Ziya Gökalp ve “Türkçülükte Din” Meselesi
Erol Güngör 01 Ocak 1970
Türk milliyetinin bütün unsurları gibi dinin de yeni Türk hayatındaki yerini ilk defa Ziya Gökalp anlatmıştır. Gökalp’ın gerek makalelerinde, gerekse şiirlerinde dinle ilgili parçalar büyük bir yekûn teşkil eder, fakat onun din anlayışı hâlâ münakaşa konusu olmaktan kurtulamamıştır. Milliyetçilik bir dogmatik sistem olmadığı için, ne kadar âlim olursa olsun bir tek kişinin görüşleri herkesin uymak zorunda bulunduğu birer prensip veya kanun sayılamaz; bu yüzden Türk milliyetçiliği içinde dinin yeri hakkında bir kanaat edinebilmek için Ziya Gökalp’a bakarak hüküm vermek elbette bahis konusu değildir. Ancak, Gökalp’in yazılan üzerinde dikkatli bir araştırma yapıldığı takdirde pek çok münakaşaların büyük ölçüde yersiz anlaşmazlıklardan ibaret bulunduğu görülecektir. Böyle bir araştırmanın sadece Gökalp üzerindeki tereddütleri gidermekle kalmayıp, din ile milliyet arasındaki münasebetleri öğrenmek isteyenler için de çok faydalı olacağını düşünüyoruz.
Gökalp, Türk milliyetçiliğinin her sahada hangi prensiplere dayanması gerektiğini «Türkçülüğün Esasları» adlı kitabında topladığı görüşlerde açıklamıştır; bu yüzden Türk aydınlarının çoğu gerek Gökalp’ın fikirlerini gerekse Türkçülük- denen cereyanın ne olduğunu öğrenmek için bu kitaba başvururlar. Gerçekten, o zamana kadar düşüncelerini dağınık makaleler, ders notları, konferanslar, sohbetler ve şiirler halinde yaymış bulunan Gökalp, «Türkçülüğün Esasları» ile ilk defa bütün bu- görüşlerini derli-toplu bir bütün haline getirmiştir. Fakat dikkat edilirse, Türk milliyetçiliğinin bu temel eserinde dinle ilgiü olarak sadece «dinî Türkçülük» başlığı altında birbuçuk sahifelik bir kısım bulunduğu görülür. Bu kısımda Gökalp dinî Türkçülük denince “din kitapları ve hutbelerle va’zların Türkçe olması”nı anlamaktadır; öyle ki, Türkçülükte din meselesi onun için bir dil meselesinden ibarettir. Bu düşüncesiyle Ziya Gökalp’ı Cumhuriyet devrinin lâik inkılâpçılarından ve hattâ dinde reform yapmak isteyen din-dışı aydınlardan ayırd etmek çok güçtür. Ziya Gökalp çapında bir sosyolog ve mütefekkirin Türkiye’deki en büyük problemlerden birini birkaç paragraf içinde adetâ «geçiştirmesi» akla birtakım ihtimaller getirmektedir; bu ihtimallerden en kuvvetlisi de o günkü siyasî atmosferin «dinî Türkçülük» konusunda ihtiyatlı davranmayı gerektirmesidir. Pek mümkündür ki Ziya Gökalp yaşasaydı bu konuda eksik, hattâ boş bıraktığı noktalan etraflı bir şekilde ele alacaktı. Bir politikacı veya devlet adamı «din ile devlet ayrı şeylerdir» diyerek basit bir kaçış yolu bulabilir ve probleme karşı ilgisiz kalabilirdi; ama bir sosyologun, hele yeni bir cemiyet tipi üzerinde sistemli fikirler yürüten bir mütefekkirin başlıca işlerinden biri yeni Türkiye’deki din hayatının nasıl olacağını düşünmektir. İşte bu yüzdendir ki Gökalp’ın dinî Türkçülük üzerindeki fikirlerini «Türkçülüğün