« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

09 Eyl

2009

12 EYLÜL ASKERÎ DARBESİ/ M. Metin KAPLAN

01 Ocak 1970

“Kalk! Başkanım kalk! İhtilal oldu!”

Gece nöbetçisi uyandırdığında; ben, Eskişehir Kapalı Cezaevi’nde televizyonu tam karşıdan gören, önünde bir çalışma masası olan bir alt ranzada yatıyordum… Yataktan hızla doğrulup, hayli şaşkın bir halde “Ne? Ne oldu?” dediğimi hatırlıyorum.

“İhtilal oldu! İhtilal!”

Koğuş başkanıydım… Hem tedbir olması, hem de genç ülküdaşlarımızı disipline alıştırmak için gece nöbeti ihdas etmiştik… Gece nöbetçileri, uyuyanları rahatsız etmemek için televizyonu açmazlar, mutfakta ya kitap okurlar ya da radyo dinlerlerdi… Nöbetçi haberi, radyodan duymuş ve beni uyandırmıştı… Demek ki 12 Eylül Askerî Darbesi’nin yapıldığından ben, ilân edildikten hemen bir, iki dakika sonra haberdar olmuşum.

Evvelâ ismi doğru koyalım ki ismiyle müsemma olsun! Lise öğrencisi genç ülkücü kavramı yanlış seçip, kullanabilir ama bizler, bu yanlışı yapmamalıyız… Hâlbuki kocaman kocaman unvanları olan koca koca adamlar bile ‘12 Eylül İhtilali’ diyorlar. Ne kadar acı!

12 Eylül bir ihtilal değildir! İhtilali halk yapar; meselâ 1789’da Fransa’da, 1917’de Rusya’da, 1979’da İran’da olanlar ihtilaldir, ama 1980’de Türkiye’de olan bir ihtilal değildir. Tam anlamıyla bir askerî darbedir… Çünkü 12 Eylül’ün hiçbir yerinde halk yoktur; halk yapanların maksatlarını bilmediği için gönlünden destek vermiş olabilir, ama hiçbir şeye karışmamıştır. Yani 12 Eylül 1980 tarihinde Türkiye’de “emir komutayla ve emir komuta içinde” yapılana, ‘12 Eylül Askerî Darbesi’ demek lâzımdır! Zira doğrusu budur!

Bugün 2009 yılında olduğumuza göre… 12 Eylül Askerî Darbesi yapılalı, demek ki yirmi dokuz yıl olmuş! Ne çok zaman geçmiş… Bu kadar zaman içinde12 Eylül’ü tahlil eden bir yazıldı mı? Ben bilmiyorum, inşallah yapılmıştır. Bir tek istisna var: Ferruh Sezgin’in yazdığı SİSTEM’İN İNTİKAMI-Bir 12 Eylül İncelemesi, ama o da meseleye Türkiye açısından değil, MHP açısından bakıyor… Gene de faydalı ve güzel bir kitap, okunmasını tavsiye ederim.
***

12 Eylül’ü doğru anlayabilmek için de doğru anlatabilmek için de gerçekleşmiş olan bazı tarihî olayları bilmek lâzımdır. Aksi halde 12 Eylül hakkında yapılacak değerlendirmeler, doğru sonuç vermeyecektir… Bunlara, tek tek ve fakat kısa kısa bakalım:

Bir. Johnson Mektubu

Kıbrıs’ta, Türklere karşı yapılan Rum saldırılarının artması üzerine Türkiye Cumhuriyeti, 2 Haziran 1964 tarihinde Kıbrıs’a çıkarma kararı almak zorunda kaldı. Ve hazırlıklara başladı… Ama ABD, bölgede çıkacak bu savaşı stratejik menfaatlerine aykırı bulmaktaydı. Devreye girme ihtiyacı duydu… ABD Başkanı Johnson, 5 Haziran 1964’te Başbakan İsmet İnönü’ye bir mektup gönderdi.

‘Mektupta, Türkiye'nin Kıbrıs’a tek taraflı müdahalesinin Türk ve Yunan tarafları arasında savaşa yol açabileceği ve NATO üyesi olan bu iki ülkenin savaşmasının kabul edilemez olduğu ifade edilmiş… Türkiye'nin müdahale kararı almadan önce müttefiklerine danışması gerektiği hatırlatılmış… Ayrıca bu savaşın, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye müdahale ihtimalini doğuracağı ve NATO'nun böyle bir durumda Türkiye'yi savunma konusunda isteksiz olacağı ihsas edilmiş… ABD'nin Türkiye’ye sağladığı askerî malzemenin bu müdahalede kullanılmasına izin verilmeyeceği belirtilmişti.” Ve Türkiye, bu gelişme üzerine Kıbrıs’a müdahale kararından vazgeçmek durumunda kaldı!

İki. 12 Mart Muhtırası

Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve Kuvvet Komutanları, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a bir mektup/muhtıra verdiler… 1971 yılının 12 Mart günü saat 13. 00'de TRT Radyoları’ndan okunan bu muhtırada, şöyle denilmekteydi:

“Meclis ve Hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk'ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür. “

“Türk Milleti ve sinesinden çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek, mevcut anarşik durumu giderecek Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak, kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zarurî görülmektedir.”

“Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize.”

Süleyman Demirel Hükümeti, bunun üzerine istifa etti… Parlamento feshedilmedi, partiler kapatılmadı, Anayasa askıya alınmadı… Ancak şartlar değişmişti. Askerler bir teknokrat hükümeti istiyorlardı. Eğer bir tarafsız Başbakan Meclis içinden çıkar da güvenoyu alırsa, sorun kalmazdı… Tarafsız bir milletvekili aranmaya başlandı... CHP Kocaeli Milletvekili Nihat Erim ismi üzerinde anlaşıldı. Nihat Erim, CHP'den istifa etti… Başbakan tayin edildi ve bir ‘partiler üstü reform hükümeti’ kurdu… 12 Mart 1971 olayı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde meydana gelen dördüncü; başarılı olmuş ikinci ve emir-komuta zinciri içerisinde yapılmış ilk askerî darbe eylemiydi!

