İnsan neden kendiyle baş başa kalamıyor?
Tuğçe Isıyel 01 Ocak 1970
İnsan, var oldu olalı hep yalnızdı. Çağ atladıkça, teknoloji geliştikçe arttı bir başınalığı. Öyle ki, “yalnızlık bakanlığı” bile kuruldu kimi ülkelerde. Ancak salgın, “dışarıda”ki insanı “içeri” sokup, kendisiyle yüzleştirince dengeler bozuldu. Boşluğa düşüldü. Canlar sıkıldı. Acaba tek başına kalmak beceri mi gerektiriyor? Benim yalnızlığım niye onun yalnızlığına benzemiyor? Psikoterapist Tuğçe Isıyel yazdı.
“Gerçek yalnızlık” der Ahmet Cemal, “insanın kendi kendini yalnız bırakmasından, hemen her yaşadığını kendi iç dünyasını, dışarıdan, özellikle de başka insanlardan bağımsız ‘iç kale’sini inşa edemeyişinden kaynaklanır.”1
Ahmet Cemal, Tarabya Çeviri Büyük Ödülü’nü kazandığı zaman, Almanya’dan gelen bir gazeteci kendisiyle bir röportaj yapar ve kitap raflarına bakarak ona “çevirmenlik, biraz da insanı zorunlu olarak yalnızlığa götüren bir meslek değil mi?” diye sorar. Ahmet Cemal de şu yanıtı verir; “Gördüğünüz gibi duvarları dünya edebiyatının yazarları, bilimadamları dolduruyor. Onlarla aynı evi paylaşıyorum. Yani bunun adı yalnızlıksa, yeniden gelsem dünyaya, tekrar seçerdim.”
Yalnızlık, epey göreceli bir konu. Üzerine yazılan şiirleri, çekilen filmleri, hakkında yazılmış makaleleri, hele bu konunun psikoterapi seanslarındaki başrolünü düşünürsek, neredeyse her insanın bu kavramla ilgili yoğun bir meselesi var diyebiliriz. Almanca’da yalnızlıkla ilgili allein ve einsam olmak üzere iki sözcük var. Allein, bedensel bir yalnızlığı, mekân içerisindeki yalnızlığı ifade ederken; einsam, manevi yalnızlık anlamına geliyor. Bu yazının konusu içsel bir durum olarak yalnızlık.
Yalnızlık Bakanı
Yalnızlık terimi ilk olarak 1800’lerde İngilizce’de ortaya çıkmış. Latince “solus” kelimesinden türemiş, 21’inci yüzyılda ise her yere sızmış. Uzmanlar onu “salgın”a, “cüzzam”a yakın bir durum, medeniyetin “sessiz vebası” olarak görüyor. Öyle ki, 2018’de, Birleşik Krallık bir Yalnızlık Bakanı atayacak kadar ileri gidiyor. Öte yandan koronavirüs nedeniyle intiharların arttığı Japonya’da Başbakan Suga, Bölgesel Bakan olarak görev yapan Tetsushi Sakamoto’yu ‘Yalnızlık Bakanı’ olarak atıyor.
Yalnızlık kelimesinin çağrışımları, özellikle kültürel bağlamdaki etkilerine göre, değişiklikler ve çeşitlilikler içerebilir. Doğu kültürleri gibi ilişkisel mesafe ve alanın daha dar ve yakın olduğu bağlamlarda bu çağrışımların olumsuz niteliklere bürünmesine sık rastlanır. Yalnızlık, terkedilmişliği, kimsesizliği, desteksizliği, hasreti, gurbeti çağrıştırır. Bu nitelikler her kültürde veya toplumda az veya çok yalnızlık kavramının uzantılarıdırlar. Öte yandan, yukarıdakilerden farklı anlamlara sahip tek başına olabilmek, bireyleşmek, ayrışmak ve kendine yetmek gibi çağrışımlar, özellikle batılı veya batılılaşmayı amaçlayan toplumların kültürel dokusunda önemli yer tutmaktadırlar.
