Batı Üzerine Doğru Sorular Sormak
Durmuş Hocaoğlu 01 Ocak 1970
"Batı nedir deyu bir sual ortaya atıldığında, bu ülkenin seçkinlerinin ezici ekseriyetinin aklına, bu zehir gibi suali peşin hükümsüz, kompleksiz, soğuk bir problem alanı olarak algılamak gelmemektedir"
Derinlikli düşünme "bu nedir" sorusuyla başlar ve komplekssiz, soğukkanlı, sadece anlamak ve açıklamak gayesine müteveccih zihni faaliyetler ile devam eder. Aslolan "soru"dur; zira, cevap bir hükümdür ve hiçbir hüküm de kat'i ve mutlak değildir. Bunun için olsa gerek, Jaspers'in ifadesiyle, Felsefe'nin soruları cevaplarından daha mühimdir. Yani, önce "soru"; doğru zamanda, doğru mekanda, doğru sorulmuş soru. Yine bunun içindir ki, doğru zamanda, doğru mekanda, doğru soru soramayan bir dünyanın cevapları ta başından yanlış ve akıbeti ta başından karanlık olmaya mahkumdur.
İslam Dünyası'nın yüzyıllardan beri sürekli kan ve irtifa kaybeden bir dünya olmasını, işte, doğru zamanda, doğru mekanda, doğru sorular sormayı unutmasında ve sorduğunda ise, bilgi objesi hakkında zihninde hazır bulunan cevaplarla tatmin olmasında aramak gerektir.
İcap eden şekilde, icap eden sorular sor(a)madığımız birçok alandan birisi de bir kördüğüm gibi çözdükçe dolanan ve dolandıkça da çözülmesi güçleşen bir probleme dönüşen "Batı" olmuştur. Türkiye, Batı ile en uzun süreli ve en ağır ihtilaflara sahne olmuş krizli bir münasebetler tarihine sahip bir(icik) ülke olduğu halde, ne yazık ki bu problem üzerinde çok az soru sormuş, veya, sorunca doğru biçimde sormamış ve hep zihninde hazır bulunan cevaplarla yetinmiştir. Bu zihin zaafiyeti, iki asrı bulan "batılılaşma" serüvenimizin başarısız bir trajediye dönüşünün ve medeniyetimizin çöküşünün de altında yatan asıl saiktir.
Bu zihni yetmezlik ve tutukluk, el'an günümüzde de devam etmektedir. Nitekim, "Batı nedir" deyu bir sual ortaya atıldığında, bu ülkenin seçkinlerinin ezici ekseriyetinin aklına, bu zehir gibi suali peşin hükümsüz, kompleksiz, soğuk bir problem alanı olarak algılamak gelmemektedir; kafalarda, cevap olarak, müsbet ya da menfi, hazır ve donmuş bir Batı fikri vardır; hepsi bu kadar.
İmdi; bu elim vazıyetin günümüzdeki en belirgin emarelerinden birisi de, 11 Eylül Olayı'ndan sonra Batı'da gözlemlenen davranış tarzları ve onların hasıl etmiş olduğu şoklardır. Batı karşısında omurgasını ezdirmiş sözde aydınlar taifesi, karşılaşılan bu durumun kendi düşünceleri ile yeniden hesaplaşmak için muazzam bir fırsat olduğunu idrak etmeleri gerekirken ya meseleyi kavrayamamaktan, ya düşünceleriyle hesaplaşmanın tevlid edeceği travmadan; birkısmı da bugüne kadar hemen-hemen herşeylerini ve hatta birçok bakımdan şahsi menfaatlerini bağladıkları kapıları kaybetmenin yarattığı korkulardan olsa gerek, şaşırıyorlar, şok geçiriyorlar, inanmazlık ediyorlar, ama hemen akabinde kendilerini toparlayarak te'vile girişiyorlar ve hala bildik türküleri söylemeye devam ediyorlar.