Üç. Kıbrıs Barış Harekâtı

Osmanlı İmparatorluğu, 93 Harbi’nde Ruslara yenilince, İngiltere’nin desteğinin sürmesini sağlayabilmek için, 4 Haziran 1878 tarihinde imzalanan bir Sözleşme ile Ada’yı İngiltere’ye kiraladı... Osmanlı mülkiyeti devam ediyordu, ama yönetim tamamen İngiltere’ye geçmişti… Ancak İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’nda Almanya'nın yanında savaşa girmesini bahane ederek Kıbrıs’ı ilhak etti… Türkiye, bu ilhakı Lozan Barış Antlaşması’nın 21. Maddesi gereğince, tanıdı.

Ocak 1950’ye gelindiğinde Doğu Ortodoks Kilisesi, Kıbrıs Türk toplumunun boykot ettiği bir referandum düzenledi. Referandumda, Rum halkın % 90'ı Kıbrıs'ın Yunanistan ile birleşmesi düşüncesi olan ENOSİS lehinde oy kullandı. 1955'te Kıbrıslı Rumların kurduğu EOKA (Ethniki Organosis Kyprion Agoniston) örgütü İngiltere’yi Ada’dan kovmak için silâhlı eylemlere başladı… İngiltere Ada’yı kontrol etmekte zorlanıyordu… Bu tarihten itibaren taksim isteğinde bulunan Türkler ile ENOSİS isteyen Rumlar çatışmaya başladılar.

16 Ağustos 1960 tarihinde Kıbrıs; Yunanistan, Türkiye ve İngiltere’nin "Kuruluş, İttifak ve Garanti" adındaki 3 anlaşmayı imzalaması ile bağımsızlığını kazandı! İngiltere, Ağrotur ve Dikelya adlı, adanın %3'üne tekabül gelen askerî üsleri aldı. Türkler veto hakkına sahip olup, parlamento ile yönetimde %30'luk hakka sahip oldular… İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’a garantörlük hakkı verildi.

30 Kasım 1963 tarihinde Kıbrıs Devlet Başkanı Makarios, Anayasa’da 13 maddelik bir değişiklik önerisinde bulundu… Kıbrıslı Türkler, bu değişikliklerin kendi haklarını kısıtladığını savunarak buna karşı çıktılar. Bu, 1963-1964 olaylarının çıkmasına neden oldu ve sonunda Türkler, Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki idarî ve siyasî yapıdan çekildiler. Kıbrıs Cumhuriyeti fiilen yıkıldı! BM’nin Kıbrıs'taki Barış Gücü, çatışmaları engellemek amacıyla Ada üzerindeki önemli noktalara konuşlandı. Ancak Rum saldırıları devam etti.

5 Temmuz 1974'te Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Dışişleri Bakanları I. Cenevre Konferansı çalışmalarına başladılar. 30 Temmuz'da sona eren Konferans’ta, Türk tarafının istekleri doğrultusunda: 'Ada'da bir güvenlik bölgesinin kurulması, Rum ve Yunan işgalindeki Türk bölgelerin derhal boşaltılması, esir durumda olan asker ve sivillerin mübadele edilmeleri veya serbest bırakılmaları, barışın sağlanması ile birlikte anayasaya uygun bir hükümetin yeniden kurulmasının temini, Kıbrıs Cumhuriyeti'nde Kıbrıs Türk Toplumu ile Kıbrıs Rum Toplumu olmak üzere iki otonom idarenin mevcudiyeti' kabul ve ilân edildi.

Ancak Rum saldırıları durmadı, hatta artarak devam etti… Başbakan Bülent Ecevit, Ada’da gelişmelerin kötüye gitmesi üzerine diplomatik görüşmeler yapmak üzere Londra'ya gitti. Acil olarak toplanan TBMM de, Hükümete genel savaş açma yetkisi verdi. Ve 20 Temmuz 1974 sabahı uçakların bombardımanından sonra Türk Ordusu 6.15'ten itibaren havadan ve denizden Kıbrıs’a çıkmaya başladı… 22 Temmuz'da Girne'yi ele geçirdi. Paraşütçüler başkent Lefkoşa'nın Türk kesimine indi. Ve Birleşmiş Milletlerin istediği ateşkes 22 Temmuz 1974’de ilân edildi. Fakat 8 Ağustos'ta II. Cenevre Konferansı'nın yapılmakta olduğu sırada, Türkler Limasol ve Larnaka civarında bir miktar köyü boşaltmış olmalarına rağmen, Rum Millî Muhafız Alayı ve EOKA-B ele geçirdikleri yerleri tahliye etmedikleri gibi ellerindeki esirleri de serbest bırakmadılar... Ve Türk birlikleri 13 Ağustos’ta tekrar harekete geçti ve Lefke ve Magosa'nın kurtarılmasıyla sona eren üç günlük II. Harekâtı gerçekleştirdi.

Dört. Yunanistan NATO’dan çekildi.

NATO’nun (Kuzey Atlantik İttifakı) kuruluşuna ilişkin antlaşma; ABD, Kanada, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İngiltere, Fransa, Portekiz, İzlanda ve İtalya’nın katılımıyla, 4 Nisan 1949'da Washington'da imzalanmış ve 24 Ağustos 1949'da yürürlüğe girmiştir. Kurucu antlaşmanın özellikle 3, 4 ve 5. maddeleri önemlidir. Bu maddelerle üye ülkeler, ortak savunma için yeteneklerini geliştirmeye, herhangi bir üyenin toprak bütünlüğü, siyasî bağımsızlık ve güvenliği tehlikede olduğunda bir araya gelmeyi ve herhangi birine saldırıldığında bu saldırıyı hepsine karşı yapılmış bir saldırı olarak kabul etmeyi taahhüt etmişlerdir.

Türkiye ve Yunanistan'ın NATO'ya katılımına ilişkin NATO Protokolü ise 22 Ekim 1951'de Londra'da imzalanmış. Türkiye ve Yunanistan, bunu, 18 Şubat 1952'de onaylayarak NATO'ya üye olmuşlardır. Ancak 14 Ağustos 1974’de Türkiye'nin İkinci Kıbrıs Harekâtı başladığında; Yunanistan, ‘NATO, müttefik iki ülke arasındaki çatışmayı durduramıyor’ diyerek, NATO'dan ayrıldığını açıkladı!

