Ayetkin Yıldırım
Yusuf Yılmaz Araç 01 Ocak 1970
Ülkü Ocakları Birliği teşkilatının ilk genel başkanı Aytekin Yıldırım Bey 7 Ekim 2019 günü Hakk’a yürüdü. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Ülkücü Dünya Görüşü sitesinin hazırladığı “80 öncesi Ülkü Ocakları Genel Başkanlarının anlatımıyla Başbuğ Alparslan Türkeş Belgeseli” vesilesiyle bir buçuk yıl kadar önce kendileriyle müşerref olma fırsatı bulmuştuk. Bu belgesel ülkücülük kavramının doğuşu, ülkücü teşkilatların kuruluşu ve tarihçesi, ülkücü gençliğin büyümesi ve mücadelesi ile ülkücü hareketin yegâne lideri Başbuğ Alparslan Türkeş hakkında en yetkili ağızlardan derlenen mükemmel ve sağlam kaynaklardan biri olmuş ve büyük bir boşluğu doldurmuştur. Kitap halinde neşredildiğinde çok daha geniş bilgiler ihtiva edecek ve daha büyük istifadeler sağlayacaktır.
Büyük çoğunluğu Ankara’da bulunan sayın genel başkanlar ile temas ve görüşmeleri belgesel fikrinin müellifi Metin Kaplan ağabey bizatihi kendisi yürütmüş, İstanbul’da ikamet eden iki değerli genel başkanla gün üzerinde mutabakata vardıktan sonra mülakat safhasını bize tevdi etmişti. Genel başkan düzeyindeki kişilerle teşrik-i mesaim yok denecek kadar az olduğu ve hatta şöyle baştan sona isimlerini say bakalım deseler eksiksiz sayabilecek kadar işlerin merkezinde bulunmadığım için açıkçası biraz tereddüt ve çekingenlik hâsıl olmuştu. Bizim münasebetlerimiz, seksenli yıllarda talebe iken Bursa’dan Ankara’ya gittiğimizde Başbuğumuzun yanında siyasi çalışmalarda bulunanlardan ulaşabildiklerimizi heyet halinde ziyaret edip, zamanları ölçüsünde tavsiyelerini almaktan ibaretti. Dolayısıyla bu şartlarda fazla hukuk geliştirme imkânı bulunmuyordu. Bu mümtaz şahsiyetlerle oturup kalkarken, konuşurken dikkat etmek, mevkileriyle mütenasip dairede hareket etmek gerektiği de tabiidir. Belirli bir dönemden sonrakilerde ise görüş farklılıkları baş gösterdiğinden çekim güçlerini kaybetmişlerdi. Hülasa Metin abi de bir başkan tavrıyla yüzmeyi öğretmenin en kestirme yolunun denize atmak olduğunu düşünmüş yahut da işin üstesinden gelecek liyakatte görmüş olmalı ki, elimizde sadece daha önce tanışmadığımız iki genel başkanın isim ve telefon numaraları olduğu halde bizi bu şerefli vazifeyle baş başa bıraktı. Onlar mekân teklif ederse oraya gidersiniz, size bırakırlarsa bir yer ayarlayıp davet edersiniz, çekim yapacak arkadaşımız da teçhizatlı olduğundan ulaşımını sağlayabilirseniz iyi olur diye ilave etti.
Tanımadığım insanlarla kolayca iletişim kurabilen bir yapıya sahip değilim. Bu şunu al şuraya götür, onu al buraya bırak şeklinde anlık bir iş değil, başkasına devredilebilecek bir karakteri de yok. Aldı bir dert. Adamlar aranacak, durum izah edilecek, yer belirlenecek, saat ayarlanacak, sorular sorulacak... Ankara’dakiler Metin abinin akranı ve arkadaşı ama buradakileri ne kadar tanıyor, ne konuştu, ben arayınca ne cevap verecekler, bütün bunları sorgular gibi dönüp kendisine soramıyorum. İnternetten biraz baktım, Selahattin Başkanın akademisyen olduğu az çok kulağımdaydı. İyi dedim, önce ondan başlayayım, daha kolay anlaşırız, hem kuşak itibariyle bize daha yakın. Ya Allah deyip telefonu çevirdim. Gayet itimat telkin eden, vakur ve samimi bir ses tonuyla konuştu. Yer ve saatte anlaştık, öğlen namazını eda eder başlarız dedi. Caminin semtini ve adını söyledim, not aldı. Önceden Yasin’le (Cemal Galata) cami dernek lokali üzerinde konuşmuştuk, tamam abi, sıkıntı yok, orası çok elverişli, iyi olur demişti. Sonra o hızla, ön bilgilerde biraz hareketli olduğu anlaşılan Aytekin Başkanı aradım, efendim kem küm, ben şuyum, mülakat filan dedim. O da, ben genç bir arkadaşımın numarasını göndereceğim, onunla konuşursun, dedi. Bir iki saat bekledim, numara gelmedi. Çekine çekine tekrar aradım, başkanım numara gelmedi dedim. Bu defa, ben senin numaranı ona veririm, o seni arar, dedi. İyi dedim, galiba başkan tam teşkilatçı. Bir müddet geçti arayan soran yok. Neden sonra birisi mesaj yazdı, konuştuk, cumartesi günü saat dörtte Vezneciler’e gelirsiniz, Aytekin Başkan Silivri’de oturuyor, İstanbul’a gelince bizim işyerinde vakit geçirir, tam saatinde burada olur dedi.
