Mustafa Kemal Atatürk 19.05.1919
Dr. Cengiz Tatar 01 Ocak 1970
“1919 yılı Mayıs’ının 19'ncu günü Samsun'a çıktım” Mustafa Kemal Atatürk’ün; yenilmiş, zedelenmiş, yorgun, bitkin ve fakir düşmüş halkın vatanını sahiplenerek, geleceğini yeniden kurmaya giriştiği, bağımsızlık, özgürlük ve aydınlık geleceğe yönelik umutlarının inanca dönüştüğü, kurtuluş ateşinin yakıldığı, milletin kendi kaderini kendi eline aldığı, Türk Milleti’nin “Ulusal Bağımsızlık Savaşı” için örgütlenmeye başlandığı, uyanışının ve yeniden doğuşunun doğum yılıdır.
Türk Ulusunun Emperyalizme karşı başkaldırıp “Tam Bağımsızlık”, işbirlikçisi saraya ve sultana karşı “Milli Egemenlik”, cehalete ve bağnazlığa karşı “Uygarlık”, iflasa ve işgale karşı “Direniş ve Kurtuluş” mücadelesi ile milletimizin kaderini değiştirdiği ve yolumuzu aydınlattığı tarihi bir gündür. Ulusal egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız ve Tam Bağımsız, Modern, Uygar ve Çağdaş yeni Türk Devleti’ni kurma ülküsünü yaşama geçirmek amacıyla Samsun’a çıkışı, şanlı tarihimizde önemli bir dönüm noktası, aydınlığa uzanan süreçte atılmış çok yönlü ve kararlı bir adımdır. Türk vatanın geleceği için bir vatansever olarak çareler aradığı, Anadolu'nun içlerine doğru hızla ilerleyerek bir gün bütün gemilerin “Geldikleri Gibi Göndermek” sözünü hayata geçirmek için Türk halkı ile bütünleşmek amacıyla Samsun’a çıkma kararını verdiği dönemdir.
19 Mayıs 1919; Emperyalist devletlerin işgalindeki ve iş birlikçilerinin yenilgisi sonrasında atalarımızın uğrunda binlerce şehit vererek yurt yaptıkları vatan topraklarının yeniden kazanılmasının yolunu açan, son tarih devremize damgasını vuran yeni bir yolculuğun ve Milli Mücadelenin başlangıç noktasıdır. Milli Mücadele'nin Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde biçimlendiği, nitelik kazandığı, zorluklarla, tehlikelerle, acılarla, hüzünle geçen ve alt yapısının planlandığı, başlattığı bir direnişin ve millet olarak var olabilme sürecinin adıdır. Anadolu halkının esaret belgesini kabul etmeyişinin ve örneği az görülen bir karşı koyuşun hikâyesidir. Emperyalist devletlerin işgalini sona erdirmek için başlatılan bu savaş, "Kuvâ-yı Milliye" (Millî Kuvvetler) ile tarih sahnesine çıkışın ve 4 yıl (1919-1922) süren mücadele sonucunda yeni bir devletin, Cumhuriyet'in temellerinin atılış tarihidir. Bu mücadelenin kazanılmasında esas olan Millî Mücadele ruhudur. Bu ruh aynı amaç uğrunda aynı hedefte birleşmenin adıdır, var oluş şartımızdır. O ruh bizim bugün de sahip olmaya ihtiyaç duyduğumuz kimliğimizdir. Bu ruhun özü milli birlik ve baş mimarı ise Mustafa Kemal Atatürk’tür. O, 38 yaşında rütbelerini savaş alanlarında kazanmış genç bir general, kendine ve halkına güvenen bilinçli bir yurtsever ve inanmış bir savaşçıdır. Türk yurdunu ya kurtaracak ya da bu uğurda ölecektir, kesin kararlıdır ve her şeyi göze almıştır. “Benim amaçlarım, üstelik çok yüce amaçlarım var. Bunlar; makam elde etmek, manevi zevklere erişmek ya da para kazanmak gibi şeyler değildir. Amaçlarım gerçekleştiğinde, yurduma yararlı olmanın mutluluğunu yaşayacağım. Hayatım boyunca tek ilkem, bu ülkü olacaktır. Yürüyeceğim yolu, çok genç yaşta seçtim, ama son nefesime kadar bu yoldan ayrılmayacağım”. Türk Milleti'nin üstüne çöken karanlık umutsuzluk bulutları arasından bir umut ışığı olarak güneş gibi doğmuştur. "Ben, Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu âdeta gözlerimle görüyordum." Ulusumuzun üzerine doğan bu güneş ile halkın kurtuluşa ve zafere olan inancını artmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, Ulusal Bağımsızlığa giden sürecin başlangıcından itibaren incelendiğinde, düşünce ve inancının Samsun’a çıkışında pekiştiğini ve bunu hem işgalci İngiltere temsilcilerine, hem de İstanbul hükümetine tereddüde yer bırakmayacak açıklıkta ortaya koyduğu gözlemlenmektedir. 30 Ekim 1918’de şartları ağır Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanması ile 31 Ekim’de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığına atanmış, ancak Ordular Komutanlığı dağıtıldığı için 7 Kasım’da İstanbul’a çağrılmıştır. 15 Ekim’de İstanbul’a gelmeden Ahmet İzzet Paşa’ya yazdığı mektupta; bu kritik dönemde vatana hayırlı olabilmek düşüncesi ile hükümette Savunma Bakan olarak görev almak istediğini belirtmiştir. Bu şekilde İtilaf Devletlerine karşı daha başarılı olabileceğini düşünmüştür. 10/11 Kasım gecesi Adana’dan yola çıkmış, 13 Kasım’da altmış bir gemilik İtilaf donanmasının Boğaz’ı işgal etiğinde Haydarpaşa’ya gelmiştir. İşgal donanmasının gösteri geçişi bitince saat 15.00’ten sonra “Kartal” istimbotu ile Galata rıhtımına ayak basmış ve Akaretler yokuşundaki Pera Palas Oteline gitmiştir. Bilahare, Salih Fansa’nın Beyoğlu’ndaki evinde kısa süre kalmış ve 21 Aralık 1918’de Şişli’deki eve taşınmıştır. Galata rıhtımında yaveri Cevat Abbas Gürer ve Doktoru Rasim Ferit karşıladığında, Rasim Ferit’e; “Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim, ne yapıp yapıp Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı” demiş, yine limanı dolduran dev zırhlılara acı acı bakarak, Cevat Abbas’a “Geldikleri gibi giderler” diye tepki göstermiştir.