Beş. KKK Orgeneral Namık Kemal Ersun emekli edildi.

ABD, GLADİO vasıtasıyla Türkiye’de bir askerî darbe tezgâhlamış… Ve yönetime el koyma görevini Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun’a vermişti… Ancak ABD’nin bu darbe tezgâhını öğrenmiş olan biri vardı: 1. Ordu Komutanı Orgeneral Adnan Ersöz… Nitekim Genelkurmay Başkanlığı’na bir mesaj gönderdi… Mesajda şöyle demekteydi: “Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun, yetki ve sorumluluk alanımdaki birliklerimde darbe’ye hazırlık konuşmaları yapmaktadır. Bu durumun böyle sürmesi mümkün değildir. Gereğini Genelkurmay Başkanlığı mı yapacaktır; gereğini yapma emri bana mı verilecektir?”

Mesaj, Genelkurmay Karargâhı’na ulaşınca ortalık karıştı. Çünkü Orgeneral Adnan Ersöz, komutanı olan Orgeneral Namık Kemal Ersun’un darbe hazırlığı yaptığını ifade etmekte ve ardından da ‘gereğini yapın, yoksa ben yaparım’ demekteydi… İşin, şaka kaldırır tarafı yoktu... Hemen, ‘olağanüstü’ bir Yüksek Askeri Şura toplantısı yapıldı. Toplantıya, doğal olarak Orgeneral Namık Kemal Ersun da katıldı. Kendisine darbe konusu soruldu, ama verdiği cevap tatmin edici bulunmadı… Ve Orgeneral Namık Kemal Ersun’un önüne ‘sağlık nedenleriyle’ kılıfı ile ‘istifa dilekçesi’ sürüldü, “İmzala!” dendi… Orgeneral Ersun, baktı ki durum ciddi, imzayı attı… Ve Kara Kuvvetleri Komutanı olarak üniforma ile girdiği toplantıdan, mütekait Ersun Paşa olarak sivil kıyafetle çıktı. Tarih; 1 Haziran 1977.

Altı. İran İslâm İnkılabı

Babası gibi Şah Rıza Pehlevi de Batı hayranıydı ve İran, ABD’nin bölgedeki en önemli ileri karakollarından biriydi. Ve dahi babasının yapamadıklarını yapmak ve İran’ı batılaştırmak kararındaydı. Bunun için İslâm’ın toplum hayatı üzerindeki etkisini gidererek, ulemanın halk üzerindeki itibarını sarsmak gerekiyordu… Şah, bunu temin için Ak Devrim adında bir liberalleşme programı hazırlattı. Ancak halk buna karşı çıktı. Şah ise programını uygulamak ve Batı uygarlığını İran’a sokmakta kararlıydı. 1963’de buna karşı çıkan Ayetullah Humeyni’yi idama mahkûm ettirdi. İranlılar da, Ayetullah Şeriat Medari’nin liderliğinde direnişe geçtiler, Tahran’ı doldurdular. Şah hükmü infaz ettiremedi. Fakat Humeyni’yi sürgüne gönderdi.

Şeriat Medari Kum kentine çekildi. Sabırlı bir çalışma içine girdi. İran da Müslümanlar kazancının beşte birini Humus Vergisi adı altında ulemaya veriyordu. Şeriat Medari önce bu vergiyi toplama sistemini düzene koydu. Sonra Dürü’t Tebliğ adında bir İslâmî ilimler üniversitesi kurdu. Kur’ân’a dönüş hareketi başlattı. Eğitim ve kültür faaliyetlerine hız verdi. Binlerce talebe yetiştirdi. Kadınların eğitilmesi için de Dürüz’z Zehra’yı kurdu. Bu okuldan sayısız kız talebe yetişti. İran’ın her tarafına yayıldı. Kuşkulanan Şah da Dürüt Terviç adlı okullar açtırdı. Gayesi rejime bağlı din adamları yetiştirmekti. Şeriat Medari ise bu okullara karşı sert tepki gösterdi. Okullar kapatıldı. Şah bunun üzerine Batılı gelenekleri benimseyen bir nesil yetiştirmek gayesiyle anaokulları açtırdı. Şeriat Medari ise buna karşılık hazırlık okulları kurdurdu. Şah’ın okullarına subay ve memurlardan başka kimse çocuğunu göndermediği halde Şeriat Medari’nin okulları kısa zamanda bütün İran’a yayıldı.

Şeriat Medari, bir yandan eğitim ve kültür faaliyetlerini yürütürken, diğer yandan da Mücahidan-ı Hak teşkilâtı vasıtasıyla gençleri örgütlüyordu. Bu hazırlıklar 14 yıl sürdü.
Ve 1977 Kasımında halk, Şah ve rejimi aleyhinde büyük bir gösteri yaptı... Şah, bu gösterileri Humeyni’nin organize ettirdiği düşüncesindeydi, İttilat Gazetesi’nde Humeyni hakkında iftira dolu bir yazı yayınlattırdı. Bunu halk, Kum kentinde 9 Ocak 1978 günü gösteri yürüyüşleri yaparak protesto etti. Polis göstericiler üzerine ateş açtı, 70 İranlı öldü. Bu katliam üzerine olaylar bütün İran’a yayıldı.

Ulema Kum Katliamı’nın kırkıncı gününü yas ilân etti. Kırkıncı gün, bütün İran’da yüz binlerce kişi sokağa döküldü. Bütün iş yerleri ve dükkânlar kapatıldı... Şah olayları önlemek istiyordu. Polis, halkın üzerine ateş açtı. Tebriz’de 1000 kişi öldü. Şeriat Medari, Tebriz Katliamı’nın kırkıncı gününü yas ilân etti. 30 Martta halk yine ayaklandı. İran’ın birçok şehrinde kanlı çarpışmalar oldu… Ulema, her olaydan sonra kırkıncı günü yas günü ilân ediyor ve olaylar daha şiddetli başlıyordu... İranlılar tam 16 ay Şah’ın tankına, topuna, tüfeğine rağmen yürüdüler ve 65.000 şehit verdiler.

