Büyük Davamız
İbrahim Kafesoğlu 01 Ocak 1970
Türkiye’mizin halle muhtaç bir çok meseleleri vardır. Sosyal meseleler, ekonomi ve eğitim meseleleri, demokrasi meselesi, edebiyat ve güzel sanatların bazı kollarında sözde ‘gerçekçilik’ meselesi, açık tartışmalara mevzu teşkil eden ve mâlûm çevrelerce kesif propaganda malzemesi olarak ortaya sürülen sosyalizm meselesi vb. Fakat aslında Türkiye meselelerinin hepsi bir noktada toplanmaktadır. Görülen karışık manzara tek bir dâvanın çeşitli cephelerinden ve aynı yöne çevrilmiş türlü yollardan başka bir şey değildir. Hakikatte Türkiye’nin ana gayesi, sosyal, kültürel, hukukî, idarî, bütün problemlerinin düğümlendiği büyük dâvası, ‘muasır medeniyet seviyesine yükselme’ diye ifadelendirilen çağdaşlaşma hedefine ulaşmaktır.
Bilindiği üzere, Türkiye tarihinin son safhasını bu maksat etrafındaki çabalar karakterize eder. Tanzimattan bu yana, içinde memleket endişesi taşıyan her Türk fikir, edebiyat adamı, idarecisi, askeri bu gayrete katılmış, şuurlu olarak bu millet dâvasına hizmet etmeğe çalışmıştır. Fakat itiraf etmek lâzımdır ki, ne eskiden, ne de Cumhuriyetimizin 45.yılında aziz yurdumuzun çağdaş medeniyet seviyesine yükselmesinde kesin başarı elde edilmiş olduğunu söylemek güçtür. Demokrasiyi yoldan saptırma gayretleri, millî kültüre karşı alâkanın zayıflığı, eğitim ve öğretim işlerimizin keşmekeşten kurtulamayışı, bütün bunlara ilâveten, Türk tarihine, Türk içtimaî bünyesine aykırı ve sosyal düzeni alt üst edebilecek acayip fikirlerin ortada pervasızca dalgalanışı, ilericilik perdesi altında millî edebiyatı soysuzlaştırmak, Türkçemizi bozmak teşebbüsleri, inanç, mânevî hayat ve ahlâk alanlarındaki görüşlerin aşırılıkları hep batı medeniyetine uymak yolunda bir buçuk asırlık çalışmalarımızdan doğan sonucun cılızlığını gösteren delillerdir.
Anlaşılıyor ki, iki büyük şahsiyet: Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk ile, daha önce yeni Türkiye’nin fikrî temellerini atan mütefekkir Ziya Gökalp dışında, Türk topluluğunda 150 seneden beri Avrupaîliğin hakikî mahiyetini idrâk ederek onu Türk cemiyet düzeninin yaşayan değerleriyle karşılaştırmağa muktedir olan ve çağdaşlaşma problemlerimizi ona göre ayarlayabilen tesirli bir şahsiyet ve aydın bir nesil yetişmemiştir. Tarihin bu hükmü Türk milleti için cidden esef verici bir talihsizliktir. Hâlbuki Türk milletinin aslî düşünce ve felsefesinde, idare tarzında, hukuk anlayışında, Türkün insana bakışında bugün Avrupaî dediğimiz özelliklerin belli izleri vardır. İlmî araştırmalar Türklerin birçok yönlerden çağdaş medeniyet esaslarına yabancı olmadıklarını gittikçe artan bir açıklıkla ortaya koymaktadır. Diğer taraftan, Batı medeniyetinin kendini yeryüzünde hâkim duruma yükselten terkibî hüviyeti de onun Tükler tarafından kabul edilmesini kolaylaştıracak vasıftadır. Buna göre, Türk aydınına düşen iş, son birkaç asırlık ihmalin Türk cemiyetinde meydana getirdiği durgunluğu gidermekten, bu maksatla da milletin zihniyetinde eski sosyal ve kültürel değerler şuurunu canlandırmaktan ibaretti. Fakat ne Tanzimat’ın, ne Meşrutiyet’in, hattâ ne de Cumhuriyet devrinin geniş aydınlar kütlesi bu sahada gerekli kudret ve kavrayışı gösterememiş, çağdaşlaşma gibi bir temel dâvayı anlamak ve icabında onun için mücadele etmek azmi yönlerinden yetersiz kalmış, üstelik, kendini çağdaşlaşma yerine Avrupalı olma fikrine ve hattâ memleket yararına olmayan yabancı cereyanlara kapmıştır.
