« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 Eki

2024

Durmuş Hocaoğlu: Bilge Türk

Ömer Faruk Ebibli 01 Ocak 1970

Durmuş Hocaoğlu bir dersinde öğrencilerine “Tanrı nedir?” diye sorar. Tatmin edici bir cevap gelemeyince “Tanrı’yı tam mükemmel manada tanımlayabilmek için Tanrı’ya eşit olmak gerekir. Tanrı’ya eşit olmak demek Tanrı olmak demektir. Bir eşiti varsa o da zaten Tanrı değildir.” şeklinde cevap verir.[1] Tanrı ile kulların münasebeti bakımından mutlak manada doğru olan bu durum, insanların birbirleriyle olan münasebetleri bakımından ise nispî manada doğrudur. Meselâ birisinin Durmuş Hocaoğlu’nu en iyi şekilde anlatabilmesi için en az onun kadar çalışması, okuması ve tefekkür etmesi gerekir. Hâl böyle olunca, Durmuş Hocaoğlu hakkında yazıp yazmama noktasında devamlı olarak tereddüde düştüğümü belirtmeliyim; zira yazmaya başladıktan sonra Hoca’nın yazılarına tekrar döndüğümde, aslında yolun ne kadar başında olduğumu fark etmekteydim. Bununla beraber onun yazılarını okurken aynı zamanda zihnimde bir düşünce bulutu da belirmişti: Vaktiyle Cemil Meriç’in İbn Haldun için söylediği “Kendi Semasında Tek Yıldız” ile Hocaoğlu’nun Cemil Meriç için kullandığı “Şark çölünde bir vaha” nitelemeleri cariliğini korurken ileride bu yalnızlığa ve takip edilmemeye işaret eden bir başka nitelendirmenin Durmuş Hocaoğlu için de geçerli olmaması gerekiyordu. Bu itibarla hiç olmazsa Hoca’nın ismini anarak belki bir başkasının onun yazıları ile tanışabilmesine vesile olabilirim. Hem başta Türk kültüründe olmak üzere hemen her kültürde, ölen büyük veya kahraman kimselerin ardından ağıtlar yakılır şiirler yazılır ya, şiire kabiliyetim olmadığından hiç olmazsa mensur da olsa, bir de bu hoca için “vaktiyle bir Durmuş Hocaoğlu varmış” diyebilirim.

Evvelâ belirtmeliyim ki, Durmuş Hocaoğlu ziyadesiyle renkli bir eğitim serüveninden geçmiştir. 1974 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Elektrik Mühendisi olarak mezun olmuş ve mesleğini 8 sene boyunca icra etmiştir. Daha sonra mühendislik mesleğini terk ederek Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Fizik Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak girmiş ve Felsefe alanında yüksek lisans ve doktora yapmış, Fizik’te ise yüksek lisans yaptıktan sonra doktorasını tez aşamasında bırakmıştır.

Mühendislik yaptığı yıllarda dahi felsefî mahiyette eserler okuyan ve yine fabrikada çalıştığı yıllarda teneffüs aralarında boş zamanlarında buna benzer eserler okuyan, ilk çıkardığı felsefe tarihi özetinin çalıştığı fabrikadaki bobinaj atölyesinin bobinaj fişlerinin arkasına yazdığını söyleyen Hocaoğlu, entelektüel olmak isteyen birisi için fabrikanın âdeta bir hapishane gibi olduğunu belirterek 8 sene boyunca iştigal ettiği mühendislik mesleğini 35 yaşında terk etmiş ve akademik hayata intisab etmiştir.[2] Çok disiplinli (multidisipliner) çalışma tarzına sahip olan, başlarda hem fizik hem de felsefede kariyer yapmaya çalışan Hocaoğlu, üniversitedeki ağır ders yükü ile birlikte ev geçindirememesi sebebiyle yapmak zorunda olduğu ek iş yükü altında kalmış ve uyku uyumamanın da bir haddi-hududu olduğunu, bunun da kendisini fizik ile felsefe arasında bir tercih yapmak mecburiyetinde bıraktığını söyleyerek fizik kariyerini doktora yeterlilik safhasında bırakmak zorunda kaldığını ifade eder.[3] Fizik yerine neden felsefeye ilgi duyduğunu ve dolayısıyla neden felsefeyi tercih ettiğini ise bir röportajında şöyle izah eder:

“…fizik gibi bilimler teknik manada ele alındığı zaman sadece görünenler ile yetinir; onlar arka planlara, niçin sualine hatta çoğu yerde nasıl sualine bile eğilmez. Benim ilgimi teknik manada fizik çalışmaları çekmiyordu, bugün de çekmiyor.