İstanbul’a geldiğinde gördüğü resim; Osmanlı Devleti siyasi ömrünü tamamlayıp çökmüş ve parçalanmıştır. Komutanlar ve subaylar, vatanın parçalanmakta olduğunu görmekte içleri kan ağlamakta, gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumu kenarında kurtuluş çaresi aramakla meşgullerdir. Ancak millet ve ordu kurtuluş çaresi düşünürken, Padişah ve halifeye canla başla bağlı ve sadık kalmak esas şartı ile onlarsız bir kurtuluş düşünmemişler, kendilerinden önce yüce halifeliğin ve padişahın makamının kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünmüşlerdir. Buna inanca karşı çıkan, fikir ve görüş ortaya koyanları, dinsiz, vatansız ve hain ilan etmişlerdir. Kurtuluş çaresi arayanlar, İngiltere, Fransa, İtalya gibi emperyalist devletleri gücendirmeme ve karşı düşmanca vaziyet alınmama ilkesini esas almışlardır. Bu devletlerden biriyle dahi mücadele etmek mümkün olmadığı halkın kafasında yer etmiştir. Bu şartlar içinde aydınlar dahil herkesin aklına gelebilen kurtuluş çaresi olarak Amerikan veya İngiliz “Mandası”nı kabul etmenin hangisinin daha iyi olacağı düşüncesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nu bütünüyle kurtarmak davasında olmuşlardır. Bazı bölgeler ise Osmanlı Devleti’nin taksim edileceğini önceden kabul ederek kendilerinin bu taksim dışında tutulmasını sağlamak için çabalamışlardır. Mustafa Kemal Atatürk, bu kurtuluş kararların hiçbirini beğenmemiştir. Çünkü bunların dayandığı gerekçelerin çürük ve mantıksız olduğunu ve gerçekte ise Osmanlı Devleti, tarihi ömrünün tamamladığını görmüştür. Osmanlı devleti ve memleket maddeten ve manen tecavüz halinde; imhaya ve parçalamaya karar verilmiştir. Atatürk, bu durumu; “Millet ve memleketi Harbi Umumi'ye sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını emniyete alabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler aramıştır. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet aciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız Padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş”. Padişah ve halife, hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmemiştir. Ancak; ”Osmanlı hanedan ve saltanatını sürdürmeye çalışmak, elbette Türk ulusuna karşı en büyük kötülüğü yapmaktı. Çünkü ulus, her türlü özveriye başvurarak bağımsızlığını sağlasa da, padişahlık sürüp giderse, bu bağımsızlık sayılamazdı. Osmanlı hükümetine, Osmanlı Padişahına ve Müslümanların halifesine başkaldırmak ve bütün ulusu ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu”. Felaketin dehşet ve ağırlığını idrake başlayanlar, kurtuluş çaresi gördükleri tedbirlere başvurmuştur.
13 Kasım 1918-16 Mayıs 1919’a kadar tutsak başkent İstanbul’da Mustafa Kemal Atatürk, uzun zamandan beri ülkenin içinde bulunduğu bu umutsuz duruma üzülmüş ve bir şeyler yapmak için 6 ay boyunca büyük çaba ve gayret göstermiş, Anadolu’daki kurtuluşa giden milli direnişin ön hazırlığını yapmıştır. Türkiye’nin kurtuluş hareketini ustaca bir diplomasi ile yürütmüş ve ilk zamanlarda siyasi tedbirler ile ülkeyi kurtarmak amacını gütmüştür. Padişah dahil tanıdığı herkes ile planlarını görüşmüş, ancak başkentin umutsuz durumunu görmüş, umudunu iyice kesmiş, emperyalist işgale karşı mevcut koşullarda İstanbul’da kalarak hiçbir şey yapılamayacağını anlamıştır. Kurtuluş çaresini, canlanma belirtilerini gördüğü Anadolu’ya geçmekten başka çıkar yol kalmadığını ve bir an önce resmi yollardan ne yapıp edip bir şekilde geçmenin yollarını aramaya başlamıştır. O, “Uygun bir zaman ve fırsat kollayarak İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu’nun içine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra Türk milletine felaketi haber vermek”. Ulusal direnişi İstanbul’dan değil, Anadolu’dan yönetmenin gerektiğini düşünmüştür. Bu idealin ve amacını gerçekleştirmek amacıyla Şişli’deki evinde daha önceki cephede savaştığı İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Fethi Okyar, Fevzi Çakmak, Refet Bele, İsmail Canpolat ve Cafer Tayyar gibi en yakın arkadaşları birlikte toplantılar yapmış, çalışmalarını yoğunlaştırmış ve devamlı görüş alışverişinde bulunmuştur. Milli Mücadeleye başlama kararını verişini ve bu amaçla Anadolu’ya geçmek isteyişini, 30 Mart 1919’da İnönü’ye evinde harita üzerinde; “İçimde çok dikkatle gizlediğim bir sırrı vakit gelmedikçe kimseye söylemedim. Böyle bir karar vermemişim gibi, herhangi temaslara devam ettim. Bir gün sırdaşım İsmet Bey’e, hiçbir sıfat ve yetkim olmaksızın Anadolu ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çareleri aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek kolay hangisi olabilir? İşte, benim mütakere sırasında 4-5 ay İstanbul da kalışım, sırf bunun içindir. Bu geçirdiğim zamanın bir kısmını da hazırlıklara ayırdım. Fikir hazırlıkları, seferberlikte asker toplamak. Fikir hazırlıklarında tevazuyla çalışmak, kendini silmek, karşısındakine samimi bir kanaat ilham etmek lazımdır”. Düşüncelerini paylaşmıştır. Karabekir Paşa ile komutanlık görevi için Nisan 1919 başlarında İstanbul’dan ayrılmadan önce Şişli’deki evinde yaptığı görüşmede, Kolorduyu bir milli direnme aracı olarak kullanmak ve böylece bizzat Anadolu’ya gelip faaliyete geçmesine zemin hazırlamak niyetinde olduğunu bildirmiştir. Osmanlı Devleti, Padişah ve Hükümet anlamını yitirmiştir. Halk yorgundur, umutsuzdur, elde ne doğru dürüst bir ordu ne de silah vardır. Bu şartlarda silahlı orduya karşı silahlı direnişe geçmekten başka çare kalmamıştır. “Ortada bir avuç Türk ün barındığı bir ata yurdu kalmıştır. Zaten emperyalistlerin amacı da onu paylaşmaktır. Ortada ne bir devlet ne bir hükümet ne de bir padişah vardır.“ 1918 Kasım’da verdiği ilk röportajında; “En çok kuvvetli olmak demek ise; manen, ilmen, fennen, ahlaken kuvvetli olmak demektir. Askeri kuvvet en sonda gelir.” Aklında nihai amaç, uygar ülkeler arasında Türkiye’nin yerini alma fikrini gerçekleştirmek olmuştur.