Yasin dedim, cumartesi günü öğlen Selahattin Başkan camiye gelecek, ona göre hazırlıklı olalım. Aa dedi, öğlen olmaz, namaz sonrası imamla güvenlikler alt kattaki dernek lokalinde yemek yiyorlar, karmaşa olur, sen başkana söyle akşam gelsin. Hem o gün Londra’dan İngiltere Türk Dünyası Platformu Başkanı Atila abi gelecek, onları tanıştırırız, dedi. Emredersin, başüstüne dedim. Ben ülkücü olduğumda genel başkanlık yapmış adamı arayacağım, efendim, ben ülkücü olduğumda doğmamış bir çocuk, Yasin diyor ki; öğlen imam efendi yemek yiyecekmiş o yüzden akşam gelmeliymişsiniz diyeceğim. Çocuk oyuncağı mı bu dedim. İmam zaten üç hilalli bayrağı filan görünce derneği ülkü ocaklarına çevirdiniz demişti, bu defa sahiden ülkü ocağına döner ona göre deyince, Yasin, yatsıdan sonra hem arkadaşlarla kalabalık toplanır sabaha kadar sohbet ederdik dedi. Artık dönüş yok, onu başka zaman yaparız, ben şimdi başkana böyleyken böyle diyemem dedim. Zaten stres altındayım, bir taraftan Metin abi, bir taraftan iki genel başkan, bir taraftan imam, bir taraftan sen abluka altına aldınız beni dedim. Üstüne üstlük bir de aynı gün akşam İngiltere’den Atila abi gelecek diyorsun. Bunlar ancak Servet’in çevirebileceği işler, rahatsızım zaten, beni yorma. Akabinde Vezneciler’e gideceğiz, Aytekin Başkanın arkadaşı genç birisiyle konuştum, orada dükkân işletiyormuş belki sen siyasalda okurken tanımışsındır, dedim.
Böylece 2018 yılı Mart ayı sonlarında bir cumartesi günü her iki genel başkanla da üç saat arayla sözleşmiş olduk. Ortaköy Defterdar İbrahim Paşa Camii Derneği lokalinde öğlen vakti buluştuğumuz 1977 yılında Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı görevini yürüten Selahattin Başkanın hocalık vasfı ağır basıyordu, görüşmemiz baştan sona gayet rahat, samimi ve dostane geçti. Çok istifade ettik, bir başkandan öteye tam bir ağabey, emin bir dost kazandık. Allah sağlık ve afiyetle nice uzun yıllar hizmetlerini daim kılsın.
Aytekin Başkan ise doğrudan randevulaşmak yerine dolaylı yolu tercih edince herhalde araya mesafe koyuyor veya bizi tanımadığı için emniyet saikiyle böyle davranıyor galiba diye düşünmüştüm. O yüzden tafsilata girip, teçhizat ve ekibin intikali açısından büyük kolaylık sağlayacağı halde camiye davet etmeye cesaret edemedim. Tanıyınca anladık ki biraz da yaşı itibariyle rehbere yeni telefon numarası kaydetmek, sonra onu geri aramak filan gibi işlerle uğraşmayı sevmiyormuş.
Öğleden sonra saat dört gibi geliriz demiştik. İlk görüşme öngördüğümüzden biraz uzun sürünce arayıp izah ettik, “Ooo Selahattin Başkan orada mı, müsaitse muhakkak gelsin, şeref versin, bir kahve içelim, hatta ver bakayım telefona dedi. Hatırladığım kadarıyla telefonda konuştular, bir başka zaman görüşme temennisinde bulundular. Ortaköy’den Vezneciler’e doğru yola koyulduk. Yağmur dolayısıyla trafik de hayli sıkışmış. Bir saat kadar gecikecektik. İstanbul’da on onbeş dakikalık gecikme mazur görülür. Bir o kadar süreyi de Selahattin Başkanın ismi kurtarır. Ama onun üstünü izah etmek müşkül. Allah kerim. Bir taraftan yapılan işin ne kadar ulvi olduğunu düşünürken bir taraftan da çatık kaşlarla karşılaşırsak ne cevap vereceğimi tasarlayarak yol aldık. Bir işi hulusi kalple yapınca işler rast gider. İşyeri sahibi Barbaros kardeşimiz de Yasin’in ahbabı çıktı. Kucaklaştık, tanıştık, vaziyeti kurtarmış olduk.
Aytekin Yıldırım 1948 Tarsus doğumlu, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesine 1966 yılında kaydolmuş. Öğretmen okulunda ülkücü olduğumuz 1975-76 yıllarında biz onbir yaşlarındayken o çoktan ülkücü olmuş, genel başkanlık yapmış, Başbuğla yan yana durmuş, bürokraside görev almış. Siyasal Bilgiler Fakültesini zor şartlarda bitirmiş, 1970 yılında son sınıfta Dev-Genç haklarında karar aldığı için bir yıl fakülteye ve imtihanlara girememiş.