‘İçsel bir duygusal durum’ olarak yalnızlık, sosyal ilişkilerin (diğer insanlarla temasların sıklığı, arkadaş sayısı gibi) nicel ya da nesnel niteliklerinden etkilenmekle birlikte, yalnızlığı belirleyen şey, daha çok bu ilişkilerin (ilişkinin getirdiği doyum ya da algılanan toplumsal kabul gibi) nitel ya da öznel değerlendirmeleridir. Yani, bireylerin etkileşimlerinin anlamlılığına verdiği değer, yalnızlığı belirliyor.
Yalnızlığı herkes kendi meşrebince yaşar
Yalnızlık (loneliness) nesnel olarak tek başına olma (solitude), toplumsal tecrit (isolation) ya da bir-başına-olmadan (being alone) farklıdır. Yalnızlık, yoğunluğu, nedenleri ve koşulları açısından değişen çok boyutlu bir kavramdır. Herkesin yalnızlık deneyimi kendine özgüdür, bu yüzden ‘yalnız olmak’ herkes için tam olarak aynı anlama gelmez. Dünyadaki insan sayısı kadar yalnızlık çeşidi vardır diyebiliriz. Herkes kendi meşrebince yaşar bu duyguyu. Kendi potansiyelince tahammül eder. Evet, tahammül edilesidir yalnızlık, içinde durulasıdır, zaman zaman ihtiyaç hissedilesi, zaman zaman ürkülesi, kimi zaman şükredilesi, kimi zaman kaçılasıdır.
Yalnız başına ölünür; ama sevilen kişi öldüğünde de yalnız kalınır. Bunlar bambaşka yalnızlıklardır elbette. Sevilen bir kişi öldüğünde içimizde doğan yalnızlığı biliriz, ama ölmekte olan kişinin hissettiği ve öleceğimiz zaman hissedeceğimiz yalnızlığı bilemeyiz. Yine de bunun ürkütücü bir deneyim olduğunu varsayarız. Ancak yalnızlık hep olumsuz bir deneyim olarak yaşanmayabilir. Yalnız olma kapasitesinin gelişmesi, tek başına kalabilmek ruhsal anlamda önemli becerilerdir ve kişiye yaratıcı/yenileyici bir deneyim sunabilir.
İngiliz psikanalist Donald Winnicott’a göre yalnız kalma kapasitesi duygusal açıdan olgunluk gelişiminin en önemli belirliyicilerinden biridir. Burada Winnicott’ın bahsettiği, “başkasının varlığında yalnız kalabilme” deneyimidir. Bu durum temelini elbette anne-bebek ilişkisinden alıyor. Bebeğin fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılayabilen “yeterince iyi anne” ile büyüyen bebeklerin, annenin varlığında huzurlu bir şekilde yalnız kalabildiği ve bebeklikteki bu ilişki paterninin yetişkin halimizdeki ilişkilerimizde de devam ettiğini görüyoruz. Tek başına kalabilme kapasitesinden kasıt biraz da kişinin kendisiyle huzurlu, barışık ve kendi kendine yetebilen bir frekansta olabilmesi.
Tek başına kalabilme becerisi
Freud, yalnızlığı, tıpkı karanlık gibi, bir fobi olarak görme eğilimindeydi. Fobilerin nedeni bilinçdışı dürtülerin yarattığı çatışmaydı; fobik nesneler (karanlık, kapalı alan, yükseklik, hayvanlar) bilinçdışı korkuyu gizleyen ikamelerdi. Yani yalnızlık da dış dünyayla (ötekilerle) değil, içerisi ile ilgiliydi.