Samsun, işgal kuvvetleri için önemli stratejik nokta olması bakımdan büyük öneme sahip, Karadeniz’den Orta Anadolu’ya açılan en rahat ve güvenilir bir kapı durumundadır. 9 Mart 1919’da düzeni sağlamaya yardımcı olmak için 200 İngiliz askeri Samsun’u işgale girmiştir. Çünkü İngilizlerin Samsun’a, Yunan ordusunun da eski Rum Pontus Devleti’ni yeniden ihya etmek üzere Trabzon’a çıkması planlanmıştır. Samsun’un işgal edilmesine tepki olarak Türk Makineli Tüfek birliğinden Teğmen Hamdi, askerlerini alarak 17-18 Mart gecesi dağa çıkmıştır. Bu olay üzerine 21 Nisan 1919’da İngilizler, Samsun üzerine yoğunlaşmıştır. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Türk halkının silâhlandığı ve Osmanlı ordusunun Sivas’tan Erzurum’a kadar Doğu Anadolu’nun iç kesimlerinde “Şuralar” kurduğunu şikâyet ederek, dağıtılmaları için Osmanlı Hükümeti’nin derhal önlem alınmasını istemiş; “Samsun ve havalisinde birçok Rum köyleri Türkler tarafından her gün tecavüze uğramaktadır. İstanbul Hükümeti bu vahşi tecavüzlerin önüne geçmemektedir. Bu havalinin emniyet ve huzurunu temin etmek insaniyet namına borcumuzdur. Türklerin asayişi bozmakta olduğuna dair nota verilmiş ve Samsun ve çevresindeki asayişin sağlanmasını istemiş ve “Eğer siz aciz iseniz, bu vazifeyi biz üstümüze alacağız”. Protestosu ilave edilmiştir. İngilizler, bu nota ile Samsun’dan başlayarak Karadeniz’den İç Anadolu’ya doğru gireceklerinin sinyalini vermiştir. Hükümet, bunun sorunun İstanbul’dan denetimine olanak kalmadığı gibi yerel makamların da bununla başa çıkacak güçte olmadığı kararına varmıştır. Tek çözüm yolu olarak bölgeye bu büyük sorunun altından kalkacak, asker ve sivil kesim üzerinde sözünü geçirtebilecek, hükümetin kendisine güvenebileceği olağanüstü geniş yetkiler ile donatılmış, etkin genç ve enerjik bir generalin Samsun’a gönderilmesinin uygun olacağına karar verilmiştir. Samsun ve çevresinde asayişi sağlamak, devleti kurtarmakla eşdeğer hale gelmiştir. Özellikle Ordu Müfettişliği yapmış olan generaller gözden geçirilmiş ve Vahdettin’in de yakından tanıdığı, güvendiği yetenekleri çok iyi bilinen bütün Doğu illeri 9.Ordu Müfettişliği göreviyle yükümlendirilmesine Mustafa Kemal Atatürk karar verilmiştir. 29 Nisan 1919’da Savunma Bakanı Şakir Paşa, Atatürk’ü makamına çağırarak raporu vermiş, Başbakan Damat Ferit Paşa ile görüştüğünü, Anadolu’ya gidip Türklerle Rumlar arasındaki durum hakkında bir rapor hazırlamanın uygun gördüğünü belirtmiş ve Samsun’a gitmesi emrini bildirmiştir. Kazım Paşa; “Samsun havalisinde Rumlara tecavüz eden Türkleri cezalandırmak, sonra Anadolu’da belirlenen birtakım milli teşekkülleri ortadan kaldırmak, yakınlarında bulunan çeşitli milliyetçi kuruluşları da dağıtmak geriye kalan kuvvetlerin dağıtılmasını teftiş etmek, Türk direnişini önlemek ve yöre halkının silahsızlandırılmasını sağlamak ve ayaklanmaları önlemek” amacıyla görevlendirildiğini belirtmiştir.
Böylece İngiltere’nin Samsun ve çevresini işgal için bahane arayarak Hükümet’e 21 Nisan 1919’da verdiği notanın gereğini yerine getirecek, bahaneyi ortadan kaldıracak ve işgali önleyecektir. Aksi halde, bir düşman işgali kaçınılmazdır. Padişah saltanatını korumak ve işgal kuvvetlerinin yakındığı bu hareketleri bastırmak amacıyla, 9.Ordu Genel Müfettişi olarak kendisine resmi bir yetki belgesi verilmiştir. 30 Nisan’da göreve atanması onun niyetlerinden habersiz olan Padişah buyruğu olarak onaylanmış ve 6 Mayıs’ta Anadolu’daki görevi kendisine tebliğ edilmiştir. Müfettişlikteki vazifeleri yalnız askeri olmayıp müfettişliğin kapsadığı alanda ki idari işleri de sorumluluk alanına verilmiştir. Müfettişliğin görev alanı; Karadeniz, Doğu ve Orta Anadolu tüm bölgeleri kapsamış, bu bölgelerdeki sivil yöneticiler bağlanmakla kalmamış, batı ve güneydeki bölgelerin komutanları ve sivil yöneticileri de görevleri yürütmek için isteklerine ve talimatlarına uymakla yükümlü tutulmuştur. Bütün Anadolu’ya emir verebilecek durumda olmak ve bu bölgeyle herhangi bir temasta bulunan askeri ve idari makamlara yazılı bildirimlerde bulunmak istemiş ve kendisine verilen geniş bir yetki ile hedefine ulaşmıştır. Samsun ve dolaylarındaki Rum köylerinin her gün Türklerin saldırısına uğradığını, insanlık adına bu yerlerin güvenliğinden sorumluluğu olması nedeniyle bunun önüne geçilmesini, bölgede asayişin yeniden sağlanarak iç düzeni kurulmasını, karışıklıklarının nedenleri üzerinde bir soruşturma açılmasını, Müslüman-Hırıstiyan çatışmalarını yatıştırılmasını, bölgede faaliyet halinde olan yarı askeri başı bozuk birlikleri silahtan arınmasının sağlanmasını, her türlü silah dağıtmanın önlenmesini, Osmanlı kuvvetlerinin silah ve cephanenin toplattırılarak uygun depolara yerleştirilmesine ve terhisine nezaret etmesini sağlamak amacıyla görevlendirilmiştir.
5 Mayıs 1919’da, resmi görevlendirme yazısı Genelkurmay Başkanlığı’nda kaleme alınmış ve 2.Başkan Kazım İnanç Paşa, Atatürk’ün tasarılarından bilgi sahibi olduğu için görev ve yetki yönergesini onun istekleri doğrultusunda yetki sınırını genişleterek hazırlamıştır. Başbakan talimnameyi imzalamamış, Savunma Bakanı Şakir Paşa imza koymaktan çekinmiş etmemiş, mührü basılmış şekilde atama yazısı verilmiştir. Atatürk, o günü; ”Talih bana öyle uygun koşullar hazırlamıştır ki, kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duyduğumu tarif edemem. Bakanlıktan çıkarken, heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir alem serilmişti, Kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim”. Ordu Müfettişlik görevinin geniş yetkilerini de; “Anadolu’da, başlıca iki ordu müfettişliği kurulmuştu. Ateşkes anlaşması yapılır yapılmaz birliklerin savaşçı erleri terhis edilmiş, silah ve cephanesi elinden alınmış, bu birlikler, savaş gücünden yoksun birtakım kadrolar durumuna getirilmişti. 2 Kolorduya doğrudan doğruya emir ve kumandam geçerli olduğundan, fazla bir salahiyetim vardı ki, müfettişlik mıntıkasına komşu bulunan askeri kıtalara dahi tebligat yapabilecektim. Yine mıntıkamda bulunan ve mıntıkama komşu bulunan vilayetlere de tebligatta bulunabilecektim. Bu salahiyete göre Ankara'da bulunan 20.Kolordu ve bunun mensup olduğu müfettişlik ile ve Diyarbakır’daki Kolordu ile ve hemen Anadolu'nun bütün üst seviyedeki mülki memurlarıyla haberleşebilecek ve münasebette bulunabilecektim”. Milli Mücadeleye başlamak ve siyasal çalışmaları için işgal altındaki başkentten nasıl ayrılıp Anadolu’ya geçeceği sorunu, beklenmeyen bir şekilde basitleşmiş ve bu bulunmaz fırsat kendiliğinden doğmuştur.