Esasları» adlı eserinden değil de, ondan hemen önce yazdıklarından çıkarmak zorunda bulunuyoruz. Bu kaynaklardan başlıcaları «Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak» ve Küçük Mecmua’nın beşinci sayısında yayınladığı «Dine Doğru» adlı makaledir[1]. Bilhassa bu sonuncusu Türk okuyucular tarafından hemen hiç bilinmediği için, Gökalp’ın Ankara’ya gelişinden biraz öncesine kadar sahip bulunduğu fikirleri göstermek bakımından çok önemlidir ve etraflı bir tahlil gerektirmektedir. (*)
***
Gökalp’ın bir sosyolog olarak din hakkındaki fikirleri, herkesin işittiği gibi, Durkheim’dan gelmektedir. Biz bu pek tekrarlanan nokta üzerinde yeniden duracak değiliz, sadece Durkheim sosyolojisinin iki ana çizgisini bir daha hatırlatmak istiyoruz. Birincisi, Durkheim’a göre cemiyet hayatının temeli dini hayatıdır; bütün sosyal müesseselerin, hattâ düşüncemizdeki mantık kalıplarının temeli dinde bulunur. İkincisi, Durkheim Comte’dan gelen bir pozitivist zihniyete sahiptir; o da Comte gibi kendi devrindeki batı dünyasının artık din birliği yoluyla ayakta tutulamayacağını, cemiyetin son tekâmül merhalesinde pozitivist düşünceye ulaşmış bulunduğunu, bu düşüncenin cemiyet tarafından benimsenmiş olmakta tıpkı din gribi kutsal bir mahiyet kazandığını düşünüyordu. Ziya Gökalp’ın yazdıklarım okurken bu iki noktayı daima hatırda tutmak gerekir. Şu farkla ki, Gökalp bütün hayatında dinî ve mistik inançların tesiri altında kalmış bir insandır; Durkheim’in pozitivist bir kafa ile sadece bir sosyal realite olarak incelediği din onun vicdanında daima akisler ve çatışmalar yaratmıştır. Bu son nokta Gökalp’ı inceleyecek bir psikolog: için ilgi çekici bir araştırma konusu olabilir, fakat biz şimdi sosyologumuzun bir ilim adamı ve bir mütefekkir olarak din hâdisesini nasıl gördüğünü araştıracağız. Bunu yaparken dikkatlerimizi iki nokta üzerinde toplamakta fayda vardır: 1) Gökalp dinin cemivetteki yeri hakkında ne düşünmektedir? 2) Gökalp İslâm dininin Türk cemiyeti içindeki yeri hakkında ne düşünmektedir?
Gökalp’a göre bir cemiyetin hayatı birtakım kıymetler etrafında yapılan faaliyetlerden ibarettir. Sosyal kıymetler arasında aşağıdan yukarıya doğru bir mertebe sırası vardır. En aşağıda İktisadî kıymet (ucuz, pahalı) sonra İlmî kıymet (doğru-yanlış), sonra estetik kıymet (güzel) ve en yukarıda da ahlâkî kıymet bulunur. Bu sıralama ya göre her kıymet sahasında çalışan insanların yaptıkları işler, yukarıya doğru çıkıldıkça, öbürlerinin yaptıklarından daha kıymetli olur. İlim adamının çalışması iktisadî kıymet yaratan insanın çalışmasından daha yukarı seviyededir; dehanın yarattığı estetik kıymet ilmî hakikatten daha yüksektir; ahlâkî kıymet ise «iyi» ve «güzel»den de kıymetlidir. Fakat başka bir kıymet daha vardır ki, bütün manevî kıymetleri ihtiva ettiği gibi, ahlâk da onun içindedir, dolayısiyle en yüksek sosyal kıymet odur: mukaddes kelimesi ile ifade edilen dinî kıymet.