Beyaz saçlı, yüzünün çizgilerine hayatın çilesi yansımış, tatlı dilli, nükteli, hoş sohbet, tavırları ağabeyce ve mütevazı. Şeffaf ve samimi bir üslubu var. Bir saat boyunca anlattıkları da ülkücünün çilesini özetliyor. Yiğitliğiyle, cesaretiyle, kavgasıyla dövüşüyle, okulu bitirip iş aramasıyla, ihtilal sonrası Anap’tan gelen cazip teklifleri Bağbuğ’a danıştıktan sonra merdanelikle reddetmesiyle, Başbuğ’un çağrısıyla partide tekrar görev almasıyla, Bağbuğ’a olan sarsılmaz sadakatiyle ve nihayet genel başkanlık sürecindeki tutumuyla, baştan sona her yönüyle bizden biri. Sözlerini şöyle bağladı.
“İyi ki geldiniz, sordunuz. Samimi söylüyorum, bunu ben yirmi senedir on defa yazmaya kalkıştım. Denedim, hep unuttum. Tekrar ettiğim zaman hatıralarımla coştum, çok fazla dağıldığını gördüm yazıların. Çünkü o kadar çok hikâye var ki, her olay bir hikâye. Kayseri'ye giderdik, olaylar olurdu, Erzurum'da olaylar olurdu, Trabzon'da olaylar olurdu. Yani bunları yaşamak, hatırlamak tekrar. İzmir'de olaylar oluyor, İstanbul'da. O büyük olaylar zinciri aslında bizim en büyük kazancımız. Şimdi siz vesile oldunuz, tarihe derli toplu kalırsa ne mutlu bize. Allah razı olsun, teşekkür ederim gerçekten.”
İmanlı ve şuurlu bir ülkücü olduğuna şehadet ettiğimiz ve keşke daha erken tanıyıp uzun sohbetler edebilseydik dediğimiz Aytekin Yıldırım Başkanımıza, sevgili ağabeyimize Allah’tan gani gani rahmet diliyoruz.
***
Yirmi sayfadan fazla tutan sohbetinden bazı bölümler aşağıdadır.
Adalet Partisi hakimdi o dönemde. MHP'lilerin kaderi şöyleydi. Sınavı kazanacaksınız, işe gireceksiniz. Tayin, terfi için de torpili Adalet Partisinden arayacaksınız, başka çare yok çünkü. O şartlarda hayatta muvaffak olduk. Biz de baştan itibaren, eğitim görürken zannediyorduk ki, eğitim görürdük CKMP'de, okulları bitirdik mi her şey hazır, Türkiye emrimizin altında, biz istediğimizi yapacağız. Bitti okullar ki, şaşırdı herkes. Bulduğu işlere girmeye başladı o şartlarda mecburen.
12 Eylül olunca birçok arkadaşlarımızın mağduriyeti oldu. Bizi de sorgulara çektiler, bir kaç defa. O dönemde eğer memuriyette olmasaydım biz de Yusufiye’yi ziyaret ederdik. Suçsuz yere götürüyorlardı herkesi. Her daireye bir iki tane paşa verdiler. Devlet Planlama Teşkilatına da iki paşa vermişlerdi. Bir tanesi havacı tuğgeneral, bir de tümgeneral vardı, karacı. Havacı çok hoşlanmıyordu benden. İki güne bir çağırıyor;
- Aytekin Yıldırım, gelir misin?
- Buyurun efendim.
- Seninle biraz konuşacağız. Otur bakalım. Sen nasıl Ülkü Ocakları Başkanlığı yaptın?
- Yaptım işte.
- Kaç kişiyi öldürdün?
- Efendim, ben kimseyi öldürmedim.
- Nasıl Ülkü Ocakları Başkanı oluyorsun, baksana hep cinayetten.
- Bir de onlara sorun, bunlara hiç ateş eden yok muymuş? Hep bunlar mı ateş etmiş karşı tarafa. Bana da ateş ettiler dışarıda, ben de memurum. Kim benim yardımcım olacak? Bu çocukların kim yardımcısı olacak? Kendilerini kurtarmışlar, ne yapsınlar adamlar. Başka çare yok efendim. Siz, askersiniz. Niye ihtilal yaptınız? Başa çıkamadınız bu işle. Çözemediniz, çözemeyince ihtilal yaptınız. Susturdunuz, attınız içeriye. Karıştır, karmaştır. Hepsi aynı çizgiden çıksın.
***
Biz Ankara'ya gelirken özel geldik. Biz Siyasala gireceğiz, orada Dev-Genç hakimmiş, dedik. Refet Körüklü diye bir abimiz vardı, hemşehrimiz. Uzaktan bize akraba olurdu. Babamın akrabasıydı. Onlar dedi ki;
- Siyasala girin. Atsız Bey diyor ki: Mülkiye - Harbiye - Tıbbiye. Bunlara gideceksiniz.
- Ben, dedim, Mülkiye'ye gideceğim.