Atatürk’e çok geniş bir alana hükmedecek verilen yetkiye hayret etmiş ve durumu; “Bu geniş salahiyetin, beni İstanbul'dan sürmek ve uzaklaştırmak maksadıyla Anadolu'ya gönderenler tarafından, bana nasıl verildiği garibinize gidebilir! Derhal ifade etmeliyim ki, bana bu salahiyeti onlar bilerek ve anlayarak vermediler. Ne olursa olsun benim İstanbul'dan uzaklaşmamı arzu edenlerin icat ettikleri sebep, Samsun ve havalisindeki asayişsizliği mahallinde görüp tedbir almak için Samsun'a kadar gitmek idi. Ben, bu vazifenin yerine getirilmesinin bir makam ve salahiyet sahibi olmaya bağlı olduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir beis görmediler. O tarihte Genelkurmay Başkanlığı’nda bulunan ve maksadımı bir dereceye kadar sezen zevat ile görüştüm. Müfettişlik vazifesini buldular ve görevle ilgili talimatı ben kendim yazdırdım. Milli Savunma Bakanı Şakir Paşa bu talimatı okuduktan sonra imzada tereddüt etmiş, anlaşılır anlaşılmaz bir tarzda mührünü basmıştır”. Kazım Paşa’ya; “ Her ne sebep veya maksatla, beni İstanbul’dan uzaklaştırmak için bir vesile aramışlar ve memuriyeti bulmuşlar. Hemen kabul ettim. Ben zaten şu veya bu suretle Anadolu’ya geçmek fırsatı arıyordum. Madem ki onlar teklif ettiler. Fırsattan mümkün olduğu kadar istifade etmeliyiz”. Bu görev, İstanbul’da birtakım menfi telkinler, hazırlıklar yaptığı için uzaklaştırarak ağır bir yükten kurtulmak için uygun bir sebep olmuştur. Dönemin önde gelen tanıklardan Ahmet İzzet Paşa; “Görevlendirmenin Savunma Bakanı ve Sadrazamın projesi olduğu, Sadrazamın kendisine tehdit olarak algıladığı İstanbul’dan uzaklaştırmak amacıyla yapıldığını” belirtmiştir. 13 Mayıs 1919’da, Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın evine akşam yemeğine davet edilmiş, Genelkurmay Başkanlığı görevini Fevzi Çakmak’tan alacak olan Cevat Çobanlı’da bulunmuştur. Ferit Paşa, Samsun ve havalisinde ne yapacağını sormuş ve harita üzerinde hangi bölgelere komutanlık edeceğini göstermesini istemiştir. İngiliz raporlarına göre Samsun ve havalisinde bazı karışıklıkları, yerinde yapacağı tetkikat ile halledeceğini, sadece bu küçük bölgelere komutanlık edeceğini söylemiş ve görevin hiç de önemli olmadığını anlatmak istemiştir. İngiliz Diplomat Andrew Ryan hatıratında o günü; “Yemekte, Anadolu da merkezi kontrol altında düzeni daha iyi sağlamak amacıyla, belirlenen ilk ve tek müfettiş General Mustafa Kemal, bağlılığı konusunda yeterli güvence aldığını ve bunları bir subay güvencesi kabul ettiğini, söyleyerek beni ikna etti”. Dediğini yazmıştır.
14 Mayıs’ta, Padişah Vahdetti ile görüşmesinde; ”Vahdettin hiç unutmayacağım şu sözleri ile konuşmaya başladı, Paşa Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık tarihe girmiştir. Bunları unutun, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin. Bu sözlerinde hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor. O Vahdettin ki yabancı hükümetlerin yüzüncü aletleriyle temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu. Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz. Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri uslandırırsam, Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım. Merak buyurmayın efendimiz, nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım. Hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım.” Sözleri ile görüşmesini anlatmıştır.
15 Mayıs’ta Genelkurmay Başkanlığı’na yaptığı veda ziyaretinde yetkililer ile yaptığı görüşmelerde; silah ve malzemelerin İtilaf Devletlerine teslim edilmemesini, Anadolu’da komitacıların oluşturduğu “Kuvayı Milliye” örgütlerine dayanan ulusal bir yönetimin kurulması ve askeri harekâtların savunmaya yönelik olmakla sınırlı kalmaması konusunda anlaşmaya vardıklarını belirtmiştir. Atatürk, Samsun’a yola çıkmadan bir gün önce İsmet İnönü’yü ziyaret etmiş, 6 aylık geçirdiği süreci manevi açıdan yorucu bir mücadele olarak tanımlamış ve gelecekte atacağı adımların ayrıntılı planlamasını yapmıştır. Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu Fethi Bey’i cezaevinde ziyaret etmiş; “Hükümet ve saray benim hakkımda derin bir gaflet için bulunuyorlar. Meseleden henüz İngilizlerin haberi yok.” Kendi komutasında milli bir ihtilal ordusu kuracağını, Anadolu’da halk iradesine dayanan bir meclis toplayacağını ve amacına ulaşmadan İstanbul’a dönmeyeceğini söylemiş ve kafasındaki planı paylaşmıştır. 15 Mayıs 1919 sabahı Sadrazam’a veda ziyaret ettiği saatlerde, Yunan ordusu İngiliz, Fransız ve Amerikan ortak planı ve koruyucu altında İzmir’i 20.000 kişilik bir kuvvet ile işgal etmiştir. Yunan Başbakanı Venizelos, himaye edilmeye muhtaç 30 biz ırkdaşı olduğundan; “Türklerin muhtemelen yapabilecekleri bir katliamı önlemek amacıyla” İzmir’e çıkmanın adeta zorunluluk haline geldiğini belirtmiştir. Churchill; ”Küçük Asya’yı istila ve fetih yolunda bayraklarını dalgalandırarak” demiryolu boyunca ilerlemeye başladığını söylemiştir. Yunanlılar, geçici bir işgal için değil, daimi bir ilhak için Batı Anadolu’yu Ege’nin her iki yakasında kurulacak olan büyük Yunanistan’a katmak ve böylece “Megalo İdea”yı gerçekleştirmek için geldiklerini işgal ettikleri bütün bölgelerde hissettirmişlerdir. Bu işgal, Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktasını oluşturmuş, İstanbul halkı ve Türkler için yanmakta olan öfkesi artık söndürülemez bir alev halinde tutuşmuş, büyük ve şiddetli halk tepkisi ile milliyetçi hareketin canlanmasına yol açmıştır. Çünkü işgal, hiçbir yurtsever Türkün sindiremeyeceği bir hareket ve savaşçı ruhunu bir kere daha ateşlemek için gereken kıvılcım olmuştur. Komşu ve eski kendisine tabi olan bir ulusun, Anadolu’nun kalbine itilmesi katlanılamaz bir tehlike ve utanç oluşturmuştur.