Bizler, ilişkilenme potansiyeli ile dünyaya geliriz. Erken dönemlerde yakın ve sıcak ilişkiler kurmak, kendimizi ve dünyayı sevmemizi, iki kişilik veya tek kişilik yalnızlıkları keyifle yaşamamızı sağlar. Yetişkin dünyasında ayrılıkları bir yalnızlık habercisi olarak görürüz. Bir bakıma doğrudur da artık o kişiyi ve ilişkiyi kaybetmişizdir ve bizi bekleyen bir yas süreci vardır. Sağlıklı bir yas sürecinden sonra yaralarımızı sarıp yeniden umutla ilerleyebiliriz. Ancak tek başına kalabilme becerisi gelişmeyen kişiler yalnızlıktan kaçmak için o yas sürecini es geçebilir, çünkü yas süreci tek başına kalabilmeyi gerektirir. Yas sürecine girmemek ve yalnızlıktan kaçma niyetiyle de olur olmadık sağlıksız ilişkilere saplanıldığında ise o içsel yalnızlık hissi ve boşluk duyguları hiç geçmez. Kişi içeriden gitgide daha da yalnızlaşır, çoraklaşır.
Pandemi ve sosyal izolasyonla birlikte belki de hiç olmadığı kadar dışarıdan içeriye, evlere döndüğümüz bir dönem yaşadık/yaşıyoruz. Evlerimiz kimi zaman genişledi, kimi zaman dar geldi bu süreçte. Evde “duramayan”, kendisinden bir şeytan yaratıp onunla evde tıkılı kalan, boşluğa düşen, canı sıkılan, “ne zormuş insanın kendiyle kalması” diyen, “ne kadar çok dışarıdaymışız.” diye düşünen çok insanla karşılaştım. Tek başına kalabilme kapasitemizi kullanmamıza çok ihtiyaç duyduğumuz günler geçirdik. Kimimiz kendisinden dost, kimimiz ise düşman yarattı, bazen her ikisi de…
Wilhelm Schmid, Kendiyle Dost Olmak kitabının önsözünde şöyle der: “Kendiyle dost olan bir Ben, kendisini daha çekilir bir dünya için uğraşmanın hareket noktası olarak seçmiş olur, bu dünya narsisizmin daha düşük, insani cazibenin daha yüksek oluşuyla temayüz edecektir. Benlik, ebediyen dışsal iyileşmeleri beklemesi gerekmeden, hemencecik kendisiyle uğraşmaya koyulabilir. Kendi kendisiyle ilişkisini değiştirerek, evvela günbegün içinde yaşadığı dünyayı iyileştirebildiğinin kanıtını koyabilecektir önüne. Sonra, kendiyle dost olmak, Ben’den Biz’e varmanın bir yolu olduğunu gösterir, böylece benlik başkalarıyla tasvibe değer bir toplumsal çevrede yaşayabilir.”
Camus’nün “solidaire” (dayanışmacı) ve “solitaire” (yalnız) kelimelerini birbirlerine yakınlaştırıp uzaklaştırarak ima ettiği gibi, birlikte olabilen, birlikte hareket edebilen, birliktelik hisseden yalnız hissetmeyendir. Tek başınalık, yalnızlık değildir. Tek başına olanın yalnız hissetmesi zorunlu değildir. Winnicott tek başına olanın, öteki ile oluşu içselleştirmiş olması durumunda tek başınalığa tahammül edebileceğini ifade eder.
Sevme becerisinin koşulu
Fransız matematikçi, fizikçi ve düşünür Blaise Pascal’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Mutsuzluğun tek nedeni, insanın odasında sessizce nasıl oturacağını bilememesidir.”
Tek başına olabilmeyi başarabildiğimiz oranda başkalarıyla da olabilmek mümkün olacaktır.
Erich Fromm, Sevme Sanatı isimli kitabında “bir insana kendi kendime yetemediğim için bağlıysam, o kişi ancak bir can simidi olabilir, aradaki bağın sevgiyle hiçbir ilgisi yoktur. Mantığa aykırı görünse de yalnız kalabilme becerisi, sevme becerisinin koşuludur” der.
Kendimizle kurduğumuz yakınlık, başkalarıyla kuracağımız gerçek bir yakınlığa da götürecektir bizi. Tek başınalığı başaramadığımız ölçüde yalnızlık kaçınılmaz olacaktır. Önce “iç kalelerimizi” inşa etmeli, sonra şehirler kurmalıyız.