Biz de o şekilde Mülkiye'ye geldik. Gelince de doğru gittik CKMP'ye. 1966'da geldik. Türkeş Bey vardı o zaman, Allah rahmet eylesin. Genel başkandı. O günün şartlarında öyle başladık. On beş günde, haftada bir eğitim programları olurdu orada. O şekilde bizi yetiştirirdi Allah rahmet eylesin. Öğretirdi. On beş, yirmi arkadaş, otuz kırk kişi toplanırdı. Dündar Taşer Bey vardı, Allah rahmet eylesin. Muzaffer Özdağ Bey vardı. İyi insanlar vardı o zaman. Ve İsmail Hakkı Yılanlıoğlu vardı. Eğitimle ilgili, genel milliyetçilikle ilgili kuralları anlatırlardı. Şimdi tek tek isimleri hatırlamam zor tabii. Dündar Taşer de var mesela, önemli bir isim. Antepliydi. Çok iyi bir insandı. O da çok şey öğretti bize. Hepsinden de Allah razı olsun, Allah rahmet eylesin. Dündar abi de çok ön ayak oldu, Allah rahmet eylesin. Ülkü Ocakları 1967'den sonra 1968'den sonra kurulmaya başladı. 1965'de Siyasal Bilgiler Fakültesinde zaten Ülkü Ocakları kurulmuş.
Sonra biz aramızda konuştuk. Artık Ülkü Ocaklarını kuralım. Teşkilatlanalım yavaş yavaş. 1967-1968'den sonra başladı Ülkü Ocakları kuruluşları. Türkiye çapında yayıldı. Ülkü Ocakları kurulmaya, hızlanmaya başladı, 1968 öğrenci olayları büyüdü. Türkeş Bey'i Siyasal Bilgiler Fakültesine getirelim, konuşsun, orada konferans versin, diye düşündük. 1968 Nisan ayında konferans verdirdik Türkeş Bey'e. 1967'de yine Muzaffer Özdağ Bey vardı, Allah rahmet etsin, ona bir konferans verdirdik. Türkeş Bey'e dedim ki 1969'da;
- Efendim bir ODTÜ kaldı, orada da konferans vermeniz lazım.
- Orada öbür guruplar var. Arkadaşlar toplantı yaptık aramızda, orada tehlikeli olabilir dediler.
- Yok efendim, siz merak etmeyin. Evvelallah beş yüz kişilik bir bizim gücümüz var şu anda, her an hazır bekleyen arkadaşlarımız var.
Biz artık güçlenmeye başladık, Ankara'da özellikle. ODTÜ'de olur mu olmaz mı? Olur, dedik, Kasım'da yapalım. Erdal İnönü dekan. İzin alındı. Ülkü Ocakları Birliği orada da kuruldu. Gittik oraya biz beş yüz kişi, bin kişi Ankara'dan. ODTÜ'de konferans vereceğiz. Oturduk salona. Türkeş Bey çıktı kürsüye. Benim abim güreşçiydi. Onun güreşçi arkadaşları vardı. O da onları getirdi, Ahmet Ayık falan, onlar da dahil artık. Mahmut Atalay. O gün hep olimpiyat şampiyonları hatır için geliyorlardı, seviyorlardı bir de Türkeş Bey'i onlar. Tam konferans başladı, daha on, on beş dakika oldu, bir baktık ışık kesildi. Türkeş Bey;
- Aytekin, kimse kıpırdamasın. Hareket etmeyin.
Kapkaranlık, dehliz gibi bir yer. Giriş katı değişik bir yerdi, orada konferans salonu.
- Ne yapalım efendim?
- Yana doğru çekilelim biz, suikast yaparlarsa, hedef olmayalım.
- Olur efendim, anladım, tamam.
- Siz tedbir alın, öyle çıkalım yavaş yavaş.
- Efendim, abim falan orada, öbür ekip orada. Biz hocayla görüşelim. İnönü'yle. Ona söyleyelim, derhal ışıkları açtırsın.
Gittik;
- Hocam, dedim. Size beş dakika müsaade, eğer ışıkları açtırmazsan şimdi bizim arkadaşlar da bombalıyorlar burayı, haberiniz olsun. Önce sizin okuldan başlıyorlar.
Hakkını helal etsin, Allah inşallah bize günah yazmaz.
- Ya sen manyak mısın, nereden geldiniz? dedi.
- Ya Hocam, kusura bakma bak.
Bir baktık ışık geldi. İyi tamam, elektrik geldi. Tekrar eski haline döndük, herkes yerine. Bu sefer konferans bitti. Çok komik, çıktık otobüsler yok. Belediye bize otobüs tahsis etmişti, bin kişilik otobüs. Baktık otobüsler kaçmış. Dev-Genç demiş ki;
- Burada durursanız sizi öldürürüz. Burada beklemeyeceksiniz siz.
- Ne yapacağız?
- Defolun gidin hadi buradan.
- Bu gelenler ne yapacak?
- Ne yaparlarsa yapsınlar.
Biz çıktık.
- Otobüs nerede?
- Yok otobüs.
- Arkadaşlar hem spor oluyor. Yürüyeceğiz, zaten üç adım yer. Ne olacak ki, köy usulü.