İzmir’de yaşanan oyun ve aynı planın diğer bir parçası olarak İtilaf Devletleri tarafından Samsun’da sahneye konulmak istenmiştir. İngilizler, Yunanlıların İzmir işgali ile kendilerine de işgal yolunun açıldığını düşünmüşlerdir. Yunan askerlerinin İzmir’e çıkışı ile 18 Mayıs’ta Bursa’da, Havza’da ve Erzurum’da, 19-22 Mayıs 1919’da Fatih, Kadıköy ve Üsküdar’da 30-200 bin kişi arasında değişen halkın katılımı ile direniş mitingleri ve protesto gösterileri düzenlenmiştir. 23 Mayıs’ta Sultan Ahmet Meydanında ellerinde siyah bayraklar ile 50.000 kişinin katıldığı büyük mitingde, Halide Edip Adıvar; “Gecenin en karanlık olduğu ve hiç bitmeyecek sanıldığı zaman, gün doğuşunun en yakın olduğu zamandır. Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Memleketimiz paylaşılma tehlikesi karşısında. Yarın var, çocuklarımız var. Buradaki Türkler, Müslüman aleminin kalbidir. Siz düştüğünüz zaman birçok şeyler düşecektir”. Halkı direnmeye çağırmıştır.
Anadolu’nun diğer yerlerinde düşmanın tehdit veya işgal ettiği alanlarda milli direnme hareketleri oluşmuştur. Anadolu’daki komutanlıklar ve valilerle haberleşen Mustafa Kemal Atatürk, tepkileri örgütlenmeye yöneltmiş ve Millî Mücadele için birlik ve beraberlik sağlanarak teşkilatlanmaya gidilmesini istemiştir. Ulusun kurtuluşu, halkın örgütlenmesi ile silahlı savaşın ve ulusal bağımsızlık kararlılığının, toplumun ortak isteği getirilmesiyle gerçekleştirilebileceğine inanmıştır. Bunun için halkı ayaklanmaya çağırmış, Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına saldıranlara karşı, onların gücüne ve kim olduğuna bakmadan, bütün ulusça ve silahlı olarak karşı çıkmak, onlarla savaş gerektiğini belirtmiş; “Merkezi hükümet görevini görebilecek güçte değil. Milli istiklali, yalnızca milletin azmi ve iradesi kurtarabilir. Özgür olmak isteyen, o uğurda can dahil her şeyini feda etmek zorundadır. İşinizi gücünüzü bırakın, sesinizi açıkça yükseltin, meydanlara çıkarak bütün milleti silaha sarılmaya ve ne olursa olsun önderine bağlı kalmaya özendirin. Kararınız ölüm kalım olsun. Kendi payıma ben, tam bağımsızlığımızı kesin olarak elde edene kadar, bütün ulusla birlikte, bütün özveri ve gücümle çalışacağıma kutsal inançlarım adına ant içtim. Artık benim için Anadolu’dan ayrılmak söz konusu olamaz”. Kararlılığını, o günkü koşullara ve Türk halkının özgürlükçü geleneğine uygun bir mücadele anlayışıyla birleştirmiş, ulusal olduğu kadar evrensel boyutlu eyleme girişmiştir. Türk halkı istilacıya karşı ayağa kalkmaya hazır ve beklenen lider Atatürk’ün ortaya çıkmıştır. O; “Bütün ulusları tanıyorum. Onları, bir milletin karakterinin bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığı anda, savaş alanında ve ateş altında, ölümün eşiğindeyken inceledim. Türk milletinin manevi gücü, yemin ederim ki bütün dünyanınkinden daha üstündür”. Türk tarihini ve bu tarihin Türk halkında yarattığı bağımsızlıkçı birikime güvenerek, yüreğinde İzmir işgali acısını ile oynanmak istenen oyunu bozmak ve engel olmak için tutkuyla bağlı olduğu ve sevgisine her zaman karşılık bulduğu halka gitmeye, kurtuluşu sağlayacak tek güç olan millete başvurmaya, varlığını ve umutlarını bütünleştirdiği bu üstün gücü harekete geçirmeye karar vermiştir.
15 Mayıs’ta son gecesini Beşiktaş’taki evde Annesi Zübeyde hanım ve kız kardeşi Makbule hanım ile geçirmiş, nereye gittiğini söylememiş; “Benim görevim çok önemli. Bu işte başarılı olabilmem için huzuru kalple çalışmam gerekli. Giderken gözüm arkamda kalmasın, elimi, ayağımı bağlamayın. Memleket için çalışırken sizden yana bir üzüntüye uğramış olmak istemem. Sözleriyle vedalaşmıştır. Avukatı Sadettin Ferit, Şişli’deki evinde ve Deniz Bakanı Rauf Orbay’ın yolcu etmeye geldiğinde; “Öğrendiğime göre senin bineceğin Bandırma vapuru izlenecektir. Ya vapurun İstanbul’dan hareketine izin verilmeyecek ya da Karadeniz’de, İngilizler tarafından batırılacak”. ihbar aldıklarını bildirmişlerdir. İstanbul’da kalıp tutuklanmaktansa, bu yolda batıp boğulmayı ölmeyi tercih ettiğini söylemiştir. Bu süreden sonra yakalanmak, hapsolmak, sürülmek, düşündüklerini yapmaktan alıkonulmak, hepsi ölmek ile denk olduğunu düşünmüştür. Şişli’de gece ışıkları sönmeyen, gündüzleri perdeleri kapanmayan evinde “Kurtuluş” planları yapmış ve karargahını kendisi oluşturmuştur. İngiliz İşgal Komutanlığı irtibat subayı Yüzbaşı Bennett, karargah için seçilen 15 subay ve 21 kişinin askeri niteliğinin yüksek oluşunda kuşkulanmış, listeyi İngiliz Yüksek Komiseri Rumbolt’a götürmüş; “Bu kurul, bir barış misyonundan çok, bir savaş komitesine benzemektedir” diyerek endişelerini belirtmiş, ancak gitsin, ne gerekirse yapsın, vizeyi verin cevabını almıştır. Türk ordusunun kurtuluş hareketinin vizesini ve özgür Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunun ilk adımı olduğunu farkında olmadan vermişlerdir. Gemi limandan ayrılmadan önce İtilaf Devletleri denetim görevlileri kaçak malzeme olup olmadığını kontrol etmek istemişlerdir. Atatürk; “Biz kaçak eşya veya silah götürmüyoruz, azim ve iman götürüyoruz. Bunlar bir milletin istiklal aşkını ve mücadele azmini takdir edemezler. Bütün güvendikleri maddi kuvvettir”. Karadeniz’e açıldığında kara bulutlar altındaki İstanbul’dan ayrılırken amacı; düşmanı yurttan atmak, ordunun terhisini durdurmak, cephane ve silahların toplanmasını engellemek, ulusal güçleri birleştirip örgütleyerek milli bir teşkilat kurmak, yenilerini teşkil ederek bir ordu kurmak ve istilaya karşı halkın moralini yükselterek mücadeleyi millete mal etmek olmuştur.
