« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

01 Kas

2009

Yahya Kemal Beyatlı - 'O Derin Bahçede Yaşayan Ruh' / Sadık Yalsızuçanlar

01 Ocak 1970

'Kuğunun son şarkısı'ydı Yahya Kemal ve bize, şiiriyle, nesirlerinde ifade bulan düşünceleriyle, onlara vücut veren 'tahassüs'üyle, modern zamanlarda, 'gelenek'le nasıl bağ kurulabileceğini gösterdi.

2 Aralık 1884'te, İstanbul'u merkez bilen bir şehirde, Üsküp'te doğdu. 1 Kasım 1958'de, Üsküp'ü kardeş bilen bir merkezde, Merkezefendi'nin şehrinde öldü. Yahya Kemal yetmiş dört yıllık ömre bir anlamda halkası olduğu zincire, Divan geleneğine ve seslendiği yeni tahayyüle görkemli bir eser armağan etti: Kendi Gökkubemiz. Bu ilk anda, Heidegger'in, 'inşa etmek'teki belirlemesini çağrıştırır: Evet, biz yerde yaşıyoruz ama gökle çevriliyiz.
Şiir, yerle göğün temasını anlatır. Biz modern zamanlarda bu teması yitirmeye başlamıştık. Yahya Kemal, yeri çevreleyen göklerden birinde, aşk gezegeni Venüs'te oturan Hz. Yusuf makamından inen o büyük şiirle ilgiliydi. 'İhtiyar Şark'ın son firarilerindendi. Şiir, doğrudan, bir iktidar ve baskı ortamı olan 'dünya'dan, yani deni (aşağı) olandan, ruhun iklimine kaçıştır. Bu firar, fizik âlemden metafizik âleme doğrudur ve her kaçış ya bir şiire tanıklık verir veya şiir yoluyla da gerçekleşebilir. Yahya Kemal'inki, ikinci türdendir. Ondan sonra ve onunla birlikte, gelenekle aramızda beliren derin ve karanlık boşluğa işaret eden, örneğin Necip Fazıl gibi bir çılgın daha vardı, hatta sonradan bu bağın kılcal uçlarına değin sızabilen bir Sezai Karakoç, sadece 'Divan'ıyla söz düzeyinde bunu gerçekleştiren bir Turgut Uyar, bir Cahit Zarifoğlu geldi; ne ki, gelenekle ilişkilerimizin travmatik biçimde yaralandığı bir dönemde, Yahya Kemal, bu 'yeni hayat'a dair hiçbir şey söylemedi, hep o 'eski şarkı'yı terennüm etti. Bundan hareketle şöyle bir eleştiri yaparlar: Yahya Kemal, yeni yaşama ilişkin hiçbir söz söylememiştir, hep Osmanlı'yı terennüm etmiştir ve elçilik, mebusluk 'paye'leri almıştır. Oysa örneğin Nazım Hikmet, hep yeni hayatı anlatmış, iktidarın yeni aktörlerinin eskiye ilişkin eleştirilerini paylaşmıştır; ama hapsedilmiş ve sevdiği vatanından ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu belirleme, hayatın ve geleneğin ne denli köktenci bir yaralanma yaşasa da, özünde bir süreklilik olduğunu ıskalamaktadır. Esasen 'materyalist' olsa da Nazım Hikmet de, Osmanlı Türkçesiyle konuşmuş ve Hz. Mevlânâ'nın, 'suret hemi-zıllest' (görünenler gölgedirler) dizesine itiraz ettiği rubaisinde dediği gibi, bize 'kızgın etinden kalan muhteşem' Osmanlı dili şiirleri bırakmıştır. Yahya Kemal'in değeri tam da burada belirir ve hep 'yeni hayat'ın kaybetmeye başladığı zeminden söz etmesinin özel bir anlamı vardır. Bu, 'yeni hayat'ın şiirini yazmadığı anlamına gelmez, aksine, ona yitirdiği kaynağı sürekli hatırlatmakla en değerli desteği sağlamış olduğu görülür. Çünkü Eliot'ın dediği gibi, 'bazıları ışığın, bazıları gölgenin peşinde'dir. Gelenek ve Şair'den öğreniyoruz ki, 'geçmişin hal içinde varlığını hissetmek kadar ebediyeti, sınırsızı, sınırlı olanda yani bugünde bulmak, bu beraberliği hissedebilmek bir yazarı gelenekçi yapar'. Bizde gelenek kavramının bulanık bir anlam dünyasına sahip oluşu da bundan kaynaklanır. Oysa şiir, 'zamanla ebediyetin kesiştiği an'larda belirir ve Yahya Kemal, bunu Osmanlı medeniyetinde arar. Eliot'ın dediğinden hareket edersek, 'şair ile kendisinden önceki ve özellikle bir evvelki kuşak arasında var olan fark üzerinde memnuniyetle dururuz; onun şiirinde onu diğerlerinden ayıran, şevkine varılabilecek bir şey bulup çıkarmaya gayret ederiz. Halbuki bu önyargıya kapılmaksızın şaire yaklaşsak, görürüz ki onun eserindeki en ayırıcı nitelikler, kendisinden öncekileri yani onun atalarını hâlâ dipdiri ayakta tutan, ölümsüzleştiren niteliklerdir'. Çünkü gelenek, tektir ve ilk insanla başlar, dünyanın harabına değin devam eder. Bizim gelenekle ilişkimiz önemlidir ve bu, bizde yüzyılın ilk yarısında şiddetli biçimde örselenmiş hatta kopmuştur. Yahya Kemal tam da bu kopuş sürecinde ilk gençliğini idrak etmiş ve bence önemli şiirlerinden olan Koca Mustafapaşa'da, bu yüzden,
'Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.

Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;

Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;

Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.

Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,

Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.

Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.

Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!'

demiştir.

Yahya Kemal, Üsküdar'ın Dost Işıkları'nda, Mohaç Türküsü'nde, Süleymaniye'de Bayram Sabahı'nda ve diğer şiirlerinde, 'melali anlamamaya başlayan bir nesle', 'her saniyede aydınlığı artan bir ruh'la Şark'ın bu büyük hikâyesini anlattı durdu. Sanki, Heidegger'le Guenon'un bildirdiği iki ayrı haberi şair kulağıyla duymuştu: Felsefe yolu ile düşünmenin imkânları kapanmış, Hölderlin, Rilke, Goethe'de tanık olduğumuz üzre, bunun belki şiirle mümkün olabileceğine inanmıştı. Bu nedenle, 'kendi gökkubbemiz altında' neler olup bittiğini anlayabilmemiz için, o gökkubbenin ne olduğunu tekrar hatırlamamız gerektiğini söylüyordu. Yahya Kemal'in düzyazılarında bu yönde son derece değerli düşünceler buluruz. Onun şiirleri kadar önemli olan bu yazılarını okumanın tam vaktidir. 'Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu...' dizesi bana tuhaf bir biçimde Derrida'nın Marksın Hayaletleri'ni çağrıştırır. Fakat bu çağrışımda, 'hayal' kavramını şairle düşünürün farklı kullandığını görürüm. Hayal, Yahya Kemal'de, bizim irfani geleneğimize uygun olarak, bir 'berzah âlemi' şeklinde idrak edilmiştir. Rüya gibi sahih bir bilgilenme ortamıdır. Havanın boydan boya hayaletle dolu olması, Derrida'nın ironisinden farklı olarak, şairin gözlerini açar ve 'vecd ile alınan tekbiri dinleyen ön safta oturmuş nefer esvaplı biri'ni görmesine imkân verir. Zaten şair sonda bunu açıkça dile getirir:

'Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine.

Çok şükür Tanrıya, Gördüm, bu saatlerde yine

Yaşayanlarla berâber bulunan ervâhı.

Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.'

Bu 'birlik'i, retorik düzeyinde kalan ve aslında birliğe inanmayanların dillerine pelesenk ettiği, 'her zamankinden çok ihtiyaç duyduğumuz milli birlik ve beraberlik'le karıştırmamak gerekir. Bu, birlik (vahdet-tevhid) ilkesi çevresinde gerçekleşen bir şeydir. Bu anlamda Eliot, sanki şu belirlemeyi Yahya Kemal için yapmıştır: 'Sanatta yaşayan duygu şahsi değildir, objektiftir. Şair bu objektifliği, bütün varlığını yaratmakta olduğu esere vermeden gerçekleştiremez. Ve şair, yalnız "hal"de değil, "geçmiş"in "hal"le kesiştiği anda yaşamadıkça; yalnız gelmiş geçmiş olanın değil, fakat "hal"de yaşananın da şuurunda olmadıkça, ne yapması gerektiğini bilemez.' Bu şuur, Yahya Kemal söz konusu olduğunda, İstanbul'u mekân edinir ve dünyanın Kâbe'den sonraki bir başka ilahi merkezi olan Üsküdar'a, Fatih'e, Süleymaniye'ye taşınır. 'Bir ulu rüyayı görenler şehri' olarak Üsküdar, fethin, yani benliğin kapılarının hakikat'e açılışının da tanığıdır. Bu tanıklığı, modern zamanlarda sürmektedir ama, her göze görünmemektedir. 'O derin bahçede yaşayan bir ruh' olarak Yahya Kemal'in bunu gördüğüne tek başına Süleymaniye'de Bayram Sabahı tanıklık edebilir:

'Ulu mâbed! Seni ancak bu sabâh anlıyorum;

Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;

Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;

Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,

Senelerden beri rü'yâda görüp özlediğim

Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.

Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını

Görüyor varlığının bir yere toplandığını;

Büyük Allâh'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses'

Ziyaret -> Toplam : 125,23 M - Bugn : 118915

ulkucudunya@ulkucudunya.com