Biz de kendi köyümüzden alışmışız. On kilometre yürürdük şehirden gelince yoldan çıkana kadar. Neyse böyle bir hatıra olarak kaldı arkadaşlarda. Sonra bu olaylar 1968'de böyle gelişirken, dediler Ülkü Ocakları Birliği kurmaya başlayalım. Daha doğrusu ben yaptım ilk projeleri. Dedim ki; 'Burayı kuralım, bir de Türkiye çapında federasyon yapalım. Birlikleri bir araya getirelim. Ülkü Ocakları Birliği Federasyonu olsun. Hepsi beraber.’ Siyasallı olduğumuz için biraz daha meraklıyız bu işlere. Daha fazla görüyoruz bazı konuları. Ama kim başkan oldu derseniz, nasıl oldu? Şimdi ben tepedeki insan olsam bakarım. Kim yönetiyorsa, kim yönlendiriyorsa o insanları başkan onu yapmak zorundayım. Çünkü daha rahat hareket ederim. O insan onlarla daha iyi diyalog kurmuş ve aynı şartlarda çalışıyorlar, yaşıyorlar çünkü. Bizim bir ayrı gayrımız yoktu. Bir kardeşlik, inanç ruhu vardı herkeste. Herkes birbirine güveniyordu. Birkaç şehit olayı başladıydı o yıllarda. Adana'da bir şehit olayı olduydu ilk defa 1967 yılında. Sonra Süleyman Özmen arkadaşımız. 1970'de Dursun Önkuzu Teknik Öğretmen’de vefat etti. Bunlar bize de ders oldu. Sonra Türkeş Bey çağırdı.
- Aytekin Bey, bu böyle olmuyor. Başkan seçiyoruz şimdi seni.
- Efendim ben olmayayım. Ben son sınıfa geliyorum artık daha başka arkadaşlar...
- Yok. Sen bu işi yapan adamsın. Şimdi biz devam edeceğiz. Sonra sen karar vereceksin, bize de bildireceksin kararını, sonra bakacağız. Sen devam et şimdi. Bu işi biliyorsun.
- Tamam, olur efendim.
Ben başkan oldum, Ülkü Ocakları Birliği Başkanı. Arkadaşları topladık İstanbul'dan, Erzurum'dan diğer arkadaşları. İzmir'de kurmuştuk 1969'da yine.
***
Siyasala girmeye karar verdik. İçeri gireceğiz, herkes girecek, üç yüz kişi gireceğiz. Orada oturacağız. Ne olursa olsun. Kavgaysa kavga. Çıkmayacak kimse. Neyse, biz girdik. Tam kapıyı açarken, Çağatay Özhan vardı, Kürşat Özhan vardı. Allah rahmet etsin. Kürşat öldü, Karslı Azeri arkadaş. Ondan sonra elim kapıdayken dedi ki;
- Reis, geriye bak. Kimse yok. Gelmiyor kimse.
- Bir dakika ya, nasıl gelmez. Geride iki yüz elli kişi var. Geliyor onlar.
Vallahi baktım ki kimse gelmiyor. Niye gelmiyorsunuz? Ya ya ya, şa şa şa... Komandolar... Ülkücüler... Bozkurtlar... Tezahürat güzel, gelen yok. Salih Dilek, Allah ömür versin yaşıyor şimdi.
- Ne yapacağız reis? dedi.
- Bak bu kapıdan daha geri dönmem. Bir daha da biz buraya giremeyiz eğer geri dönersek. Dayak yiyelim, öyle çıkalım. Dayak yemeden çıkarsak olmaz. Hakkını helal et. Hadi, hücum ediyoruz, Allah Allah… Hücum... Koşacaksınız. Alpaslan'ın savaşı gibi savaşa gidiyoruz gazilerim. Allah size yardım etsin.
Dokuz kişi koşuyorsun, içeride üç yüz kişi vardı. Yüz ellisi kaçmış üst katlara. Biz geliyoruz diye. İki yüz elli kişi geliyor, katliam yapacağız zannediyorlar. Neyse, belli hedeflerimiz vardı, onlara gittik hücum ettik. Onlar da bize etti. Bir kısa baygınlık geçirdim ben, kurtuldum. Beyin kanaması gibi şurası çatladı biraz kafam, kanamalar manamalar. Altı kişi bizden zayiat, dört kişi de onlardan oldu. Onlardan da oldu neticede. Selim Kaptanoğlu diye bir arkadaşımız vardı, doktor. Şimdi yaşıyor daha, Allah ömür versin. Onlar görevliydi. İbrahim Doğan, o. Ondan sonra dediler; 'Sizi Tıp Fakültesi Hastanesine götüreceğiz.' Gittik neyse.
Başkanlık öyle kolay olmadı yani. Ooo, gel sen başkan ol, al kalemi eline, bilmem ne. Öyle konferans verdik, öbür taraftan geldik, olmuyor. Biraz mücadeleler dediğim işte bu. Orada kapıdan ya döneceksin, ya bırakacaksın. Allah razı olsun hep bütün arkadaşlardan. Ölenlere de Allah rahmet eylesin, Allah günahlarını affetsin inşallah, hayır içinde yatsınlar. Çok büyük fedakârlık yapıyorlardı. Herkesin gözü karaydı. Öyle başladı öyle devam etti, 1980'e kadar öyle gitti. Zaten ben katliam olduğunu 1972-1973 yılında anlamıştım. Dedim ki 'Bize karşı bir şey var, suikast dönemi başlıyor. Suçu olanı da olmayanı da yakacak bunlar, belli.' Nitekim 12 Eylül'e gitti.