Din ahlâktan da üstündür, zaten kutsal olan her şey mutlak surette iyidir. «Ahlâk bir insanı ancak fazilete kadar yükseltebilir, din ise evliyalık nâmını verdiğimiz kutsal makama çıkarır.» Evliya mertebesindeki insanlar bizim ruhlarımızı «melekâne ahlâk» dediğimiz şeye yükseltirler; maddiyatla uğraşanlar, yani iktisadî kıymet sahasında çalışanlar insanların ruhlarını yüceltemezler. Din sadece ahlâkın üstünde olmakla kalmaz, o aynı zamanda estetik kıymetin de üzerindedir. En yüksek estetik kıymetler din sahasında yaratılmış olanlardır; zaten güzelin kökü kutsaldadır. İlmî kıymete gelince, dinî kıymet onun ulaştığından daha ileride hakikatleri bulmak için mantık ve metod kullanır, dinin idrak vasıtası ise sezgidir. Gökalp’ın «mükâşefe, mürakabe, hal» tâbirleriyle belirttiği sezgi ve içe bakış metodları herkesin kullanabileceği yollar değildir, bu yolları ancak evliya mertebesindeki kimseler kullanır. Sıradan insanlar için bunlar anlaşılmaz şeylerdir.
Gökalp bu açıklamalardan sonra dinin ferdî şahsiyet bakımından önemi üzerinde durmaktadır:
«Hülâsa, din bazı insanları evliyalık mertebesine çıkarmakla onlara fevkalbeşer bir metanet, sabûrlık, bir şefkat ve fedakârlık veriyor… Bu yüksek ferağ ve sekinetin daha zaif bir derecesi ekser müminlerde de mevcuttur. Bütün hayatlarında kuvvetli bir seciye gösteren insanlar umumiyetle çocuklukta dinî bir terbiye alanlardır. Çocuklukta din terbiyesi almayanlar ölünceye kadar şahsiyetsiz kalmaya, iradesiz ve seciyesiz yaşamaya mahkûmdurlar… Filhakika, Allaha tevekkül eden bir lâhza mahrum kalmaz, bir dakika bedbin olmaz, hiçbir düşmandan korkmaz, hiçbir kedere mağlûb olmaz, daima meserret, huzur, saadet içinde yaşar» (DD).
Fakat Gökalp’ın asıl gayesi dinin ferdî hayattaki rolünden ziyade cemiyet hayatındaki tesir ve önemini belirtmektir. Dinî kıymet sahasında fert olarak bize en yüksek şahsiyeti verenler evliya mertebesindeki kimselerdir, fakat onlar cemiyete şahsiyet veremezler. Cemiyetlere şahsiyet veren yine dindir, ancak burada evliyanın rolü biter, peygamberin rolü başlar. Gökalp burada İslâm geleneğindeki “velayet ve nübüvvet” ayırımından hareket ediyor ve peygamberlerin hem Hakk’a hem halka yönelmiş olduklarını belirtiyor. Peygamberler Allahtan vahiy alan, Allah tarafından vazifelendirilmiş olan kimselerdir. Onlar cemiyetleri kurtarırlar. Bu yüzden peygamberlerin kitapları, sünnetleri (gelenekleri) ve teşkilâtları vardır. Onlar cemiyeti terbiye ettikleri için ferdî ruhları terbiye eden velilere nisbetle çok yüksek bir mevkileri vardır. Peygamberlerin mûcizeleri yanında evliyanın kerameti pek küçük kalır.
Gökalp burada mûcize tâbirinden de hem İslâmiyette anlaşılan manâyı hem de bir sosyologun bu tâbire verebileceği mânâyı kasdetmektedir: «… Peygamberimiz badiye Araplarını amik bir cehaletten en yüksek bir hars ve medeniyete yükselttiği gibi, zuhurundan yüz sene geçmeden neşrettiği din dörtyüz milyonluk büyük bir insaniyetin içtimaî ve ferdî nâzım ve mürebbisi oldu. Fahr-i Kâinatın bu kadar içtimaî ve ferdî ruhları az zamanda cahiliyyet safiliyetinden melekiyet illiyetine yükseltilmesi en büyük bir mucizedir.» (DD)
Bir inanç sisteminin cemiyetleri terbiye edebilmesi için bir sosyal organizasyona ihtiyaç vardır ki, Gökalp bu organizasyonun ümmet olduğunu söylüyor. Peygamberler ümmet teşkilâtı kuran kimselerdir. Bu noktada Gökalp’ın ümmet anlayışı üzerinde dikkatle durmak gerekir. Gerçi o kullandığı bütün kavramlar gibi ümmeti de açık ve kesin bir şekilde tarif etmiştir, ama yine de yanlış anlamalardan kurtulmuş değildir. . ..