Halkın bu cesur ve kararlı duruşu karşısında Şah ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. İran’da Şahpur Bahtiyar hükümeti kuruldu. 1 Şubat 1964’te sürgüne gönderilen Ayetullah Humeyni, sürgünden tam 15 yıl sonra 1 Şubat 1979’da Paris’ten İran’a döndü. Milyonlar tarafından karşılandı. (Humeyni sürgün hayatının 1 yılını Türkiye’de 14 yılını Irak’ta son 5.5 ayını da Fransa’da geçirmişti!) Bir lise binasına yerleşti. Mehdi Bazurgan başkanlığında bir hükümet kurdurdu. Bahtiyar hükümetini istifaya çağırdı. Bu arada gençler belediyelerden başlayarak devleti ele geçiriyorlardı. Şahpur Bahtiyar kaçtı. Hükümet dağıldı. Mehdi Bazurgan hükümeti idareyi eline aldı. Ordu yeni hükümete bağlılığını bildirdi. Humeyni Cumhurbaşkanı seçildi ve devletin ömür boyu dinî ve siyasî lideri ilân edildi! Ve rejim değişikliğini büyük çaba ve mücadelelerle gerçekleştiren Ayetullah Şeriat Medari ve Mehdi Bazurgan gibi Türkler devre dışı bırakıldı. Çünkü Şeriat Medari, Türklerin eşit olduğu bir yönetim arzuluyordu. Humeyni tarafından tasfiye edilen Şeriat Medari, önce gözetim altına alındı. Ardından da şüpheli bir ölümle ortadan kaldırıldı.

Yedi. SSCB Afganistan’ı işgal etti.

Muhammed Davud Han 1973 yılında, komünist subayların da yardımıyla Zahir Şah yönetimini devirdi ve monarşiyi ilga ederek Afganistan’da cumhuriyeti kurdu. Davut Han Devlet Başkanı oldu. Bu dramatik gelişmelerin başlangıcını oluşturdu.

Bu arada 1965 yılında gizli yollarla kurulan Afganistan Komünist Partisi de Perşem ve Halk Cepheleri’nin güçlerini birleştirerek Afgan Demokratik Halk Partisi (ADHP) ismini aldı. Bu partinin kurucu üyeleri arasında Babrak Karmal, Hafızullah Emin ve Nur Muhammed Terakki gibi ileri gelen komünist liderler bulunmaktaydı.

Ancak Davud Han’ın Sovyetler ile ABD arasındaki çelişkili ilişkileri, sonunu hazırladı. ABD ile ilişkilerini güçlendiren Davud Han, Sovyetlerle gergin bir siyaset izliyordu. Davud Han’ın iktidarı döneminde tüm anayasal özgürlükler askıya alındı. Geniş çaplı işkence ve terör yöntemlerinin kullanıldığı Poliçerhi Hapishanesi açıldı. Babrak Karmal ve Nur Muhammed Terakki gibi ileri gelen çok sayıda ADHP yöneticisi tutuklanarak hapse atıldı.

Ve komünistler, 27 Nisan 1978’de Marksist subaylar ile anlaşarak, yönetime el koydu… Davud Han, Kabil’deki sarayında kıstırıldı. Ailesiyle birlikte öldürüldü. Nisan Devrimi adı verilen olayın ardından hapisten çıkarılan Nur Muhammed Terakki Devlet Başkanı oldu. Babrak Karmal onun Yardımcısı ve Başbakan Yardımcısı, Hafızullah Emin de Devlet Başkanı İkinci Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı yapıldı.
Halka özgürlük getireceklerini söyleyerek yönetime el koyan komünistler, ülkede baskıcı bir rejim kurdular. İbadet eden insanlar gözaltına alınmaya, Kur’ân Kursları kapatılmaya başlandı. Bütün Afganistan’da büyük idarî değişikliğe gidildi. Bütün idarî ve meslekî teşkilâtlara tecrübesiz ve inançsız kişiler atandı. Bunların işbaşına gelmesiyle her çeşit yolsuzluk gündeme geldi. Halk, Sovyet yanlısı diktatör Terakki’ye büyük tepki gösterdi. Fakat ayaklanmalar, kanlı bir şekilde bastırıldı ve binlerce Müslüman katledildi.

Komünistler, halkı sakinleştirmek için toprak reformu yapma kararı aldılar. Çiftçilerin borçlarını sildiler, fakat zamansız yapılan reform kabul görmedi... Müslümanlara karşı baskılarını artıran Nur Muhammed Terakki, Afgan-Sovyet ilişkisini geliştirmek için sık sık Moskova’ya gidiyordu. Bunlardan birinde iki ülke arasında bir ‘Dostluk Antlaşması’ imzalandı. Buna göre ‘taraflar karşılıklı olarak, ülkelerinin güvenliğini, bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumak için birbirleriyle dayanışma içinde olacaklar ve karşılıklı mutabakat ile gerekli tedbirleri alacaklardı.’

Bu arada ADHP yeni bir darbe hazırlığına başladı... Hafızullah Emin başkanlığındaki darbeciler, Devlet Başkanı Nur Muhammed Terakki’yi yönetimden indirerek idam ettiler. Komünist yönetimin üçüncü adamı Babrak Karmal Sovyetler Birliği’ne sürgün edildi. Ancak Hafızullah Emin de Devlet Başkanlığı’nda uzun süre kalamadı. Rus ordusunun Afganistan’a davet edilmesini isteyen Moskova yönetimi, bu talebi reddeden Emin’i, Kabil’deki Lagman Sarayı’na yolladı ve bir gece sessiz bir şekilde Kabil yakınlarına inen paraşütçü birliği ile kuşatıp, hem kendisini hem de ailesini katletti… Babrak Karmal, sürgünde iken Devlet Başkanlığı’nı ilân etti. Komünist yönetim uyguladığı baskı politikasına rağmen kontrolü sağlayamadı ve ülkedeki anarşi olaylarına karşı müdahale etmesi için Sovyetler Birliği’nden yardım talep etti. Ve 27 Aralık 1979’da Sovyet birlikleri Afganistan’a girdi. İşgal etti!
***

Hafızalarımızı tazelediğimize göre, artık asıl konumuza dönebiliriz.