***
Ben Türkeş Bey'in Allah rahmet etsin, hiç siz de silah alın vurun alnından, altta kalmayın dediğini duymadım. Bunu demeye lüzum yok zaten. Onu demesi için karşıdaki kişinin de biraz bön olması lazım. Anlamaması lazım yani, ne yani ben de söyleyemem. Şimdi isim bile vermiyorum başka arkadaşlarım var mesela silah kullandı. O zaman bazı hareketler oldu, Yüksek Öğretmen olayı oldu. Baskın oldu. Orada Süleyman Özmen'i vurdular. E ondan sonra bizde bir tane arkadaş vardı. Gereğini yaptı. Şimdi adını söylemem Allah ömür versin, yaşıyor. O gün sordum bir arkadaşa; yaşıyor daha, dedi. Böyle olaylar oldu, mecburen çünkü oluyor. Ölüm kalım savaşına giriyorsun ki, benim zamanımda çok büyük olaylar olmadı yalan olmasın.
Benim en kritik olayım 1970 yılında Ocak ayında. 1969'dan itibaren Türkeş Bey'in söylediği şuydu;
- Biz barış yapmak istiyoruz. Kavga etmek istemiyoruz. Ben ihtilalciyim oğlum. Bana ihtilal teklif ediyorlar, ben kabul etmiyorum. Hiç kabul etmiyorum. Sakın siz de ona uygun hareketler yapmayın. Kavga ederseniz, silah kullanırsanız benim gözüme gözükmeyin. Bizi alet etmek istiyorlar darbelerin içerisine.
- Peki, ne yapalım efendim?
- Böyle.
1970 oldu. Ondan altı ay geçti bu olayların üstünden. ODTÜ Konferansı oldu, arkadan bu oldu. 1970 Ocak ayının başları. Bir gün sabah saat yedi buçukta, İçel Yurdu yakındı CKMP'ye. Bekçi dedi ki;
- Seni o sizin adam var ya, Genel Başkanınız var ya Türkeş Bey, o çağırıyor.
- Nereden biliyorsun sen?
- Telefon geldi aşağıdan şimdi. Aytekin'i uyandır çabuk gelsin, demiş.
Hemen aradım.
- Buyurun efendim.
- Çabuk gel partiye.
Gittim, dedim bir şey mi oldu? İşgal mi ettiler? Darbe mi oldu?
- Seni bekliyorum oğlum. Sen Dev-Genç Genel Başkanı kim tanıyor musun?
- Tanıyorum.
- Ne adı?
- Atilla Sarp.
Öyle çapraz sorular da sorardı, asker ya. Atilla Sarp, dedim.
- Nerede okuyor?
- Ziraatta okuyor.
- Onunla anlaşma yapacaksın şimdi.
- Ne anlaşması efendim? Dev-Genç'le mi yapacağım?
- Evet, Dev-Genç'le yapacaksın anlaşmayı.
- Bir dakika efendim, ben adamı tanıyorum dedim ama hemen adama merhaba gel konuşalım, anlaşalım diyecek ortamım yok şu anda. Onu bir organize etmem lazım benim.
- Ne kadar sürer?
- Üç gün.
- Peki üç gün sonra gel yanıma. Anlaşma yapacaksınız, öpüşeceksiniz. İsterse Atilla Sarp, ben Alpaslan Türkeş, görüşmeye hazırım oğlum. Sana açık söyleyeyim. Ben istemiyorum, yazık bizim evlatlarımız kırılmasın. Olaylara girmesinler. Üzülüyorum. Bak, silahlı olaylar başlayacak.
12 Eylül falan yok ortada daha.
- Askeri dönem gelmesi için gençleri bir birine kırdırmaları lazım, başka olmaz bu, dedi.
- Peki efendim. Ben müsaade istiyorum. Size haber getireceğim.
Gittim hemen Ramiz Ongun var bizim arkadaşımız. Orada okuyordu o. Ona haber gönderdim. 'Ramiz,' dedim, 'Böyle böyle hemen gel. Beş dakika görüşeceğim seninle.' O da geldi, merak etti. İçel Yurdu'ndaydım o zaman. Bir Site Yurdu'nu işgal etmiştik biz 1969'un başında. Çünkü çok büyük yurttu, iki bin kişilik yurt. Kalacak yer bulamıyordu arkadaşlar. Biz de dedik gidip gelelim oraya oturalım, orada dedim istirahat ederiz. Burada kalsınlar yurtta.
- Ramiz, dedim. Bu Atilla Sarp'la benim irtibat kurmam lazım, ama özel bak.
Mao Mehmet diye bir adam var Kozanlı, onun hemşerisi.
- Onu bul, o bu işi yapar.
- Tamam. Ben ona söyleyeyim, o gelmez ama.
- Benim selamımı söyle gelsin.
İki saat sonra geldi. Dedi ki;
- Hayrola ya, sen komünist mi oluyorsun?
- Kim dedi?
- Ramiz dedi.
- Öyle. Onlara kızdım artık komünist olacağım.
- Niye çağırdın beni?
- Atilla Sarp'ı bul, ben onunla barış yapacağım. Onun istediği yerde, istediği şartlarda. Kaç kişiyle gelirse gelsin. Ben kabul ediyorum. Şu anda razıyım her şeye, kabul ediyorum.
- Ya seni öldürürler orada onlar.
- Olsun, gelsin öldürsünler bizi. Öyle şeye bakmıyoruz biz genel kitleye bakıyoruz şu anda.