Ümmet, cemiyetlerin tekâmülünde millet merhalesinden daha önce gelir; bir dinî camiaya mensup kavimler, dil ve kültür itibariyle ayrı olduklarının şuuruna vardıkları zaman bu ayrılıkları siyasî istiklâl ile de tamamlayarak millet hayatına geçerler. Fakat milliyet mefkûresinin ve milletlerin doğuşu onların daha evvel bağlı bulundukları dinî camiayı ortadan kaldırmaz. Başka ifade ile, sosval tekâmülde milletin ümmetten daha ileride olması, onun dinî bağlılığa dayanan ümmetten tamamen ayrılması mânâsına gelmez. Milliyet duygusu yanında bir de beynelmileliyet duygusu vardır. Millet esas itibariyle bir dil zümresidir, bu yüzden milliyet duygusu gazeteden doğar; gazete aynı dile sahip insanlar arasında bir ortak vicdanın gelişmesine yol açar. Buna karşılık beynelmileliyet duygusu aynı medeniyete mensup olmaktan, yani kaynağını dinden ve ilimden alan kitaptan doğar. İşte bizim milliyetimiz, Türklük, beynelmileliyetimiz ise İslâmlıktır. Trablusgarp, Balkan muharebeleri sırasında Türklerin felâketine ortak olan Macarlar, Moğollar, Mançular olmadı, aksine Çin’in, Hind’in, Cava’nın, Sudan’ın ismini bilmediğimiz müslüman kavimleri matemimize ortak oldular, manevî yardımlarım esirgemediler. Bundan dolayıdır’ ki Türkler dilce Ural-Altay şubesinden olmakla birlikte kendilerini İslâm milletlerinden sayarlar. (TİM)
Burada iyice beliren noktayı yeniden hatırlatırsak, diyebiliriz ki Gökalp milliyetler devrinde ümmet realitesinin kalktığı hakkındaki yaygın telâkkiye açıkça karşı çıkmaktadır.- O kadar ki, dinî camianın yâni ümmetin millî cemiyetten bazı hallerde daha kuvvetli olduğunu iddia ve misallerle, isbat etmektedir. Ona göre, milliyetleri bir olan zümreler ümmetleri ayrı olduğu takdirde siyasî bir birlik kuramazlar; nitekim hristiyan Araplarla müslüman Arapların, müslüman Arnavutlarla hristiyan Arnavutların durumu böyledir. Diğer taraftan, aynı ümmete mensup zümreler ayrı milliyetlerden olsalar bile siyasî birlik halinde yaşayabilmektedirler: İran’daki şii Türklerle şii Farslar gibi (DD). Bu arada Gökalp, tıpkı Durkheim gibi, dine dayanan bir beynelmileliyet yerine pozitif ilme dayanan yeni bir beynelmileliyetin geliştiğini de söylüyor. Modern ilmin gelişmesi yüzünden medeniyet dairesi artık bir ümmet dairesi olmaktan çıkıyor: meselâ Japonlar ve Türkler de Avrupa medeniyetine giriyorlar, böylece değişik dinlerden olmakla beraber asrî (modern) olmak bakımından birbirine benzeyen milletler arasında yeni bir beynelmileliyet teşekkül ediyor. Ancak, Gökalp burada teknolojik medeniyetin ümmet bağlarım kaldırdığım iddia etmiyor, sadece beynelmileliyet dairesi ile ümmet dairesinin birbirinden ayrıldığını belirtiyor. Kısacası, onun koyduğu formüle göre Türk milleti Ural-Altay (dil) ailesine, İslâm Ümmetine, Avrupa beynelmileliyetine mensup bir cemiyetten ibarettir (TİM).