12 Eylül’ü gerçekleştirenler: “Başka çare kalmamıştı. Günde 20, 30 kişi öldürülüyordu. Kardeş kavgasına son vermek, memleketi batmaktan kurtarmak için bu harekâtı yapmaya mecburduk” diyorlar… ABD Başkanı Ronald Reagan da, eski NATO Başkomutanı ve eski ABD Savunma Bakanı General Alexander Haig de, NATO Genel Sekreteri Josef Luns da 12 Eylül’ü hep aynı şekilde, aşağı yukarı hep bu cümlelerle savunuyorlar: “12 Eylül Türkiye’de kan dökülmesine son verdi, huzur ortamını yarattı.”

Ancak 12 Eylül’ün sebebi olarak öne sürülen bu ‘gerekçe’nin kendisi bir sonuçtur. Türkiye’de günde 20, 30 kişinin öldürüldüğü doğrudur, fakat bu, bir anda ve kendiliğinden ortaya çıkmış değildir... Türkiye, 1965’lerden itibaren sistemli bir şekilde ve elbirliğiyle bilerek ve isteyerek bu noktaya getirilmiştir!

‘12 Eylül Olayı’nın aslı şudur!

ABD Başkanı Johnson, malûm mektubu Başbakan İsmet İnönü’ye gönderince, Hürriyet Gazetesi başta olmak üzere basın konuyu gündeme taşıdı… Ve bu, Türkiye’de ABD’ye karşı müthiş bir infial oluşmasına sebep oldu… Türkiye’nin en sadık ve büyük müttefiki olarak gösterilen ABD’nin gerçek yüzü ortaya çıkmıştı... Ve bu durum, hiç kimsenin önceden hesap edemediği bir sonuç doğurdu: Meseleye sahip çıkan sol, özellikle üniversite gençliği arasında güçlü bir şekilde örgütlenme imkânı buldu!

Şöyle ki… 13 Şubat 1961’de bir grup sendikacı TİP’i (Türkiye İşçi Partisi) kurmuş ve genel başkanlığa Avni Erakanlı’yı getirmiş, ama bu, kamuoyunda yankı bulmamıştı. Sadece Kurucu Meclis’te yer alan sendikacılardan Feridun Şakir Öğünç partiye katılmış, sosyalist aydınlar ve hatta kurucu sendikacıların çevresinde yer alan işçiler Parti’ye yakınlık göstermemiş... Ve Parti 1961 seçimlerine katılamamıştı... Bunun üzerine aydınlar arasından destek alabilecek bir genel başkan seçilmesi düşüncesi ortaya atılmış ve Mehmet Ali Aybar, 9 Şubat 1962'de Genel Başkanlığa getirilmişti… 1963’te önce Senatör Niyazi Ağırnaslı, daha sonra da Kontenjan Senatörü Esat Çağan TİP’e katıldı ve Türkiye’de ilk kez bir sosyalist parti TBMM’de temsil imkânı bulmuş oldu... Ve Türkiye’de gelişen ve güçlenen ABD karşıtlığından faydalanmayı bilen TİP, 10 Ekim 1965’te yapılan genel seçimlerde TBMM’de 15 sandalyeye sahip olmayı başardı!

TİP, seçimlerin hemen ardından üniversite öğrencileri arasında örgütlenme yoluna gitti ve 16 Aralık 1965’de FKF’yi (Fikir Kulüpleri Federasyonu) kurdurdu… FKF’nin amacı, ‘gençlik sorunlarının ülke sorunlarından ayrı tutulamayacağını anlatmak, sosyalizm için mücadele etmek ve böylece, 27 Mayıs’ta CHP çizgisine kaymış olan üniversiteli gençliği, sol-sosyalist çizgiye çekmekti.’

Ve FKF, 1965 yılında ‘Millî Petrol Kampanyası'nı gerçekleştirdi... Bu kampanyayı, 1967 yılında ‘Özel okullar kapatılsın’ kampanyası izledi... 14 Mayıs 1968’de ise ‘NATO'ya Hayır Haftası’ ilân edildi… 10 Haziran 1968'de, öğrenciler eğitimde reform talebiyle boykota başladılar ve İstanbul Üniversitesi'ni işgal ettiler… Bu eylemler zamanla üniversite dışına yayılma istidadı gösterdi… Derby Fabrikası işgal edildi… Temmuz 1968’de Dolmabahçe önlerine demirleyen ABD 6. Filo’su askerleri denize atıldı, Amerikan Haberler Merkezi’ne ve ABD Bankalarına bombalı saldırılar düzenlendi… 6 Ocak 1969'da ODTÜ'yü ziyarete gelen Amerikan Büyükelçisi Robert Komer’in arabası yakıldı!

Sol-sosyalist hareketin militan eylemleri, boykot ve işgallerle toplumun gündemine girdiği bu dönemde, hareketin başını tutan FKF içerisindeki TİP yönetiminin etkisi zayıflamaya başladı. Hareket, militanlaştıkça TİP’in çerçevesine sığmaz olmuştu. TİP çizgisi ile sol-sosyalist gençlik arasında güçlü bir çelişki doğdu. Ama TİP'in, FKF'deki etkinliği 1968 yılındaki II. Kongre'ye kadar sürdü. II. Kongre’de yönetime MDD'ciler olarak bilinen Milli Demokratik Devrim’i savunanlar geldiler. Ancak Mahir Çayanların da içinde yer aldığı MDD'ciler henüz ideolojik saflaşmalarını tamamlamış bir grup değildi. Fakat militanlığı, anti-emperyalist mücadeledeki kararlılığıyla TİP'i aşan bir konumdaydılar… Ve FKF’nin 10 Ekim 1969’da yapılan IV. Kurultayı'nda federasyon Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ) adını aldı… DEV-GENÇ’in yönetimini Mahir Çayan grubuna kaptıran Deniz Gezmiş ve arkadaşları da 1970’de THKO’yu (Türk Halk Kurtuluş Ordusu) kurarak silâhlı eylemlere başladılar.