Öğleden sonra haber geldi, tamam. Atilla Sarp bizim yurdun İçel Yurdu'nun ilerisinde ablasının evi vardı. Örgüt evi dediğimiz yer. O ablamın evi diyor. Yarın akşam bizi de orada bekliyor.
- Tamam, dedim ben. Geliriz.
- Yalnız Aytekin kimseyle gelmeyecek, silahsız gelecek.
- Zaten ben silahsız geziyorum, biliyorsunuz. Problem yok. Bir arkadaşım olur yalnız yanımda.
Hayri Çintemur diye bir arkadaşım vardı, istihbaratçı. Kendi teşkilatımızın istihbaratçısı. Onu aldık beraber yedide, yedide hava kararıyor daha Ankara'da, o zaman kış günü. Dedim;
- Oraya gideceğiz Hayri. Fazla laf kesme, benim laflarımı. Ben de seninkini kesmeyeceğim. Dikkat et, orada kalabalık olabilirler. Silahın bir tane olsun. Bir tane de bende var, tamam ne olursa olsun. Kaderimiz neyse onu yaşayacağız, bu önemli.
Gittik oraya. Biz de zannettik ki on beş, yirmi kişi bir şey olacak. Bir de baktık seksen, yüz kişi bekliyor bahçede. Örgüt evi. Örgüt evine gitmeden önce arkadaşlara dedik, bir kısım tedbir aldık tabii. Bir kısmı köfteci, kış günü, Ankara'da seyyar köfteciler, bilmem neciler. Bir iki şarapçı var orada, yolda güya sızmışlar böyle iki üç kişi bekliyorlar. Bize de selam veriyorlar, merak etmeyin, biz daha buradayız. Dedim;
- Donarsınız lan salaklar, sahiden içmeyin öyle şeyler.
Neyse biz vardık, maceralı konuşmalar oldu. Sabah beşte münakaşa bitti. Aramızda şöyle konuşmalar geçti. Saat iki buçuk, üç sırasında dayanamadım;
- Atilla, siz misafiri böyle mi karşılıyorsunuz?
- Niye Başkanım?
- Benim karnım aç. Akşam yemek yemedik biz, yedide çıktık geldik. Sizin çorbanız, ekmeğiniz, yumurtanız yok mu? Biz hiç bir şey yemedik arkadaş. Sen getirdin bizi elli kişinin içine, ne diyeceğimizi şaşırıyoruz. O bir şey soruyor, diğeri bir şey soruyor.
Zorla odayı boşalttık. Artık tek odaya geçtik. Atilla, ben, Merkez Yürütme Kurulu diyor sekiz kişisi var. İki kişi de biziz.
- Ya abi, dedi. Vallahi helal olsun size. Cesaret edip geldiniz.
Öbürü dedi ki;
- Silahı vardır bunların.
Atilla;
- Ya sormayın adama, normal. Aytekin silahsız gezmez. Adam buraya geliyor. Misafir, karışamayız ki. Biz bir şey konuşacağız, özel bir şey. Ne konuşacaktın Aytekin?
- Barış.
- Ne barışı?
- Ben sana şu anda Ülkü Ocakları Birliği Genel Başkanı olarak geliyorum, Türkiye çapında. Alparslan Türkeş Bey'in de sana selamı var. Muhabbetleriyle senin gözlerinden öpüyor. Bak Atilla Sarp, sana özel söylüyorum, buradaki arkadaşların da duysun. Bize dediği şu: ‘Siz fakir çocuklarısınız. Karşı taraf da fakir ailelerin çocukları. Yazık değil mi birbirinizi kırıyorsunuz. Kırmayın birbirinizi, istemiyorum.’
- Bunda samimi mi Aytekin?
- Ben inanıyorum, yüzde yüz samimi. Niye hile yapsın ki adam. Çünkü ben her gün beraberim, görüyorum. Bir olay oluyor, orada en büyük sıkıntıyı o çekiyor, üzülüyor. Kavgaya bile kızıyor, yaptırmıyor bize. Sakın kavga yapmayın, onlara müdahale etmeyin. Karışmayın siz, alet olmayın.
- E, ne yapacağız?
- Yapacak şey gayet basit. Seninle sulh anlaşması yapıyoruz şimdi.
Bir yandan da menemen yiyoruz, menemen yaptırdı. Dedi ki;
- Aç kalmayalım, ben de acıktım ya. Aytekin haklı. Peki, nasıl anlaşma yapacağız?
- Benim istediğim şu. Silahları gömelim demiyorum. Fakat kimse silah kullanmasın arkadaş.
Öğrenci seçimlerinde o ara Veteriner Fakültesi seçimi oldu biz kazandık Ankara'da. Yavuz Sezen diye bir arkadaşımız seçimi beş altı oy farkla kazandı. Ondan sonra Ziraat Fakültesinde seçim hazırlıkları yapılıyor. Ülkücü camia olarak biz ileriye gittiğimizi hissediyoruz. Onlar da onu biliyordu zaten. Atilla dedi ki;
- Peki, bu kararlara uyar mıyız? Uymazsak nasıl belli olacak?
- Seninle benim özel telefonumuz olacak birer tane. Sana vereceğim ben. Sen de bana vereceksin.
O zaman cep telefonu yok. Yurtlardaki telefonlar.