İzmir ve çevresinde vahşet havası esmeye başladığı sırada, İstanbul’da tarihi yeniden yazan bir genç General Atatürk, kurtuluşa giden yolun başlangıcına Samsun’a, 16 Mayıs 1919 Cuma günü saat 17.55 sıralarında “Bandırma Vapuru” ile Galata rıhtımından yolculuğa başlamıştır. Kız kulesi açıklarında düşman zırhlılarının arasından geçip Karadeniz’e yöneldiğinde, işgalcileri kastederek; “Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah gücüne dayanırlar. Bildikleri tek şey yalnız maddedir. Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin gücünü anlamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz, biz ideali ve imanı götürüyoruz”. Boğaz’dan çıkıştan itibaren geminin rotasını değiştirmiş ve gemi kaptanına tehlike ihtimallere karşı mümkün olduğu kadar kıyıya yakın gidilmesini emretmiştir. 17 Mayıs 1919 Cumartesi günü İnebolu’ya, 18 Mayıs 1919 Pazar günü Sinop limanına ulaşmıştır. “Bilmem neden Samsun’a bir an önce varmak için o kadar acele ediyordum ki vakit kaybetmektense tehlikeye göğüs germeyi tercih ettim. Aynı tertipte yolculuğa devam ederek Samsun Limanı’na ulaştık”. 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü sabah 06.00 gibi Samsun-Tütün İskelesi’nde puslu bir havada yolculuğu tamamlamış ve saat 08.00 gibi Anadolu topraklarına ayak basmıştır. 19 Mayıs sabahı Samsun'a ulaştığında bahtı kara Anadolu toprağına ilk adımını attığından yeni bir umut güneşi doğmuş ve aylardan beri süren kâbus artık sona ermiş, Milli Mücadelenin fiili ateşi yakılmıştır. Böylece, Yunanlıların Ege kıyılarına işgal bayrağını dikmelerinden birkaç gün sonra, Mustafa Kemal Atatürk, kurtuluş sancağını Karadeniz kıyılarına dikmiştir. Türk milletinin tarihinde yeni bir yaprak açılmış ve devrime giden yolda ilk adımı bu arkadaşlar ile birlikte atmıştır. Hasta ve yorgun olarak geldiği İstanbul’dan, 6 ay sonra, hemen hiçbir tedavi görmeden, ölüm olasılığı içeren yeni gerilimler ve yorgunluklarla dolu, çatışmalı bir geleceğe adım atmıştır. İzmir’in işgali üzerine duyulan tepkinin getirdiği gerginlik, Rum Pontus çetelerinin her gün yarattığı tedirginlik, kızgınlık ve bezginlik halkın bakışlarından okunan yorgunluk ilk bakışta fark edilmiştir.
19 Mayıs 1919’da, ülkenin genel vaziyet ve manzara ise Osmanlı Devleti yenilmiş ve ordusu her tarafta zedelenmiş, elinden silahları ve cephanesi alınmış, millet yorgun ve fakir bir hale düşürülmüştür. Tarihin böyle acı ve karanlık günlerinde en büyük tehlike iç çöküştür. İtilaf Devletleri arasında paylaşım tasarıları yapılmış ve 6 vilayeti kapsayan Ermenistan kurulması amaçlanmıştır. İtilaf Devletleri donanmaları ve askerleri İstanbul’da, Fransız, İtalyan ve Yunan ordularınca Anadolu ve Trakya işgal edilmiştir. İngilizler; Boğazlar, Musul, Urfa, Antep, Maraş, Batum ve Kars’ı işgal edip, Samsun’a bir müfreze çıkarmıştır. Fransızlar; Dörtyol, Mersin, Pozantı’ya kadar Adana ilini ve Afyon İstasyonu’nu işgal etmiştir. İtalyanlar; Antalya, Kuşadası, Fethiye, Bodrum ve Marmaris’i işgal etmiştir. Memleketin her tarafında Hıristiyan unsurlar; gizli, açık, özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeğe, devletin bir an evvel çökmesine ve Türkleri Avrupa dışına atmayı hedeflemişlerdir. Bu şartlarda hiç zaman kaybetmeden bir yandan gerekli düzeni ve asayişi sağlamak, diğer taraftan kafasında oluşturmaya çalıştığı Anadolu’da ihtilal plan ve yöntemlerini saptamak üzere çalışmalarına başlamış; “Temel ilke, Türk ulusunun haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamsıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan öteye gidemez. Yabancı bir devletin koruyuculuğunu ve kollayıcılığını istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Türk’ün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse, “Ya bağımsızlık Ya Ölüm.” Gerçek kurtuluş isteyen Türk halkının parolası bu olmuştur. Yenilgiyle sonuçlanan savaştan sonra, buyruğunda güvendiği subaylardan oluşan karargâhından başka bir gücü olmayan, ancak büyük umutlu ve coşku ile kendi gücüne ve kurtuluş mücadelesine çağıracağı Anadolu halkına inanmış ve güvenmiştir. O, saraya sultana ve emperyalizm devletlere değil, bağrından çıktığı Türk milletine güvenmiştir. Tam bağımsızlığı amaçlayarak ülkeyi işgalden kurtarma düşüncesi ve eylemi; Adana’da başlattığı, İstanbul'da geliştirdiği ve çıkmadan evvel düşündüğü ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz vaziyet karşısında uygulamaya koyduğu karar; Anadolu merkezli “O da milli hâkimiyete dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti tesis etmek” oluşturmuştur. Nutuk’ta, Osmanlı hükümetinin kendisinin gerçek amacını bilmediğini, Padişah ve Sadrazam Damat Ferit’den gerçek amacını gizlediğini söylemiş ve izleyeceği yolu; “Hiçbir zaman baş eğmeyeceğiz. Tuttuğumuz yolda sonuna kadar yürüyeceğiz. Hiçbir şartta teslim olmayacağız ve başarılı olmaya çalışacağız. Yerli ya da yabancı düşman karşısında haklarımızı savunacağız. Son vardığımız sınırda, eğer yenme umudumuz kalmamışsa, bir Türk bayrağının altına sığınıp, orada istiklal uğrunda can vereceğiz”. Bütün yurdun ve koskoca bir ulusun ölüm kalımı söz konusuyken, vatanseverim diyenlerin kendi geleceklerini düşünmelerine yer olmadığını belirtmiştir.
Atatürk, İstanbul’dan başlayan ve Samsun’da sona eren yolculuk esnasında görevli bir asker olarak yaşamının en tedirgin geçen günü, deniz yolculuğu olmuş, geldiği günden birkaç gün sonra asker değil, sivil olarak hareket etmiştir. Samsun’a çıkışında gördüğü manzara, İngiliz işgal kuvvetleri şehri işgal etmiş, Pontusçular sokaklarda ve halk kendisini koruyamayacak hale gelmiştir. “Mantika Palas Oteli”de kaldığı süre içinde hep bu sorunları düşünmüş, yolculukta geçirdiği uykusuz geceler sona ermemiş, yine burada uykusuz geceler başlamıştır. Ancak kendisi gibi düşünenlerde bu azim oldukça hiçbir engeli aşılmaz görmemiştir. Bu yolculuk Türk Milleti için bir dönüm noktası ve kurtuluşun başlangıcı olmuştur. Mütarekenin ilk günlerinden itibaren düşüncesi, elde kalan silahları ve kuvvetleri mümkün olduğu kadar içeriye alarak saklamak ve ilk ayaklanmalarda kullanmak olmuştur. Anadolu’ya ayak basışını, gizli şifre ile bu topraklara yalnız kendine verilen dar görev için gelmediğini, kafasındaki niyetleri üstü kapalı en güvendiği arkadaşları 15.Kolordu Komutanı Kazım Karabekir ve 20.Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa ile paylaşmıştır. Kazım Karabekir; “Mustafa Kemal Paşa’nın gelmesinden çok sevindim. Bunu bir aydır bekliyordum. Her gün büyük bir felaketin meydana gelmesi, daima beklenebilirdi. Halbuki bu felakete karşı milli, askeri göğüs gerebilecek kumandanlarımız hep İstanbul’daydı”. Düşüncesini belirtmiştir. Halkın ulusal direnişe katılımını sağlamak isteyen vatansever genç subaylar, Anadolu’ya yayılarak, büyük güçlük ve tehlike içinde Kuvayı Milliye’yi örgütlemeye ve kurmaya çalışmışlardır. Kuvayi Milliye hareketi, çoban ateşlerinin oluşmasına ve çoğalmasına neden olmuş, düşmana karşı direnişi başlatmış ve tüm yurda yayılmıştır. Milli Mücadele’yi yapan doğrudan doğruya milletin kendisidir, evlatlarıdır. Millet analarıyla, babalarıyla, kardeşleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edinmiş, şahsi hırs değil, milli ülkü, milli onur gerçek etken olmuştur.