Buraya kadar Ziya Gökalp’ın din ve fert, din ve cemiyet ve nihayet İslâmiyet ile Türklük arasındaki münasebetler hakkında neler düşündüğünü gördük. Bizim asıl meselemiz «dinî Türkçülük» veya «Türkçülerin din programı» üzerinde neler düşündüğünü bulmaktı. Daha önce belirtmiş olduğumuz gibi, Türkçülüğün Esasları’nda Gökalp bunu sadece «Kur’ân tilâveti dışında din hayatında da Türkçenin kullanılması» şeklinde ifade etmektedir. Diğer taraftan onun gerek Halk Fırkasında ve gerek ilk Cumhuriyet Anayasasında rastladığımız altı ok prensibini ve bunlar arasında lâiklik prensibini getirmekte başlıca rolü oynadığını unutmamalıyız. Fakat tekrar edelim: Anayasanın lâik olması bir sosyologun cemiyetteki din hayatı hakkında fikir yürütmemesini veya böyle bir meseleyi incelememesini gerektirmez. Gökalp yaşasaydı muhakkak ki yem siyasî durumlara uygun görüşler ileri sürerdi. Bununla beraber onun Cumhuriyetten hemen önce koymuş olduğu bir program vardır. Gökalp «Türkçülüğün Esasları»nda da meşhur «Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, garb medeniyetindenim» formülünü tekrarladığına göre Türk milleti ile İslâm dünyası arasındaki organik bağı yine kabul etmektedir. Şu halde onun «Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak» adlı eserinde ve Küçük Mecmua’daki makalesinde ileri sürdüğü fikirler o zamanın siyasî havası için olmasa bile kendisi için yine geçerli sayılmalıdır. Hiç şüphesiz, orada söyledikleri üzerinden çok şeyler geçmiş, Gökalp’ın programı bir tarihî vesika haline gelmiştir. O gün- düşünülenlerle sonradan olanlar arasında bir mukayese yapmak, Türkçülerle Garpçıların hangi noktalarda iyice ayrıldıklarım görmek bakımından bu eski programın incelenmesinde fayda görüyoruz.
Gökalp «Türklerin ümmet mefkûresi İslâmlıktır» diyor. Ona göre Türkçüler şu esasları ihtiva eden bir ümmet programına sahip olmalıdırlar
Bütün İslâm milletleri arasında ortak olan Arab harflerini değiştirmeksizin muhafaza etmek,
Bütün İslâm kavimlerinde terimlerin ortak bir hâle getirilmesi için İslâm ümmeti arasında terminoloji kongreleri toplamak ve terimleri Türkçeden, Arapçadan ve kısmen de Fransızcadan yapmak.
Bütün İslâm kavimlerinde ortak bir terbiyenin kurulması için terbiye kongreleri toplamak,
Bütün İslâm kavimlerinin müftü teşkilâtları arasında daimî bir bağ vücuda getirmek, .
İslâm ümmetinin sembolü olan hilâlin kutsallığını muhafaza etmek (TİM).
Görülüyor ki Gökalp’ın ümmet programı siyasî değil, tamamen kültürel mahiyettedir. Zaten o milliyet fikrinin bütün İslâm kavimlerine hâkim olmasını ve onların ayrı birer millet meydana getirmelerini, ancak din bağı dolayısiyle aralarındaki «ümmet» bağlantısını korumalarını istiyordu. Gökalp bundan daha sonra yazdığı bir makalede ise müslümanlarda ümmet teşkilâtı hakkında bir program veriyor. Ona göre Hıristiyanlarda ümmet katolik kilisesinde görüldüğü gibi bir İdarî hiyerarşi (hükümet) şeklinde teşkilâtlanmıştır, fakat müslümanlıkta bir ilim ve doktrin müessesesi şeklindedir. Müslümanlarda ruhanî reisler yoktur, sadece müderrisler vardır.
Dikkat edilirse burada Ziya Gökalp ümmet teşkilâtının liderleri olarak sadece İslâm ilimleriyle meşgul olan müderrisleri alıyor, yani rasyonalist geleneği buraya da aktarmaya çalışıyor. Ümmet bir dinî camiâ olduğuna göre bütün dinî liderler bu camiânın yöneticisi olmalıdırlar; ama Gökalp İslâmiyetin akıl ve hürriyet esaslarına dayandığını, taklitçiliği ve dinî esareti kabul etmediğini söyleyerek tarikat ehlini ve dolayısıyle tekke teşkilâtım ümmetin dışında bırakıyor. Onun ifadesiyle, «İslâm ümmeti bir tekkeler konfederasyonu değil, bir medreseler müttehidesidir.»