Söz gelimi, bugüne dek hep Türkiye'deki insan hakları ihlallerini gündeme getiren bu intelijansiya, bu hususta ne kadar haklı olsalar da, konunun başka boyutlarına el atmadan, önümüze daima masa başında resmedilmiş, gerçekle bağlantısı zayıf, platonik bir Batı tablosu koymak suretiyle affedilmez bir hata işlemeye devam etmişler ve yerinde ve doğru sorular sor(a)mamışlardır. Evet: Türkiye'de kötü çalışan ve hatta kendi halkına karşı yüzlerce yıl sürecek savaş planlarından açıkça söz edebilen bir devlet yönetimi ve zihniyeti ve keza, çok ciddi bir demokrasi problemi vardır; bunların hepsi doğru; bu gibi problem alanlarında Batı'nın bizden çok daha iyi çözümler elde etmiş olduğu da, el-hak, doğru. Bu doğruların sayısı tadat edilecek olursa bu sayfam yetmez. Lakin, bu konulara müteallık olarak, "Batı'da olsaydı...", veya "Batı'da böyle mi..." diye başlayan bu romantik diskurlarda gözden kaçan ve doğru soru soramamaktan neş'et eden çok ciddi sistematik hatalar var; öyle ki, bu hatalar yanlışa inkılab ediyor ve gerçek yerine bir illüzyona varılıyor. Bu niçin böyle; ayrıca ele almak gerektir; mekanım buna elvermez; onun için, burada sadece birkaç küçük örnek vermekle yetineceğim.
Bunların ilk kümesi, hemen yakın zamanda, Fransa'nın Ermeni Meselesi'nde takınmış olduğu küstah tavır, RP'nin kapatılmasıyla ilgili olarak AİHM'de verilen şok karar, Kıbrıs konusundaki dayatma ve Fatih Terim'e karşı yapılan saygısızlıktır.
İkinci örnekler kümesi ise, 11 Eylül Olayı'ndan sonra Batı'da ve fakat hassaten ABD'de vuku' bulan; sathi dile getirmelerle geçiştirilen fevkalade mühim gelişmelerdir. Bir köşe yazarımız ABD'de sistematik insan hakları ihlallerinin vuku' bulduğunu, binden fazla kişinin sorgusuz-sualsiz gözaltında tutulduğunu hayretle müşahade ediyor; bir başkası, aynı ülkede çok şedid bir tepkici milliyetçilik dalgasının yayılmaya başladığını anlatırken gözleriyle gördüğüne inanamayan saflar gibi şu garip tepkiyi veriyor: "Biz bu filmi daha önce seyretmiştik!". Neymiş bu film efendim derseniz, kısaca şu: Amerika'da radyo yayınlarından, dükkanların vitrinlerine kadar her yerde egemen olmaya başlayan bir slogan: "Ya sev, ya terket!". Yazarlarımız hayret ediyorlar, veya kızıyorlar, yahut "olmaz böyle şey" diye mızıklanıyorlar; fakat daha ileri bir analize girişmiyorlar; doğru sorular sormuyorlar. Halbuki doğru zamanda doğru sorular sormayı bilen bir zeka, böyle bir durumda şöyle demelidir: "Acaba neden böyle?" Bu takdirde, şu soru da arkadan gelmelidir: "Acaba Batı hakkındaki bütün fikirlerimizde kökten yenilenmesi gereken birşeyler mi var?"
Mesela: Acaba, bütün demokrasi ve insan hakları mücadelelerine rağmen, niçin, bugün dahi hala fiilen Fransa'da Protestanlar, Almanya'da Katolikler, Amerika'da Zenciler ikinci, Kızılderililer üçüncü sınıf vatandaş konumundadır? Niçin Amerikan Devleti, soyunu kuruttuğu "Asıl Amerikalılar"dan resmen özür dilememekte, tazminat vermemekte, topraklarının hiç olmazsa bir kısmını iade etmemekte; niçin el'an dahi binlercesini rezervasyon bölgelerinde tutmaktadır? Niçin bir siyahinin bu "özgürlükler ülkesi"nde önemli bir mevkıe gelmesi hala mühim bir hadise teşkil etmekte ve "WASP" (Beyaz, Anglo-Sakson-Portestan) kökenden olmayanlar için Başkanlık makamı defakto yasak olmaya devam etmektedir ve de, niçin ez-kaza o makama gelmiş olanların hemen hepsi esrarengiz bir şekilde öldürülmüştür? Niçin, ABD, II. Dünya Harbi esnasında, kendi vatandaşı olan Japon asıllı milyonlarca insanı takibe almış ve yarım milyon civarındaki bir kitleyi de rezervasyona tabi tutmuştur?
Niçin, niçin, niçin???
Bütün bunlar, Batı üzerinde yeniden düşünmek ve bu düşünme ameliyesine de doğru sorular sormakla başlamak için çok iyi fırsatlardı, ama yapılmadı ve tabiatiyle yapılmayacak da.
«««
Acaba, Batı hakkındaki düşüncelerimizi gözden geçirmenin zamanı ne vakit gelecek; doğru zamanda sorulmuş doğru sorularla?