Devrimci Gençlik içindeki çeşitli gruplar, bir yandan köylere fabrikalara gidip çalışmalar yaparken, bir yandan da gruplar halinde gerilla eğitimi için kimi dağlara, kimi Filistin'e gidiyordu. Çünkü Türkiye'de devrim için temel mücadele metodunun silâhlı mücadele olduğunda karar kılmışlardı. ‘Türkiye devrimi, ancak uzun süreli bir halk savaşıyla zafere ulaşabilirdi!’

Mahir Çayan, öncülüğündeki bazı gençler halkı iktidara yönlendirmenin DEV-GENÇ gibi bir gençlik örgütlenmesi ile mümkün olmayacağını Marksist- Leninist bir partiye ihtiyaç olduğunu tespit ettiler. Ve 1970’in Aralık ayında THKP-C’yi (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) kurdular. Silâhlı eylemlere başladılar… Meselâ İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırıp, öldürdüler!

ABD, Türkiye’deki gelişmelerden çok rahatsızdı; daha önce hiç dikkat çekmeyen emperyalist emelleri deşifre olmuş ve hatta Türkiye’nin NATO’dan ayrılması ciddi olarak tartışılmaya başlamıştı… ABD, çare olarak CİA’yı devreye soktu.

Ve CİA, anarşiyi bahane ederek Dışişleri Eski Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in de ifade ettiği gibi Türkiye’de 12 Mart 1971 müdahalesinin gerçekleşmesini sağladı… TSK ve TSK’nin başa geçirdiği Nihat Erim Hükümeti eliyle Balyoz Harekâtı başladı… TİP, DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve DEV-GENÇ kapatıldı… 1961 Anayasası’nda köklü değişiklikler yapıldı… Mahir Çayan ve 9 arkadaşı Tokat’ın Niksar İlçesi Kızıldere Köyü’nde kurşunlanarak, Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı da Ankara’da idam edilerek imha edildiler! (İmha etmek sözünü, Tümgeneral Memduh Ünlütürk’e ABD’li iki Albay şahitlerin huzurunda söylemiştir!)

Türkiye’de sol 12 Mart’ta çok ciddi bir darbe aldı! Yüzlercesi tutuklandı, binlercesi de kovuşturmaya uğradı... Ancak sola bundan daha vahim bir operasyon yapıldı ki asıl önemli olanı budur! Deniz Gezmiş gibi bazı kişiler Filistin Kampları’nda ideolojik ve silâhlı eğitimden geçmiş olsalar da solun önder kadrosu esas olarak yerli, millî ve anti-emperyalist idiler... "Kısaca; Türkiye’nin kalkınması için tek ve zorunlu şart Amerika’nın yurttan atılmasıdır. Hem Amerika, hem kalkınma olmaz. Kalkınma toplumsal bir sorundur. Türkiye’de Amerika var oldukça, toplum kalkınamayacak, fakat büyük zenginler, komisyoncular ve uşaklar olacaktır. Amerika yurdumuzda var oldukça, kalkınma değil, tam tersine açlık ve sefalet var olacaktır. (Deniz Gezmiş, Savunma.)" Ve “Türkiye yeraltı kaynaklarından dış ticaretine, ekonomisinden politikasına, kültüründen sanatına kadar Amerikan emperyalizminin denetimi altında bir ülkedir. Amerikan emperyalizminin sömürge veya yarı-sömürge bir ülke için anlamı, ülke zenginliklerinin talan edilmesi, halkın açlığı, sefaleti ve ulusal onurun hayâsızca Amerikan postalları altında çiğnenmesidir (THKP-C Merkez Komitesi, Mayıs 1971)” diyorlar ve ABD ile NATO hedeflerine saldırıyorlardı… İşte 12 Mart’ta solun Mahir Çayan gibi, Deniz Gezmiş gibi yerli, millî ve anti-emperyalist olan öncü kadrosu tasfiye edildi! Bu dahi yetmedi, yerine CİA’nın, en azından MİT’in kontrolündeki Dursun Karataş gibi, Abdullah Öcalan gibi, Şemsi Özkan gibi, Sarp Kuray gibi, Teslim Töre gibi ajanları yerleştirildi! (O dönemde CİA ile MİT iç içeydi… MİT’in maaşları CİA’dan geliyordu!)

İnanması zor, ama solun12 Mart sonrası eylem ve söylemine bakın. ABD’ye ve NATO’ya karşı bir tek eylemleri ya da söylemleri var mı? Yok! Varsa da ben bilmiyorum… Sol artık ABD ve NATO’ya değil, ABD ve NATO hedeflerine de değil, “Kahrolsun Faşizm” ve “Faşizme karşı omuz omuza” diyerek; hep T.C Devleti’ne, polise, askere ve kendileri gibi yerli, millî ve en az kendileri kadar anti-emperyalist kişilerle teşkilâtlara saldırıyordu… ABD, NATO, kapitalizm ve emperyalizm solun gündeminden âdeta çıkmış ve sanki unutulmuştu... Bu, nasıl olmuştu? Sol, birkaç yıl içersinde niçin, nasıl ve neden böyle bir değişime uğramıştı? Bunun, sadece ve bir tek cevabı var: Bunu, sol içine yerleştirilen CİA kontrolündeki ajanlar sağladılar!

Belki yeri değil, ama konunun bütünlüğünü korumak bakımından, ABD’nin bu suretle sağladığı avantajları sıralamalıyım: 1. Solu ideolojik çizgisinden saptırmak imkânı buldu. Nitekim sol, artık kapitalizmi ve emperyalizmi değil, hayali bir faşizmi ideolojik düşman olarak görmeye başladı. Böylece ABD’nin kendisi ve NATO gibi emperyalist araçları silâhlı eylemlerin hedefleri olmaktan kurtuldu. 2. Türk halkı nazarında tüm sol, SSCB’ye bağlı gösterildiği için SSCB günah keçisi yapılmış oldu. Böylece Türkiye’nin SSCB ile kültürel, siyasî ve ekonomik işbirliği yapması engellendi. 3. Türkiye’de sol, yapılan silâhlı eylemler yüzünden terörist olarak algılandığı için sol/sosyalist çizgideki partilerin halkın ümidi haline gelmelerinin önü kesildi. 4. Türkiye’ye “Komünizm geliyor. SSCB, Türkiye’yi de Afganistan gibi işgal edecek” diyerek, Türkiye’yi kendine daha da bağımlı hale getirme imkânı kazandı. 5. Kontrolüne aldığı sol örgütlere yaptırdığı eylemlerle, Kıbrıs Barış Harekâtı’nı yapmış olmasından ötürü Türkiye’yi bir nevi cezalandırma imkânını elde etti. 6. Sola yaptırdığı eylemleri gerekçe göstererek, Türkiye’yi kurtarma iddiasındaki askerlere darbe yaptırma imkânı buldu. Bir taşla kaç kuş?