Kuvayi Milliye hareketi, hem işgalci emperyalizmin ve işbirlikçilerinin, hem de milli egemenliği gasp etmek isteyenlerin korkulu rüyası olmuştur. Kuvayi Milliye ruhu, vatanın kurtuluş ve Cumhuriyetin kuruluş ruhudur. Mareşal Fevzi Çakmak; “Mondros Mütareke’den sonra bir uçaktan Anadolu’ya bakılsaydı yer yer yanan çoban ateşler görürdünüz. Bunlar pırıl pırıl çoban ateşleridir.” Bu çoban ateşlerinin sönmemesi, birleştirilip büyütülmesi için kötüleşen koşullar içinde kurtuluş çareleri ararken büyük bir lider Mustafa Kemal Atatürk ortaya çıkmış ve bunları birleştirip “Kurtuluş” yolunu açmış, ulusal direniş hareketine dönüştürmüştür. Milli Mücadele’nin milis kuvvetleri olan Kuvayı Milliye çok kısa sürede milletin askeri ve siyasi bir milli direniş ruhu olmuştur. Kuvayı Milliye, vatanın kurtuluş ve Cumhuriyetin kuruluş ruhudur.
Atatürk, 21 Mayıs 1919’da hala gaflet uykusunda olan İstanbul Hükümetine ilk şifreli gönderdiği raporda; “Samsun bölgesi Rumları siyasi emellerinden vazgeçerlerse, asayiş kendiliğinden düzelir. Türklüğün yabancı mandasına ve kontrolüne tahammülü yoktur. Yunanlıların İzmir’de hakları yoktur. İşgal geçicidir ve en önemlisi millet, milli hakimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunu gerçekleştirmeye çalışacaktır. Rum azınlığın faaliyetlerine, Yunanlıların İzmir’i işgal faaliyetlerine açıkça karşı çıkış vardır. Türklüğün yabancı mandasına tahammülü olamayacağının açıkça ilan edilmesi ve milli mücadele hareketinin referanslarını Türk Milliyetçiliği fikriyatına bağlanması fevkalade önemlidir”. İngilizlerin Samsun’u mahallî idarecilere haber vermeden işgal ettiğini, bu durumun devletin nüfuzunu sekteye uğrattığını, İngilizlerin Rumlarla işbirliği içinde olduğunu bildirmiştir. Türklerin Hıristiyan unsurlara saldırmasının söz konusu olmadığı, ancak tam aksine bir durum olduğunu, Türk ve Müslümanlara karşı saldırıya geçtiklerini; can, mal ve namuslarını korumaya çalıştıkları belirtilmiştir. Sivil halkın ve ordunun İzmir’in işgaline öfkelendiğini ve Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin ulusal çıkarları korumak için karalı bir adım atacağına inandığını belirtmiştir. Bu rapor, Milli Mücadele’nin ve 19 Mayıs ruhunun dayandığı temeli oluşturmuştur. 24 Mayıs’ta Genelkurmay Başkanlığı’na gönderdiği telgrafta; “Ermenilerin siyasi hedeflerini fiilen elde etmek ve asayişi bozuk göstermek için Doğu vilayetlerine çeteler geçireceklerini ve ateşkesten beri ilk uygun mevsimin bu uygulamaları kolaylaştıracağını düşündüğünü, bu olasılığa karşı 15.Kolordu’nun gerekli önlemleri aldığını, fakat bu durumun İngilizlerin müdahalesine yol açabileceğini” yazmıştır. 21 Mayıs’ta yetkililere teftiş görevi nedeniyle iç bölgelere doğru yola çıkacağını bildirmiştir. Samsun’u çok rahat ve güvenli bulmamış, yapacaklarını tamamlamıştır. 25 Mayıs 1919 Pazar günü sabah erkenden artık daha güvenli, özellikle kıyılardan uzak yerlere, ülkenin içlerine Anadolu’nun iç kesimlerine ve ön hazırlık çalışmaları için son derece uygun yer olan Havza’ya gitmek üzere ayrılmıştır. Askerlik hayatında, halkın çocukları olan binlerce, on binlerce askere komutanlık etmiş, bu yolculuk ile ilk defa halkın içine karışmıştır. Halkı ise inandırarak kazanmak lazımdır, çünkü halk bitkindir, bezgindir, karışıklıklardan, eşkıyalıktan bıkmıştır. Havza’da yerleştiği “Mesudiye Oteli”nde, halka; ümitsizliğe kapılmamalarını, memleketin kurtulacağına inanmalarını telkin etmek amacıyla vatanın, İstanbul’un ve Padişahın durumunu, düşmanların bize biçtikleri esirlik kaftanı, Rum çetelerini, Ermeni ve İngilizleri anlatmaya çalışmıştır. Askeri ve sivil makamlara, 28 Mayıs’ta yayınladığı Havza Genelgesi’nde; “İzmir’in ve bunun ardından Manisa’nın ve Aydın’ın işgali ve yapılan tecavüz ve mezalim hakkında millet henüz aydınlanmamış ve milli varlığa vurulan bu feci darbeye karşı, açık olarak herhangi bir teessür ve şikayet göstermemiştir. Milletin bu haksız darbe karşısında hareketsiz ve hissiz kalması, elbette milletin lehinde yorumlanamazdı. Onun için, milleti ikaz edip harekete getirmek lazımdı”. Millî Mücadele’nin ilk resmî başkaldırısına imza atmış, millî teşkilatların kurulmasını, işgallere tepki olarak mitingler yapılmasını, İstanbul Hükümeti ve İtilaf Devletlerine telgraflar çekilmesini ve millî bilincin uyandırılması gerektiğini belirtmiştir. Milli tehlikeye karşın halkın kaynaşması, direniş göstermesi, uyanması ve aktif bir güç halinde örgütlenmesi ile bir milli hareket karakterin verilmesi ve amaca yöneltilebilmesi hedeflenmiştir. Genelge ile bir kurtuluş ışığı gören halk ve asker; yurdun çeşitli bölgelerinde işgallere karşı milli gösterilerin canlı tutulması için büyük ve heyecanlı mitingler yapılmıştır. İstanbul hükümetine çekilen telgraflar ile milli birlik ve beraberlik duygularıyla topyekün direnişe geçilmiştir. Havza’da orduların terhisini önlemek, milis kuvvetlerin kurulmasını teşvik etmek, milli derneklerin yaygınlaşmasını sağlamak ve halkı tehlikelere karşı uyarmak üzere bir dizi çalışmalarda bulunmuştur. 28 Mayıs’ta Havzalılar, Taş Mektep binasında toplantı yapmış ve Milli Mücadelenin ilk teşkilatını “Havza Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” kurmuştur. Bu çalışmalar İşgal kuvvetlerini kuşkulandırmış ve tedirgin etmiştir. 28 Mayıs’ta Ödemiş’te Yunan kuvvetlerini durdurmak için ilk silahlı çatışma olmuş ve 29 Mayıs’ta Ayvalık’ın işgaline karşı 172.Alay Komutanı Yarbay Ali Çetinkaya, 24 subay ve 15 kadar er ile düşmana ilk direnişi başlatmış ve ilk kurşun atmıştır.