- Sen üç tane numara ver bana. Üç numaradan ben öğlene kadar seninle konuşamazsam, demek ki görüşmek istemiyorsun.
- Tamam, öyle olur, normal, dedi.
- Bir de bir şey söyleyeyim, devlet de çok kullanıyor açık söyleyeyim. Hepimizi, sizi de bizi de.
- E size Amerika para veriyor. Ayda beş yüz lira para veriyormuş. Beş yüz dolar.
- Ya Atilla, çocuk musun sen? Bunu aynı Mahir Çayan da sordu. Ona da dedim, ben ne dolar gördüm ne herhangi bir şekilde para geliyor bir yerden. Bir yerden de gelmiyor. Türkeş bize para mara vermiyor. Biz anamızın babamızın parasıyla, harçlıklarımızla ülkücülük yapıyoruz. Hepimiz öyle. Sizi bilmiyorum ama size de ruble geliyor diyorlar.
- Ya yok vallahi, bize de gelmiyor.
- Çin'den geliyor o zaman.
- Yok vallahi onlar yalan Aytekinciğim. O ayrı. Doğu Perinçek organize etti o Çin işini. Oradan geliyor o işler, laflar çıkıyor. Tamam, o zaman benim aklım yattı senin dediğine.
Saat beş buçuk-altı, beş buçuk daha doğrusu.
- O zaman anlaşmayı kabul ettim ben, dedi. Kavga yapmıyoruz, olaylara karışmıyoruz, herkes demokratik bir şekilde razı oluyor seçimlerde kaderlerine.
- Tamam. Bir de senden bir şey istiyorum. Miting yapacağız beraber, yürüyüş yapacağız.
- Türkeş ne der?
- Ya sana tam yetkili geldim ben şu anda, Türkeş adına konuşuyorum. Seni de görüştüreyim. Şu anda değil ama, şu anda zaten buradan çıksak polis yakalar bizi. Yüz kişi birden sokakta gezerse derler sabah altıda ne geziyor bunlar.
- Sen güveniyor musun Türkeş'e, kabul eder mi istediğinizi?
- Efendim, o söyledi bana. Ben yalan söylemem Atilla. Biz kimseyi öldürmek istemiyoruz. Yaşamak istiyoruz. Biz fakir fukara evlatlarıyız. Siz de öylesiniz, öyle görüyoruz. Biz buraya tahsil yapmaya geldik. Neticede istikbalimiz heder olup gidecek. Bu gidiş kötü çünkü.
İşte orada iki üç kişi daha vardı. Tamam dediler,
- Saat altı oldu, dedim. Biz çıkmazsak polis bizi yakalar şimdi. Gider rezil oluruz. Büyük militanlar polise yakalanırlar hep beraber silahlarla.
- Silah var mı sende? dedi.
- Biz buraya değnekle mi geldik zannediyorsun? dedim.
Gittik doğru partiye. Türkeş Bey;
- Ne oldu oğlum?
- Efendim. Aynı talimat verdiğiniz gibi, şöyle şöyle konuşmalar geçti. Bu şekilde izahat verdik, bu şekilde anlattı. Onların fikirleri, kanaatleri bu.
- İyi oğlum, inşallah muvaffak oluruz. Ben istemiyorum, kavga olmasın, yazık oluyor, heder oluyor hem bizim çocuklarımız hem onların çocukları. Onlar da ana baba kuzusu.
Ama 1971'de 12 Mart oldu. Asker gene, Amerika gene müdahale etti. Sonra bazıları diyor ki, işte birileri bunu organize etti. Etti ama öğrenciler daha doğrusu Ülkü Ocakları müdahale etmeye çalıştı, engel olamadı. Neticede onu kabul etmek lazım yani. Türkeş Bey sahiden çok uğraştı o zaman.
***
Türkeş sertti, otoriterdi. Kızardı onu kabul etmek lazım. Biz de uygun şekilde konuşabilmek için tabii ona göre alışkanlık oluyor, dört sene, beş sene yan yana durunca samimiyetin artıyor. Ama biz de fedakârlıklar yaparken göze aldık, her şeyi de göze aldık açık söyleyeyim yani. Neticede ülkemiz için ölümü göze aldık, şehit olmayı göze aldık. Allah'ın takdiri bugün bizim yaşamamız Allah'ımızın takdiri sayesinde oldu. Bizim herhangi bir şeyimiz yok, becerimiz yok. Aytekin çok becerikliydi, iyi ateş ederdi bilmem ne. O yok, öyle bir şey yok bizde de. Yani Allah yüzümüze baktı Siyasalı gittik bastık. Neticede orada bir şey olmadan çıktık, yüz elli kişinin içinden dokuz kişiyle. Ama kafalar kırıldı mırıldı, biri bıçak vursaydı belki de vefat ederdik orada. Allah nasıl takdir ederse o oluyor çünkü. Bir şey diyemezsin. Orada da müdahale etmek zor.
Bizim Türkeş Bey'e güvenimiz çok fazlaydı. O dönemde çok fazlaydı. Ondan sonraki dönemde de öyle oldu. Bizim çok büyük mücadele verdiğimiz ve Türkeş Bey'e inandığımız kesin. Zaten başka çaresi yok. Komutana inanmazsan peşinden gidemezsin.