Tanzimat’ın halk ile Avrupa hayranları arasında yarattığı uzlaşmaz ikilik mâlumdur. Daha sonra da aşağı yukarı aynı şey tekrarlanmıştır. Aydınlar halkı kendilerinden uzaklaştıran âmiller üzerinde durmamışlar ve doğru sandıkları tutumlarında ısrarları yüzünden milletin onları takip işindeki isteksizliğinin pek farkına varamamışlardır. Böylece sosyal bütünlüğü sağlayan kıymetler sarsılmış, milli bünyede huzursuzluk baş göstermiştir. Unutmamak gerekir ki, Dünyanın her tarafında muhafazakâr olan halk, ancak kendi temayüllerine, duygularına tercüman olabilen seçkin simalara güvenir ve onlar etrafında toplanır.
Bütün bu tezahürlere bakarak Türk milletinin Batı medeniyetine uymak kabiliyetinde olmadığını iddia etmek doğru değildir. Tarihî gelişme itibariyle Türk milleti, her milletten ziyade bu medeniyeti benimsemeğe muktedirdir. Ancak zengin tarihî hatıralar taşıyan, milli bir kültürün nüvesine sahip, vaktiyle cihana hükmetmiş asîl bir topluluk olarak Türk milleti aydınlarımızdan çoğunun anladığı yanlış mânada Avrupalılaşmak değil, fakat çağdaşlaşmak arzu ve temayülündedir. İşte Avrupa kültürünün derin tesiri altındaki Türk aydınlarının hatası bu temayülü sezemeyişlerinden doğuyor. Bizim münevverler, her şeyden evvel, çağdaşlaşma ile Avrupalı olmayı birbirine karıştırıyorlar. Hâlbuki Avrupalılığı hatırdan bile geçirmeyen Ziya Gökalp ile Atatürk, ‘muasırlaşma’ ve ‘muasır medeniyet seviyesine yükselme’ formülleriyle dâvayı en doğru şekilde ortaya koymuş idiler. Muasırlaşmanın yeni deyimle çağdaşlaşmanın Avrupalılaşma ile bir münasebeti yoktur. Hâtta bunların birbirine zıt iki anlayışı aksettirdikleri de söylenebilir. Avrupalılaşma, Avrupalı gibi yaşamak, Avrupalının inanç ve örflerine intibak etmek, âdetlerine uymak, hayat telakkilerinde onları takip etmek mânasına gelir ki, bu düpedüz kötü ve zararlı taklitten başka bir şey değildir. Muasırlaşmayı bu tarzda kabul eden birçok Asyalı ve Afrikalı memleketler dıştan Avrupalıya benzemişlerse de, siyasî, kültürel ve iktisadî vaziyetlerinin açıkça gösterdiği gibi, gerçek Batı medeniyetine girememişlerdir. Aynı taklit keyfiyeti bizde de yukarıda arza çalıştığımız hazin neticeyi doğurmuştur. Hâlbuki Batı medeniyetinin asıl özü iç cephesindedir. Bu onun muhtevasıdır, şekli değil mânası, maddesi değil ruhudur. Asıl çağdaşlaşma bu muhtevayı, mânayı kavramak, özü bulma, ruhu hissetmektir. Avrupa’nın dış şaşaası karşısında onu taklide sürüklenerek kendimizi kaybetme pahasına Avrupalı olmak değil, büyük milletimizin isteğine de uyarak, milli-mânevi istiklâl içinde çağdaşlaşma kararında olduğumuza göre, Batı medeniyetinin bu gerçek yanını iyi anlamamız lâzımdır.