29 Mayıs’ta Başbakanlığı çektiği telgraf ile İzmir’in işgalinin millet ve orduyu içten yaraladığını; ”Ne millet ve ne ordu, varlığına karşı yapılan bu haksız tecavüzü sindiremeyecek ve kabul etmeyecektir. Emellerini ancak devletin, ordunun ve milletin kurtuluş ve selametine hasreden Padişah hazretlerine olan tam bağlılık ve yeniden başkanlığı üstlendiğiniz hükümetin en keskin teşebbüs ve icraatta bulunarak milletin hukukunun korunacağını olan güvenden dolayı sükûnetinin korunabilmekte olduğunu” Padişah ve Başbakandan beklentisini dile getirmiştir. Yine 29 Mayıs’ta emrindeki Kolordu Komutanlıklarına gönderdiği gizli telgraf ile milletin bağımsızlığa kavuşturulması için yapılması gerekenleri; “Milletin esaretten kurtarılması, hakim ve bağımsız olarak topraklarımızda yaşayabilmesi, ancak kararlı ve namuslu ellerin milleti kısa ve doğru yoldan haklarını ve bağımsızlığını savunmaya sevkiyle kabil olacaktır. Mülkiye memurlarından güvenilir kişilerle el ele vererek bağımsızlığımızın savunulmasının emrinde gerekli teşkilatın ve dışarıdan fark edilmeyecek şekilde kurulmasını zaruri görüyorum. Bu husus, ihtisası dolasıyla biz askerlerin vatanseverliğine düşmektedir”. ortaya koymuştur. 7 Haziran’da İngiltere Karadeniz Ordusu Başkomutanı General Milne, Osmanlı Savunma Bakanına; “Mustafa Kemal Paşa ile emrindeki subayların vilayetlerde kendilerini göstermelerinin arzu olunmadığını ve dolaşmaları halk efkarını incittiği gibi askerlik yönünden de Mustafa Kemal Paşa ile emrindekilerin çalışmalarına lüzum görülmediğinden, derhal İstanbul’a çağırılmaları için buyurulmasını”. talep etmiştir. Savunma Bakanı Şevket Turgut Paşa, 8 Haziran 1919’da Atatürk’e; “Emrindeki istimbotlardan biriyle hemen burayı teşrifiniz rica olunur”. geri dönme emrini vermiştir. 9 Haziran’da Savunma Bakanı’na verdiği cevapta; “Hareketimin kömür ve benzin yokluğundan dolayı geri bırakıldığını bugünkü telgrafımla arz ve maniin giderilmesini istirham etmiştir. Ancak ne şekilde hareket edeceğimi ona göre tayin etmek üzere davet sebebinin lütfen işarın rica ederim”. Hareket şeklini yeniden düzenlemek için çağrılma sebebinin açıklanmasını istemiştir. Kolordu Komutanlıklarına gönderdiği tamimde; “Ulusal bağımsızlığımız uğrunda bütün mevcudiyetimizle, Ulusla beraber sonuna kadar çalışacağıma namusum üzerine söz veririm”. Andını içmiştir. 11 Haziran’da Savunma Bakanı; “İstanbul’a çağrılmasının hükümet kararı” olduğunu bildirmiştir. Aynı gün Kazım Karabekir’e; ”Vermiş olduğum kararın milletin haklarını ve bağımsızlığını sağlamak konusunda milletle beraber çalışmaktan ibaret olduğunu ve silah arkadaşlarının ortak görüşlerini” beklediğini vurgulamıştır. Kazım Karabekir derhal ve tereddütsüz olarak; “Yüksek zatlarınız uygun gördüğünde kendi bölgemi şereflendirirse minnettar olurum” cevabın vermiştir. Samsun’da yakılan özgürlük ateşi Havza’da alevlenmiş ve İstanbul’a dönmemeye karar vermiş;“Millet ve memlekete borçlu olduğumuz en son vicdan vazifemizi, yakından, beraber çalışarak en iyi başarmak mümkün olacağı kanaatiyle bu vazifeyi kabul ettim”. 11 Haziran’da; “Bugün artık bir üniforma sahibi değilim. Sade bir millet adamıyım.” askerlikten çekileceğini, fakat halk yığınlarının Paşa üniformasına ne kadar önem verdiğini bildiğinden, liderliğe doğru yükselişinde, mümkün olduğu kadar uzun müddet rütbe ve sıfat otoritesini bırakmamak kararını vermiştir. Türk ulusunu yüreklendirmek, örgütlemek ve yol göstermek için direnişin bel kemiği ordu, sivil yetkililer ve halkın desteği ile üç unsurun birden harekete geçirmenin gerekliliğine inanmıştır. Havza’da kalması pek emin olmadığı için karargâhı ile 12 Haziran’da, mücadeleyi “halk hareketi” olarak millet ile birlikte yürütmek için Amasya’ya hareket etmiştir.
İşgalden kurtuluşa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında yaşanan zorlukları her zaman göz önünde tutarak, “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı”nın 101’nci yıldönümü kutluyoruz ve milletçe çok gururluyuz. 19 Mayısları, gençler Milli Mücadele ruhu ile kutlayacak ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini, dünya var oldukça sonsuza kadar yaşatacaktır. Bayramı, Türk gençliğine armağan etmiş; “Benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler! Bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum” sözleri ile Türk gençliğine olan güvenini belirtmiştir. Cumhuriyeti emanet ettiği gençlere; “Gençliğe Hitabe”de; "Ey Türk Gençliği, Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Türk istikbalinin evladı olarak hangi ahval ve şerâit içinde olsa dahi, birinci vazifemiz Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini korumak ve gelecek nesillere kadar yaşatmaktır. Muhtaç olduğumuz kudret ve inanç damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.”Milli Mücadele ruhuna gençlerin sahip çıkmasını istemiştir.Türk milleti, Cumhuriyet düşmanlarına karşı birlik ve beraberlik içerisinde omuz omuza mücadele edecektir. “Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kâfidir” O’nu anlamak, yaşadıklarını ve fikirlerini bilmekle mümkündür. Türk milleti; tarih boyunca bağımsızlığı, vatan, bayrak, onuru, haysiyet ve şerefi için ölümü göze alarak mücadele etmiştir. Ülkemizde yaşanan olumsuzluklardan kurtulmanın yolu tarihten ders alarak Atatürk'ün İlke ve Devrimlerini rehber olarak kabul edip, Aydınlık ve Çağdaşlaşma yolundan ayrılmadan yürümenin gerektiğini bilincini gençlere vermemiz ile gerçekleşebilecektir. “Ne Mutlu Türküm Diyene”.