Bütün İslâm âlemi bir darülfünûn (üniversite»dur. Bu üniversitenin her ülkede, hattâ her kasabada şubeleri vardır; her kasabadaki müftü oradaki şubenin (fakülte) başmüderrisi (dekanı) demektir. Şeyhülislâm ise büyük İslâm Üniversitesinin Emini (rektörü) mesabesindedir. Mezhep sahibi imamların bu sistemdeki yeri doktrin sahibi birer âlim olmaktır.
Görülüyor ki, Ziya Gökalp İslâm beynelmileliyetini tıpkı Batı medeniyeti gibi çeşitli milletlerin ortaklaşa ve dayanışma ile yürüteceği ve yükselteceği bir birlik halinde düşünmektedir. Bu birliğin mahiyetini daha iyi anlayabilmek için Gökalp’ın medeniyet hakkında söylediklerini hatırlatmakta fayda vardır:
Avrupa bir akademi, azâları milletler
Her biri bir türlü deha, çünkü ayrı harsı vur
Avrupa bir darülfünûn: hocaları devletler
Her birinin ihtisası bir örneksiz dersi var.
Bu korlardan biri sönse medeniyet loş kalır Derslerinden biri durur, bir kürsüsü boş kalır
Medeniyyet beynelmilel yazılacak bir kitap
Her faslını bir milletin harsı teşkil edecek.
Medeniyet bir konser ki birçok çalgı, saz, rebab Birleşmekle bir ahengi ancak tekmil edecek
Bu kitabın bir mebhasi eksik olsa okunmaz
Bir âleti yoksa âhenk gönüllere, dokunmaz.
Yeni Hayat’ta çıkan bu şiir daha önceki bir tarihe aittir. Gerçi Gökalp ümmet teşkilâtı hakkındaki makalesini, imparatorluk resmen parçalanmazdan önce yazmış bulunuyordu, ama daha sonra bu fikrim değiştirmiş olması için bir sebep yoktur. O kadar ki, İmparatorluk parçalanmadan -yani ayrı müslüman milletler doğmadan- bu fikrin gerçekleşmesine zaten imkân yoktur. Gökalp ümmet teşkilâtını hiç bir zaman siyasî mânâda anlamıyordu, nitekim bu teşkilâta idari değil ilmi muhtariyet (velâyet) tanımaktadır. Dini bir «ibadet ve itikad meselesi» olarak anlayan birinin başka türlü düşünmesi de beklenemezdi. Şu halde ona göre ümmet teşkilâtı denen şey ilmi muhtariyeti bulunan bir akademik teşkilâttan ibarettir, bu bakımdan ümmet teşkilâtının bugünkü mânâda üniversitelerden farkı yoktur. Asıl fark bu üniversitenin milletlerarası bir mahiyet taşımasından doğuyor. Gerçi bugün de dünya üniversiteleri akademik bakımdan birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır ve bir bütünün parçalan gibidir, ama aralarında; milletlerarası bir teşkilât bünyesi ve dolayısiyle bir hiyerarşi mevcut değildir. Bununla beraber Gökalp’ın medrese teşkilâtı dediği şey de hukukî kıymeti bulunmayan sembolik, belki tamamen mücerret bir organizasyondan ibaret kalıyor. Teşkilâtın idarî bir bünyesi yoktur, bu olmayınca da İslâm milletleri arasındaki ümmet bağlılığı din birliğinden doğan psikolojik bir dayanışma duygusundan ibaret kalacaktır. Şeyhülislâmlık müessesesinin ve medreselerin kaldırılması ise bu teşkilât kavramını zihinlerden büsbütün silmiş bulunuyor.