Tam bugünlerde yani 1974 yılında Türkiye, uluslararası antlaşmalardan doğan haklarını kullanarak Kıbrıs’a müdahale etmek zorunda kaldı. ABD’nin ve kurum olarak NATO’nun karşı çıkmasına rağmen Ada’ya asker çıkardı. Bu, Batı için kabul edilemez bir durumdu! Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan bu yana ikinci kez genişliyordu! (Birincisi Hatay.) Buna rıza gösteremezlerdi. Aksi halde ‘uyuyan Türk uyanabilirdi.’ Nitekim ABD başta olmak üzere bütün Batı en şiddetli tepkiyi koydular! BM’den kararlar çıkardılar, Türkiye’ye askerî ve ekonomik ambargolar uygulamaya başladılar.

Yunanistan ise NATO’dan çekildi. ABD’yi en çok da bu sarstı… Çünkü NATO, ABD’nin en önemli dış politika aracıydı. Ve Batı dünyasının büyük bir kısmını NATO vasıtasıyla kontrol ediyordu… Ancak şimdi NATO parçalanma durumuna gelmişti; çünkü Fransa daha önce 1966’da NATO’dan çekilmişti, şimdi de Yunanistan… Zaten Türkiye de maruz kaldığı haksız ambargolardan ötürü kırgındı... Bu sebeplerle NATO, neredeyse fonksiyonlarını ifa edemez bir duruma düşmüştü!

ABD bir şeyler yapmalıydı. Nitekim yaptı: KKK Orgeneral Namık Kemal Ersun’u angaje etti. Namık Kemal Ersun, Türkiye’de yönetime el koyacaktı. CİA, bunun alt yapısını oluşturmak için harekete geçti: 1 Mayıs 1977 de Taksim’de toplanan insanların üstlerine uzun namlulu silâhlarla ateş etmek suretiyle 36 kişiyi, Yeşilköy Hava Meydanı ile Sirkeci Garına saatli bombalar koymak suretiyle de 10 kişiyi katletti… Ancak Türkiye direndiği için ABD amacına ulaşamadı… Namık Kemal Ersun ve en küçük rütbelisi albay olan 200 subay, 1 Haziran’da emekli edildi… KKK makamı boşalmıştı… Bu göreve, kıdem sırasına göre şu üç kişiden biri gelebilirdi: 1. Ordu Komutanı Orgeneral Adnan Ersöz, 2. Ordu Komutanı Orgeneral Şükrü Olcay ve 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ali Fethi Esener… Askerî hiyerarşiye göre bu göreve Adnan Ersöz’ün gelmesi gerekiyordu, ama Başbakan Süleyman Demirel, Ali Fethi Esener üzerinde ısrar etti ve hazırladığı kararnameyi Çankaya Köşkü’ne yolladı… Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, bu atamayı kabul etmedi, hatta şiddetle karşı çıktı… Ve Köşk ile Başbakanlık arasında 29 Ağustos gününe kadar yoğun bir yazışma ve çekişme trafiği yaşandı... Ne Cumhurbaşkanlığı ne Başbakanlık geri adım atmadı… Sonunda 30 Ağustos günü, bu üç orgeneral de emekliye ayrılmak zorunda kaldılar… Ve KKK’na o yıl emekli olması beklenen Ege Ordu Komutanı Orgeneral Kenan Evren atandı… Böylece Evren’e, Genelkurmay Başkanlığı yolu açılmış oldu.

Ancak ABD’nin bu yaptıkları ayağına dolandı… Türkiye’de sol alabildiğine büyüdü! 1977 genel seçimlerinde CHP’nin neredeyse tek başına hükümet kuracak kadar güçlenmesine sebep oldu! Tam bu tarihlerde CİA, ABD yönetiminin önüne bir rapor koydu: “Yunanistan da yapılacak seçimleri PASOK (Panhelenik Sosyalist Hareket) kazanacak ve Parti, Yunanistan’ı Batı’dan tamamen kopararak, Varşova Paktı’na sokacaktır.” Bu rapor, ABD’yi dehşete düşürdü. Çare bulmalıydı. Aksi halde SSCB tüm dünyayı ele geçirebilecek bir güce ulaşacaktı! Çare; ya PASOK’un seçimi kazanmasına engel olmak, ya da PASOK seçimi kazanmadan evvel Yunanistan’ın NATO’ya geri dönmesini sağlamaktı… Araştırdılar ve PASOK’un seçimi kazanmasına mani olamayacaklarını öğrendiler... Tek çare kalmıştı; Yunanistan’ın NATO’ya dönmesini sağlamak… Mevcut iktidar dönmeye ikna edildi. Ama bunun için Türkiye’nin olur vermesi, daha doğrusu bunu, veto etmemesi gerekiyordu.

Türkiye yoklandı… Türkiye; “Bunun gerçekleşmesi için önce Yunanistan’la aramızdaki Kıbrıs, FIR Hattı, Adaların silâhsızlandırılması ve Kıta Sahanlığı gibi meselelerin çözülmesi gerekir. Bu olursa veto etmeyiz, aksi takdirde veto hakkımızı kullanırız!” dedi… ABD iyice köşeye sıkışmıştı... Yunanistan’a da Türkiye’ye de söz geçiremiyordu. Yunanistan’a pek bir şey yapmayacağını anlayınca, doğrudan Türkiye’ye yöneldi.

