Prof. Dr. Faruk Sümer, Akademisyen, yazar
01 Ocak 1970
Prof. Dr. Faruk Sümer, Konya’nın Bozkır ilçesinde 1924 yılında dünyaya gelmiştir. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamlamıştır. İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nü bitiren Sümer, Ankara Üniversitesi’nde doktora çalışmasını yaptıktan sonra akademik hayatına burada devam etmiştir. Türk tarihine sayısız eser kazandıran Faruk
Sümer, dünya çapında değere sahip pek çok kitap yazmıştır. Sümer’in en önemli eseri Oğuzlar kitabıdır. Karakoyunlular, Safevîler, Kitab-ı Diyarbakriyya, Çepniler, Yabanlu Pazarı, Türk Devletlerinde Şahıs Adları ve Turkısh Archıtecture diğer kitaplarıdır. Bundan başka makale, tebliği, ansiklopedi maddesi ve araştırmaya imza atmıştır. Bu eserlerinin bir kısmı çeşitli dillerde de yayınlanmıştır. Türkiye’de olduğu gibi yurt dışında da pek çok görev alan Sümer Türk tarihini özellikle Oğuzların tarihini anlatmak için çalışmalar yapmış, konferans, panel ve makaleler yayınlamıştır. Avrupa ülkeleri ve Türkmenistan’da yaptığı çalışmaları değerini bir kat daha arttırmıştır. Yakalandığı hastalık sonucu 1995 yılında hayatını kaybetmiştir.
Prof. Dr. Faruk Sümer'den bir makale
ÇADIR (OTAĞ) NE DEMEKTİR.
Türklerin bundan bin beş yüz yıl önce orta Asya’da, iklim ve coğrafi şartların icabı olarak, umumiyetle göçebe bir hayat yaşadıkları malumdur. Öyle göçebe bir hayat ki, bu hayatı yaşayanlar yazı yazmasını biliyorlar ve kervan ticareti yapıyorlardı. Göçebe hayatı yaşayan Türkler, iyi ahlaklı olmayı, yoksullara yardım etmeyi seviyorlar ve bunu en büyük faziletler arasında sayıyorlardı. Ortaçağdaki göçebe Türk cemiyetlerinde, çok zengin bir asilzadeler sınıf, her hususta hür olan halk tabakası ve nihayet kara halk denilen, esirlerden mürekkep aşağı tabaka vardı. İşaret edildiği üzere, Türk göçebe cemiyetinde medeni hayatın mürekkep manzarası ve birçok müesseseleri görülmektedir. Türkler, hep çadırlarda doğmuşlar ve buralarda yaşayıp ölmüşlerdir. Eski Türkler çadıra otak (otağ) adını veriyorlardı ki, bugünkü oda sözü buradan gelmektedir. Otağ ismi çadır manasında olarak, Selçuklularda ve beyliklerde olduğu gibi, Osmanlılarda da kullanılmıştır. Çadır kelimesine gelince, bu da Türkçe olup çatmak fili ile ilgilidir.
Yukarı orta çağda, Orta Asya’nın engin bozkırlarında yaşayan Türklerin çadırları, keçeden mamuldü. Şekli yuvarlak olup, sağlam kazıklarla yere raptedilmişti. Alelade halk çadırları sekiz on kişi alçak büyüklükte idi. Asılzadeler olan beylerin ve hanların muhtelif şekil ve büyüklükte otağ yani çadırları vardı. Bunlardan kırmızı atlas veya ipekten yapılmış büyük otağlar elli, yüz kişi alırdı ki, burada resmi toplantılar yapılır, ziyafetler verilirdi. Renk renk kıymetli kumaşlar ve ipeklilerle süslenmiş olan bu otağlar, bazı zamanlarda ziyafetten sonra içindeki kıymetli eşya ile birlikte ziyafeti veren han veya beyin müsaadesiyle yağmalanırdı. Yağma esnasında han veya bey, varsa oğulları ve katunu ile beraber otağdan uzaklaşırdı. Otağı yağma edenler, yağmayı müteakip han veya beyin huzuruna vararak onu selamlarlar ve yağmaladıkları eşya ile birlikte kendi yerlerine giderlerdi. İşte eski Türklerdeki yağmalı şölenin aslı budur. İranlılar, Türklerde gördükleri bu adeta han-ı yağma (yani yağma sofrası) adını vermişlerdir.
Çadır, Türkler tarafından o kadar sevilmiş ve ona o kadar alışılmıştı ki, yabancı ülkelerde bulunan ve evlerde oturan Türkler çadırda yaşamanın hasretini çekmişlerdir. Şüphesiz ki, onlar çadıra, hür ve serbest yaşamanın hasretini çekmişlerdir. Yedinci asrın başlarında Çin’de bir müddet yaşayan bir Gök Türk şehzadesi, kendisine tahsis edilen muhteşem bir binada kalmak istemeyerek, bu binanın bahçesine kurduğu bir çadırda oturmuştur. Eski Türklerin çadırları, elbiseleri gibi, umumiyetle ak idi. Ancak köle ve cariyeleridir ki, kara çadırda yaşarlardı. Büyüklerin çadırlarından bazıları al, kırmızı ve turuncu idi.
Arap müelliflerine göre, Peygamberimiz, hayatının son zamanlarında Türk çadırında oturmuş ve bu çadırı çok sevmiştir.
Osmanlı Türklerinin çadırları da Orta Asyalı atalarınınkinden farksızdı. Osmanlı hükümdarlarının büyük ve muhteşem çadırları vardı ki, buna otağ-ı hümayun denilirdi. Otağ-ı hümayun seferlerde, av ve gezintilerde kullanılırdı. Fevkalade müzeyyen, işlemeli ve süslü olan otağ-ı hümayunlar müteaddit kısımlara ayrılmıştı.
Otağ-ı hümayunların rengi kırmızı idi ve Osmanlı ordusunda padişah, şehzadeler, vezir ve beylerbeyilerden başkası bu renkte çadır kullanamazlardı. Padişah otağlarından Kanuni Sultan Süleyman’ın 1566 da yaptığı Sigetvar seferindeki otağı pek mükellef olup yedi direkli idi. Bu hükümdarın nişancısı ve müverrihi Celalzade, bu otağı pek edibane bir surette tasvir etmiştir. Onun bu tasvirinden anlaşılıyor ki, Kanuni’nin otağı, renkli şerit ve sırma saçaklarla süslenmişti. Padişah otağlarının nezaretine hayme mehterleri adı verilen bir cemaat bakardı. Bu cemaat oda tabir edilen dört kısma ayrılmıştı. Padişahlar sefere veya herhangi uzakça bir mahalle gidecekleri vakit Davutpaşa, Çırpıcı çayırı ve Üsküdar’daki Doğancılar meydanına hayme mehterleri daha önce hareket ederek otağlar kurarlardı. Seferlerde iki otağ bulundurulması adet idi. Bunlardan birisinde bizzat hükümdar oturur, diğeri de tuğlarla beraber daha ilerdeki menzilde kurulurdu. Tuğlarla otağ-ı hümayunu nakle memur edilenlerin başlarına, konakçı başı denilirdi ki, bunlardan bazıları beylerbeyi rütbesini haizdi.
Asker çadırlarına gelince, bunlar mahruti şekilde olup, pamuktan yapılmıştı. Renkleri beyazdı.