O yıllar, o günler…
Ahmet Selim 01 Ocak 1970
Okuyunca yüreğim dalgalandı. “30 yıl öncesine baktığınızda Türkiye’de insan kalitesi bugün tartışılmaz bir şekilde düşmüştür. İster Menderes ve arkadaşlarının o muhteşem fotoğraflarına bakın, isterseniz de mahkemede onları görmeye gelen halkın fotoğraflarına yansıyan simalarına, kılık kıyafetlerine… O insanlar artık ortada yoktur ve Türkiye istatistiklerindeki ekonomik göstergelere rağmen…” (Sedat Turgut, Hürriyet)
1950’li, 1960’lı yıllar hakkında çok yazı yazdım. Siyasetle, eğitimle “insan”la, her şeyle ilgili olarak yazdım. İçimde adeta “bu da nostaljik saplantılardan kurtulamıyor” denilecekmiş gibi bir korku bile doğdu. Aslında o günleri hatırlayan mukayeseler, bir mana zenginliğinin vazgeçilmez şartıdır. Başka türlü anlatamazsınız. Fakat, her şeyin basitlik modasına bağlandığı bir sosyal ortamda bu gibi mukayeselere ve hatırlatmalara ne kadar tahammülümüz olduğunu bilemiyorum. Tedirginliğim de buradan doğuyor.
Geçenlerde Fehmi Koru Bey, şimdiki gençlerin siyasetle daha ileri yaşlarda ilgilendiğini ve bizim çocuk denilecek çağda bile siyasî ilgilerimizin çok canlı olduğunu (yine 27 Mayıs vesilesiyle) tebarüz ettirmişti. Çok doğru söylüyor. Ben 27 Mayıs’ta lisenin ikinci sınıfındaydım. Ama bırakınız 960’lı yılları; 950’li yıllar bile, gönlümde taptaze sımsıcak duruyor. Ev, mahalle, okul, şehir, siyaset… Arkadaşlarım, öğretmenlerim, komşularımız, gazeteler, dergiler, binbir çeşit insan manzaraları… Karagümrük’ünden Levent’ine, Eyüp’ünden Emirgân’ına bütün İstanbul… Camileriyle, sinemalarıyla, tramvaylarıyla, sporuyla, musikisiyle, okuluyla, hekimiyle, yoksuluyla-zenginiyle pırıl pırıl bir gönül dünyası.
Bana mı öyle geliyor? Hayır. Objektif ispatına her zaman iddialı biçimde hazırım. Hangi kıstas seçilirse seçilsin.
O ümitlerle, heyecanlarla, sevgilerle, efendiliklerle dolu dünyayı, hiç acımadan paramparça ettik… Şimdi yapıştır yapıştır, tutmuyor. Tutmaz tabii.
Geçenlerde Mustafa Dağıstanlı çıktı televizyona. Anlattığı hatırayı özetleyerek nakledeyim:
“Müsabaka öncesinde 250 gr. fazlam olduğu ortaya çıktı. Düşemiyorum. Terleyecek kadar su yok vücudumda! 57 kilo, bünyemin sıkleti değildi. 62’deki arkadaş harcanmasın diye bir altta güreşiyordum… Yaşar Doğu hoca üzgün, herkes panikte… Çağırdım doktoru, kolumu uzatıp ‘al 250 gr. kan!’ dedim. Ve mindere ancak öyle çıkabildim.”
Seyrederken gözlerim nemlenince, yanımdakiler “Ne var bunda?” diyor. Çok şey var, çok. Susuzluktan cildi diken gibi olmuş, masaj yaptıramıyor. Üstüne de kan verip mindere öyle çıkıyor. Ve gayet normal, sıradan bir iş yapıyormuş gibi, şampiyon oluyor!
Bırakılsaydı, Türkiye her alanda şampiyon olacaktı… Şimdi ise Singapur’a falan özendiriliyor.
İlkokulun ikinci sınıfındaydık. Bir arkadaşımız, babasının tayini çıktığı için ayrılmak durumunda kaldı ve vedaya geldi. Öğretmenimizin elini öptü, sonra bize dönüp “Arkadaşlar, Allahaısmarladık. Hepinize başarılar dilerim.” dedi. Sesi titriyor, gözlerinden yaşlar süzülüyordu… Siyah önlüğü, beyaz yakası ve örgülü saçlarının kurdelası ile sanki sınıfta oturmaya gelmiş gibi. Eskiden öyleydi. Veda için bir uğramak durumunda da olsan, okula böyle gelinirdi… O gün, hüzünden ders falan yapamadık. Öğretmenimiz öz evladından ayrılmış gibiydi. Dalıp dalıp gidiyordu.
Evet efendim, biz eskiden duygusal insanlardık.
Menderes asıldığı zaman ayakkabıcı Sami Efendi felç geçirdi ve düzelemedi. Hallacımız, onun portresini dükkânının duvarına yerleştirdi ve defalarca takibe uğradığı halde bir garip ruh haliyle inadını sonuna kadar sürdürdü.
Hele bir “müvezzî Ali” vardı ki anlatmaya yürek dayanmaz. Her sabah gazeteleri bırakır, “Abi, Menderes ölmedi! İnanma!” derdi. Aldığını verdiğini bilemez hale gelmişti. Hesabını biz yapardık.
Bunlar da mesele değil. Amacım sadece ruh dünyamızın bazı çizgilerini yansıtmak… Üzüldük, kahrolduk; bu millet neler gördü geçirdi. Bunu da yaşamak varmış, yaşadık. Kendi hayatımızın davacısı değiliz.
Ama bir başka şey oldu. “Tabiî gelişme mihveri”nden çıktık. Doğmamış çocuklarımızın, torunlarımızın bahtı karardı.
Eğitim “örnek”le olur. “Çevre”yle olur. Yaşayarak, yaşatarak olur… Işığını verirsin, o yürür… Yürümenin, oturup kalkmanın, konuşmanın, vasıtaya binip inmenin, bakmanın, dinlemenin, haddi aşmamanın, vefanın-tevazuun, rikkatin, düşüncenin, sorumluluk şuurunun, güzelliği sadelik içinde canlı tutmanın, insandan anlamanın; talimatnamesi, müfredatı, kursu ezberi olmaz.
İçtimaî ruh zedelendi. Denge açısı bozuldu. Mihverden çıkmanın manası budur.
“Tasdi’den içtinab ediyorum reis beyefendi.” “İmkân mutasavver olmamak lazım gelir.” “İğbirarım yoktur.” … “Tasdi” ve “mütehalli” kelimelerini onun Yassıada konuşmalarından öğrenmiştim. Öyle bir konuşma tarzı vardı ki; cümleleri tok vurguyla değil, soran ve saran bir sükûnet titreşimiyle son bulur, birbiriyle kaynaşırdı. Buna “müeddep dalgalanma üslubu” da, “şiir üslubu” da diyebilirsiniz… Onun cümleleri hâlâ bitmemiştir… Nasıl anlatacağımı bilemiyorum.
… Tefekkürü akamete uğratan, içtimaî ruhun tahrip edilmesidir. Tefekkür, akamete uğramışsa; okumak, sadece cehaleti artırır. Cehaletin artmasından doğan bir menfî cesaret, saygıyı, sevgiyi, ilmi, irfanı hiçe sayan iddialarla emanetlerin canına okur. Bu noktaya gelmemizin vebali, o günkü ufkumuzu karartanların üstündedir.