Bilindiği üzere, Avrupa medeniyetini din (hristiyanlık), hukukî nizam (roma hukuku) ve müspet düşünce (ilim) üçgeninde temellenmiş ve bu hüviyetiyle 16. yüzyılda teşekküle başlamıştır. Ortaçağın kaderciliği yerine determinizmi muhakemesiz kabul iradesizliği yerine tenkit melekesini getiren, bilgiyi müşahede ve akıl kadrosuna alarak müspet ilme yeni gelişme ufukları açan Rönesans hareketi, din mevzuunda toleransı, siyaset alanında demokrasiyi, sosyal müesseseler sahasında da insan haklarını insanlığın değişmez, vazgeçilmez prensipleri olarak Dünyaya hediye etmiştir. Avrupa’yı maddeten ve mânen kudret kaynağı yapan bu değerler aynı zamanda üniverseldir. Yani, zaman, coğrafya, kültür farkı tanımaksızın bütün beşeriyeti kucaklar. Prensiplerin hedefi Hristiyanlık veya İslamîyet, İngiliz veya Türk, doğulu veya batılı, köylü veya şehirli, hükümdar veya teb’a değil, doğrudan doğruya insan ve insanlıktır. Hiç bir inanç veya telâkki, hiç bir kültür veya yaşayış tarzı bu prensipleri redde muktedir değildir. Esasen Avrupa medeniyetinin özündeki bu beşerîliktir ki, onun cihanşümul bir mahiyet kazanmasını sağlamıştır. O halde, hangi din veya mezhebe mensup bulunursa bulunsun, örf ve gelenekleri ne olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun müspet ilme değer veren, tolerans ile mücehhez olan, insan haklarına saygı gösteren, demokrasi dediğimiz halkın kendini idare etme yetkisine inanan, hakka hürmet duygusu ile devlet nizamını aksaksız, kanunları eksiksiz tatbik eden bir topluluk Avrupa medeniyetine girmiş, çağdaşlaşmış, yani Batılı cemiyet payesine ulaşmıştır. Böylece millî benlikleri zedelediği için çağdaşlaşma mefhumu ile bağdaşması imkansız taklit bayağılığı, yabancılara benzeme kompleksi, dıştan kasıtlı olarak sokulan fikirlere körü körüne bağlanmak hastalığı ortadan kalkar ve millet, mâneviyat ve kültür fedakârlığına katlanmadan, kendi tabiatına en uygun sosyal nizamın verdiği huzur içinde yaşama şartlarına kavuşmuş olur. Böyle bir ülkede artık despotluk, hürriyet düşmanlığı, egoizm, keyif için hak çiğneme, vicdanlara tahakküm etme gibi içgüdüler silinir, insan haysiyeti yükseldikçe kültür zenginleşir, ilim ilerledikçe teknik gelişir, memlekette ihtiyaçları cevaplandıran terbiyevî, ahlakî, hukukî, dinî, ,iktisadî, ziraî, sınaî çalışmalar gümrahlaşır ve birbirini tamamlar. Çünkü Batı ülkelerinde ve muasırlaşma reformunu bitirmiş olan Japonya’da görüldüğü gibi, çağdaşlaşmanın bir özelliği de onun beşerî faaliyetler arasında çelişmeleri yok edip mükemmel bir ahenk kurmasıdır.
Yazımızın baş tarafındaki Türkiye’nin durumu ile çağdaşlaşma mefhumunun mukayesesi memleketimiz hakkında daha açık hüküm vermemize yarayacaktır. Fakat bu, aydınlarımızı hayal kırıklığına uğratmamalıdır. Her zaman olduğu gibi bugün de aziz yurdumuzun geleceğinden emin olmalıyız. Çağdaşlaşmaya doğru kuvvetli adımlar atıldığı muhakkaktır ve bu büyük millet dâvası mutlaka gerçekleşecektir. O zaman memleket sarsılması imkânsız ilim, hak ve demokrasi müesseselerine istinat edecek; dini ile kültürü ile Türklük şuuru ile millet edebîleşecektir. Yalnız, Dünyanın bugünkü durumu karşısında gayretlerimizi arttırmak zaruret halini almıştır ve bunun için de her şeyden önce, yurdu sarmış olan sahte ilim, hukuk, demokrasi kahramanlarının vazife dışı edilmesi lâzımdır. Büyük milletimizin kendisi için yine kendinden olanlarla savaşmak mecburiyetinde kalmasının mânasını, şüphesiz, bütün vatansever aydınlar takdir edecektir.
Prof.Dr İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, Sayfa:42-47