Türkiye’de hükümetler düşürdü, hükümetler kurdurdu, ama Türkiye’nin tavrını değiştiremedi.
TBMM Hükümetleri, ABD’nin istediği tavizi vermediler. (Kim ne derse desin, ‘siyasetçiler’ bu dönemde çok büyük bir millî mukavemet örneği sergilediler. Türkiye’de tarihçiler varsa, tarih bunu, bir gün tespit ve teslim edecektir!) Çünkü bu, ABD ile NATO’nun Kıbrıs Barış Harekâtı’na koyduğu tavırdan ötürü, devlet politikası haline gelmişti! Hiçbir Hükümet istese dahi bunu, değiştiremezdi… O zaman CİA devreye sokuldu… Kan akmaya başladı… Her gün onlarca kişi öldürülüyor, ancak Türkiye gene de direniyordu. Bu kez CİA eliyle kitle halinde öldürmeler tezgâhlandı: Malatya’da, Maraş’ta, Erzincan’da, Sivas’ta ve Çorum’da yüzlerce insan öldürüldü. (Bu bir komplo teorisi değildir. CİA, Maraş ve Çorum’da iki defa sobelendi… ABD Büyükelçiliği 1. Sekreteri kisveli CİA ajanı Robert Aleksandır Peck suçüstü yakalandı!) Fakat Türkiye kararından vazgeçmedi!

Tam da bu esnada, dünya iki önemli gelişmeye daha şahit oldu: 1 Şubat 1979’da İran’a dönen Ayetullah Humeyni, Şahı devirerek, İran İslâm Cumhuriyeti’ni kurdu… Ardından 27 Aralık 1979’da SSCB Afganistan’ı işgal etti! ABD, kelimenin tam anlamıyla şoke olmuştu!

Bir taraftan NATO, önce Fransa’nın sonra da Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadından ayrılması ve Türkiye’nin küstürülmesiyle iyice zayıflamış, diğer taraftan ise ‘Yeşil Kuşak Politikası’ adlı komünizmi güneyden kuşatma cephesi önce İran’ın İslâm Cumhuriyeti’ne dönüşmesi ve sonra Afganistan’ın SSCB tarafından işgal edilmesiyle tamamen çökmüştü!

ABD elini çabuk tutmalıydı, aksi halde SSCB tek süper güç haline gelecekti… Ancak kısa vadede ne İran’ı değiştirip, eskisi gibi müttefiki haline getirebilir, ne de Afganistan’ı SSCB işgalinden kurtarabilirdi… Hiç zaman yoktu… Çünkü Yunanistan genel seçimleri 18 Ekim 1981’de yapılacaktı. Bu seçimi de, çok büyük ihtimalle PASOK kazanacak ve Papandreu
Başbakan olacaktı. Gerisi malûm; Yunanistan Varşova Paktı’na girecek!

Türkiye’de sivil iktidarları, Yunanistan’ın NATO’ya dönmesi konusunda ikna etmek mümkün olmadığına göre ABD’nin tek bir çaresi kalıyordu: Askerî bir darbe yaptırmak! Askerleri veto kararından vazgeçmeye nasılsa ikna ederlerdi. Üstelik bütün şartlar, CİA tarafından organize edilerek gerçekleştirilmiş eylemler vasıtasıyla zaten olgunlaşmıştı… Sivillerden ümidi kesen ABD, bu kez askerlere yöneldi… Çok aramasına lüzum kalmadı, o zamanki TSK’nin en üst kademesinde bulunan muhteris beş general ne yazık ki, “üç günlük iktidar uğruna” ABD’nin isteklerine râzı geldiler… (ABD ve NATO karşıtları tasfiye edilmişler ve TSK tamamen ABD ve NATO taraftarı subaylara kalmıştı! Hem de son on yıl içinde; 12 Mart 1971’de sosyalist denilerek askerî öğrenciler dâhil yaklaşık 600 TSK mensubu, 1 Haziran 1977’de ise milliyetçi denilerek en küçük rütbelisi albay olan 200 subay emekli edilmişti!) Nitekim TSK, 12 Eylül 1980 tarihinde, sabah saat 04. 00’da Türkiye’de yönetime el koydu! Ve bir gün önce ölüm kusan silâhlar, o anda sustu ve toprağa gömüldü!

ABD Başkanı’na 12 Eylül Askerî Darbesi’nin yapıldığını bildirmek üzere gelen haberci “Our boys have done!” dedi, ‘Bizim çocuklar başardı!’ ABD gerçekten de başarmıştı! Hem de tere
yağından kıl çeker gibi kolayca… Ve 16 Ekim 1980 günü, NATO Başkomutanı Orgeneral Bertrand Rogers Ankara’ya geldi... B. Rogers ve K. Evren, oturup, asker askere görüştüler, bu arada Rogers “Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne Türkiye’nin izin vermesi” halinde “geriye kalan Türk-Yunan ihtilâflarının görüşülmesi için Yunanistan’ın hiçbir ön şart ileri sürmeden masaya oturacağına” dair asker sözü verdi… (Bu söz tutulmadı!) Ve bu görüşmeden sonra Türkiye “vetosunu kaldırdı.” Yunanistan NATO’nun askerî kanadına döndü… ABD de hayatî öneme haiz bir meselesini çözmüş oldu!

Başka ne oldu? Bir süreç halinde, 1950’den buyana azar azar, bölüm bölüm ve yavaş yavaş kurulmakta olan kapitalizm, tüm kurum ve kurallarıyla birlikte Türkiye’ye yerleşti. Anayasa teminatı altına girdi! ABD adına darbe yapmak istediği için 1 Haziran 1977’de emekli edilen Orgeneral Namık Kemal Ersun, İş Bankası yönetim kurulu üyesi yapıldı! APO’nun PKK’sı Türkiye toprakları üzerinde Kürtlere ayrı bir devlet kurmak için harekete geçti! Ve Namık Kemal Ersun’un darbe yapmasına mani olan Orgeneral Adnan Ersöz emekli olduktan sonra 14 Ekim 1991’de Dursun Karataş’ın Dev-Sol’u tarafından öldürüldü!

Haber Ajanda Dergisi’nde neşredilmiştir.

Ziyaret -> Toplam : 125,17 M - Bugn : 49639

ulkucudunya@ulkucudunya.com