhütleri olan bir iyi gün dostu olduğunun işaretini vermektedir. İkincisi ise tüm bunlar Birleşik Devletler’i ve Almanya’yı Putin’in bölgede ilerleyen zamanda gerçekleştireceği dalaverelerinin doğrudan suç ortağı yapar. Bu anlaşma Doğu Avrupalıların hem Birleşik Devletler’e hem de Almanya’ya (ve buna bağlı olarak AB’ye) duyduğu güveni de sarsıyor. Polonya’nın şimdiden Çin ile ilişkisini derinleştirerek flört etmeye başlamış olması şaşırtıcı olmayabilir.
Amerika’nın dönüşünden geriye kalan ne? Biden’ın Küba konusundaki retoriği övgüye değerdi ama yönetim sıradan Kübalılar için neredeyse kılını kıpırdatmadı. Ayrıca şimdiye dek pek faydası olmayan, İran’la Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nın (JCPOA) “daha güçlü” bir versiyonuna dönme konusu da var. Kültürlü sınıf, karbonsuzlaştırmanın pratik sonuçları açık olmasa da Amerika’nın Paris Anlaşması’na yeniden katılmasına kesinlikle sevinmiştir. ABD’nin emisyonunun, iklim zirvesi diplomasisiyle alakası olmayan nedenlerle Donald Trump başkanlığı döneminde büyük ölçüde azaldığını hatırlayın. Bu arada Trump döneminin koruyucu politikalarının pek çoğu yerinde duruyor, Dünya Ticaret Örgütü halen paralize durumda olduğundan ABD’nin müttefiklerine ve ABD’li tüketicilere benzer şekilde zarar veriyor.
Son olarak, ABD yönetiminin bugünkü imtihanı olan Çin konusundaki tutumu belirsizliğini koruyor. Savunma bütçesini hiç geliştirmemek Amerika’nın Asyalı müttefiklerine pek fazla güvence vermiyor. Çin’e karşı (çoğunlukla) demokrasilerden müteşekkil bir çokuluslu koalisyon oluşturmaya yönelik çabalarda da pek yol alınmış değil. Avrupa’nın Çin tehdidine karşı artan duyarlılığı, yeni yönetimin şu ana kadar yaptığı ya da yapmadığı bir şeyden daha ziyade, Avrupa’nın parlamenterlerine ve araştırmacılarına müeyyideler getirilmesi de dahil olmak üzere, Pekin’in kendi beceriksizliğinin bir sonucu. Bu arada, Çin’in Şi Cinping’i, Fransa’nın Emmanuel Macron’u ve Merkel’in rol aldığı, yakın zaman önce gerçekleşen bir video zirvesinin de gösterdiği gibi Avrupa’nın Çin ile olan ekonomi ilişkilerinin daha çekişmeli siyasal konulardan ayrı tutulabileceğine dair ancak kendine hizmet eden illüzyonu da varlığını sürdürüyor. Çin’in elektromobilitedeki rolü göz önünde bulundurulduğunda AB’nin iklim değişikliği saplantısı iki ekonomi arasındaki bağların daha da derinleşmesini kolaylıkla teşvik edebilir.
Trump yıllarının Amerika’nın dünyadaki itibarına gerçekten zarar verdiğine şüphe yok. Tüm siyasi çizgilerden Amerikalılar, Biden başkanlığının ülkenin küresel ittifaklarını onarma ve güncellemede başarıya ulaşmasını dilemelidir. Başkan’ın hala ABD’nin dünyadaki nüfuzunun istikrarlı bir biçimde düşüşünü kibar ve medeni bir yolla idare etmekten daha fazlasını yapma şansı var. Ancak geride bıraktığımız altı aydan çıkan anlam iyimser olmayı pek mümkün kılmıyor.