Gökalp ümmet programının lâyıkıyla gerçekleştirilebilmesi için İslâm ümmetinin dayanağı olan medreselerin geliştirilmesini teklif etmektedir. Onun bu konudaki sözleri yoruma meydan vermeyecek kadar açıktır:
« O halde din teşkilâtımızı yükseltmek evvelâ medreselerimizi yükseltmekle, saniyen medreselerimizi bütün İslâm medreseleriyle tevhid etmekle husule gelebilir. Bir kere medreseler yükselmeğe ve birbiriyle rabıta tesis etmeğe başlayınca, aynı taazzinin camilerle tekkelere devrine intikal edeceğine şüphe yoktur. Her sene İslâm payitahtlarından birisinde bir müderrisler kongresi yapmak, bu kongrenin daimî kalem heyeti (sekreterya) tarafından İlmî mecmualar, kitaplar neşretmek, ümmet teşkilâtımızı bir dimağa mâlik edecektir (DD).»
Gökalp sözlerini şöyle bitiriyor: «Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, gençliğin en büyük vazifesi dine doğru gitmektir». 1922 yılında yazılan bu satırlardan daha iki yıl geçmeden «Türkçülüğün Esasları»nda dinî Türkçülükten sadece «din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe olması» şeklinde söz edilişi insanı gerçekten şaşırtmakta ve Gökalp’ın orada düşüncelerini açıkça ve etraflıca anlatma imkânım bulamadığı intibaını vermektedir. Şimdi onun bu fikirlerinden bize nelerin kaldığım, nelerin tarihe intikal ettiğini kısaca gözden geçirelim.
Medreselerin kaldırılması ve onların yerine üniversite bünyesi içinde ilahiyat fakültesinin geçmesi Gökalp’ın yukarıdaki düşüncelerinden çıkma bir tatbikattır. Zaten Yeni Hayat’ta neşrettiği «Külliye» adlı manzumede (1918) medresenin sadece din adamı yetiştiren -İmam Hatib Okulları gibi- bir müessese olarak kaldığı takdirde ayrı bir mevcudiyeti olabileceğini, bir ilim müessesesi olmak istiyorsa o saman İlahiyat Fakültesi halinde üniversiteye intikal etmesini teklif ediyordu. Bugün Türkiye’de bir taraftan dinî meslek okulları, bir taraftan da Gökalp’ın belirttiği mânâda bir medrese (İlâhiyat ve İslâmî İlimler Fakülteleri) bulunuyor.
İslâm milletleri arasında ortaklığı temin ettiği için muhafaza edilmesi istenen alfabe Türkiye’de kaldırılmıştır, diğer bağımsız İslâm ülkelerinde devam etmektedir.
İslâm milletleri arasında ortak ilim terminolojisi kurulması tasavvuru gerçekleşmemiş, her millet kendi terminolojisini kurma yoluna gitmiştir.. . ‘ „
İslâm milletlerinde ortak bir terbiye sistemi kurulması fikri hiç ele alınmamıştır; esasen bu fikrin gerçekleşmesi bir İslâm birliği kavramından ayrı düşünülemez. … ‘
Bütün İslâm milletlerinin müftü teşkilâtlan arasında daimî bir bağ vücuda getirme fikri bir daha ortaya atılmamış, esasen Türkiye’de bu makam eski fonksiyonunu kaybetmiştir.
İslâm ümmetinin sembolü olan hilâl kısmen muhafaza edilmiş, fakat bu iş bir program eseri olmaktan ziyade kendiliğinden gerçekleşmiştir.
Gökalp’ın ana hatlarını belirttiği bu programın gerçekleşmeyişi ilk bakışta onun geleceği iyi göremeyişine bağlanabilir. Gerçekten bugüne kadarki gelişmeler hiç değilse Türkiye ile diğer müslüman milletlerin -çoğunluğu Arap- ayrı istikametler tutturdukları veya aynı yolda birbirinden ilgi görmeksizin yürüdüklerini gösteriyor. Fakat Gökalp’ı burada kısır görüşlülükle suçlamak herhalde yanlış olur. Hakikatte onun söyledikleri henüz gerçekleşmemekle beraber, tarih tarafından yanlış çıkarılmış veya realitesini kaybetmiş değildir. Şöyle ki :
Türkiye ile diğer İslâm ülkeleri birbirinden ayrı olarak aynı gelişmenin, yani batılılaşma hareketinin içine girmişlerdir. Gökalp bu hareketi önceden kestirmiş ve bütün dünyada dine dayanan beynelmileliyetin yerini Avrupa medeniyeti dediğimiz teknolojik – ve onunla birlikte kültürel – bir beynelmileliyetin alacağım söylemişti. Şu halde İslâm ülkelerindeki gelişme Gökalp’ın tahmin ve tekliflerinin zıddma değildir. Bu gelişmenin hiç de iyi netice vermediği pekâlâ iddia edilebilir, ama gerçek budur.
Gökalp’ın İslâm beynelmileliyeti hakkındaki teklifleri çok önemli bir şarta bağlı olmak üzere ortaya atılmıştır. Bütün İslâm kavimlerinin siyasî istiklâllerini kazanmaları. Zaten siyasî istiklâli olmayan ülkelerin birbirleriyle dış münasebetlere geçmeleri beklenemezdi. Gökalp bu teklifleri yaparken hep bağımsız müslüman milletleri düşünüyordu: «Milliyet silâhının bundan böyle ancak İslâmlar lehinde kullanılabileceğini söylemiştik. Çünkü milliyet fikri mahkûm bir kavmin mahkûmiyetten kurtulması için kullanılan bir silâhtır. Artık İslâm hükümetlerinin idaresi altında müslüman olmayan kavimler kalmadı. Halbuki bugün müslüman kavimlerin çoğu mahkûmiyet ve esaret halindedir. İslâm kavimler arasında ise hâkimiyet ve mahkûmiyet kayıtları olmadığı için milliyet fikri İslâmlar arasında ayrılık çıkarmaz. Tersine, milliyet fikri kuvvet buldukça İslâm ümmetçiliği fikri de o derece harslanacağı için mevcut harsı takviye edecek ve sağlamlaştıracaktır» (TİM).
1975 yılı içinde dünyadaki İslâm milletlerinin bir kısmı bağımsızlık içinde yaşamakla beraber, büyük bir kısmı -Sovyet ve Çin esaretinde yaşayan müslüman Türkler, Çinli müslümanlar, Filipin ve Habeşistan müslümanlan ilh.- bağımsız değildir. Fakat bugün dünyadaki bağımsız müslüman ülkeler ayrı bir blok teşkil edecek derecede büyümüş ve kuvvetlenmiş bulunuyor. Türkiye’nin de uzun bir tereddüt ve korku devresinden sonra eski bâtıl itikatlarından kurtularak katılmış olduğu İslâm konferansının önümüzdeki yıllarda daha büyük bir beynelmilel güç haline gelmesi beklenmektedir. Şimdilik dış politika meselelerine öncelik veren bu birliğin kültürel meselelere eğilmemesi imkânsızdır; kısa bir zaman sonra müslüman milletler kendi ortak medeniyetlerini geliştirmek yolunda işbirliği yapacaklar, bu medeniyetin temel prensipleri üzerinde bir dayanışma için gireceklerdir. Bu ortak çalışma içinde kendilerine düşeni yapmak isteyen Türk aydınlan herhalde Gökalp’ın elli yıl öncesinden geleceğe bakarak söylediklerine kulak vermeden geçemezler.
Pek önemli olmamakla beraber şöyle bir sual de akla gelebilir: Ziya Gökalp yaşasaydı bu fikirlerinde ısrar eder miydi? Hem ittihatçılara hem Cumhuriyetçilere kolaylıkla hizmet etmiş bir insan, iktidar sahiplerinin görüşü dışında bir şey söyleyebilir miydi? Türkçülüğün Esaslarım yazarken de bir yıl önceki fikirlerini hemen bırakarak İslâmiyeti Türkler için bir Türkçecilik meselesinden ibaret sayması bile bunu göstermiyor mu?
Bu suallere hayır demek de, evet demek de imkânsızdır. Biz burada sadece bir devirde Türk düşüncesini âdeta tek başına temsil etmiş bir insanın bir meseledeki yazılarını tahlil etmeye çalıştık, o kadar.