…Teknik manada fizikçiler fizik çalıştıkları zaman eşyanın görüngüleriyle – bizim fenomenler dediğimiz – görünür kısmıyla uğraşır. Onların arasındaki münasebetleri, kanuniyetleri, çalışma mekanizmalarını araştırmaya çalışır. Söz gelimi – herkesin çok bildiği bir deney olduğu için söylüyorum – bir taşı bir yükseklikten bırakırsınız. Sonra bunun yüksekliğini, düşüşünü tecrübeli olarak ölçersiniz. Sonra da taşın yere düşmesiyle ilgili genel bir denklem çıkarırsınız. Veya bir kanuna, kanun fikrine varmaya çalışırsınız. Bu teknik bir çalışma. Fakat “Taşı yere düşüren nedir?” sorusu felsefi bir sorudur. Bu felsefi soru bir mantar gibi zihninizi harekete geçirerek fiziğin gelişmesini sağlar. “Taş niçin böyle bir hareket yapıyor?” suali “taş yere doğru çekiliyor da onun için” cevabını doğurmuştur. Bu soru-cevaplar, fizik bilimini de harekete geçirmiştir. Dolayısıyla buradan şöyle bir genel hükme varabiliriz; her bilimin arkasında bir felsefe vardır. Eğer bu felsefe yoksa o bilim sadece teknisyence bir çalışmadan ibarettir ve bilimde belli bir noktaya gelindikten sonra o noktanın ilerisine gidilerek devrimsel bir dönüşüm geçirilmesine yetmez.” [4]

Hocaoğlu felsefi seçer seçmesine ancak üniversitede “handiyse” sayısız fizik dersine de girmekten geri durmaz. İşte insanın sadece yazıya aktarmaya çalışırken zorlandığı bu çeşitlilik, esasında Hoca’nın diğer herkesten çok farklı bir yerde bulunduğunu da göstermektedir. Bu itibarla onu pek çok farklı şekillerde niteleyebileceğimizi düşünüyorum; meselâ kendisi için entelektüel, felsefeci, fizikçi, mühendis gibi sıfatlar kullanabiliriz. Ancak tabii bana kalırsa, bunlar ve benzerlerinin her biri, Hoca’nın sadece bir tarafına ışık tutar. Hoca’nın yazılarında sık sık bahsettiği doğruyu ve yanlışı ayırt etme gücünü ifade eden Descartes’in tabii ışığı ve Gazali’nin ilahî nurunda olduğu gibi sanki benim de Durmuş Hocaoğlu denilince açık ve seçik olarak içime doğuyor: Bilge Türk.

Bilge, kelime manası itibariyle bilgiye hâkim olan kişi demektir. Bu itibarla mutlak bilge Tanrı’dır, biz insanlar için ise nispî manada bir bilgelikten bahsedebilir. İşte hele de Türkiye seviyesi göz önünde bulundurulduğunda bence Durmuş Hocaoğlu insan gücü nispetinde bilgiye hâkim olan bir kimseydi; hiç olmazsa yazdığı konularda hâkimdi, ama tabii ne hakkında yazmıyordu ki! Hoca, aslında bir hakikat araştırmacısıydı; hakikati arıyordu ve bunun için zor yoldan gidilmesi gerektiğini söylüyordu. Bununla beraber o, bu toprakların bilgesiydi, yani bir Türk’tü. Yazılarında Türkiye’nin meselelerinden bahsederken ve olması gerekeni yazarken çektiği sancıyı hissedebiliyordunuz. İnsanların bir kere elde ettiklerini her daim elde etmek durumunda olduklarını ifade ediyor ve bu itibarla vatan hâkimiyetinin her daim, her dem, kesintiye uğratılmaksızın sağlanması gerektiğini yazıyor, mevcut gevşekliklerden sarsıcı bir şekilde hüzün duyuyordu; “Türk olmak, tahammül edilemez bir ağırlık gibi üstüne çökmüştü”, Türklerin, kanayan vicdanıydı.

Durmuş Hocaoğlu’ndan bahsederken elbette felsefeye temas etmeniz olmazsa olmazdır. Ülkemiz eğitim sistemini düşündüğümüzde, resmî eğitim kurumlarında –belki çok sınırlı istisnalar dışında- felsefe eğitimi verilmediği maalesef bir gerçektir. Felsefe eğitimimiz neredeyse üniversite sınavında çıkacak 7-8 soru için, bazı öne çıkan filozofların bağlamdan kopartılarak ne manaya geldiğini tam bilmediğimiz birkaç sözünü ezberlemekten ibaret. Bu itibarla yeri gelmişken, bence büyük ölçüde bu durumun devam ettirdiği neticeyi, Hoca şu veciz ifadeleriyle anlatmaktadır:

“Felsefe’yi, yerine göre, lüzumsuz bir entelektüel gevezelik, yerine göre de insanın elinden imanını alan şeytani bir vesvese makinesi; felsefeciyi ise bir işe yaramayan fikirleri ile insanların zihinlerini iğtişaşa sevk eden, sapkın, geveze, kendini beğenmiş, toplumdan kopuk ukala entelektüel addeden ve bu garip fikirlerin asırlardan beri zihinlere bir zift yapıştığı bir cemiyette onun lüzumunu anlatmak o kadar kolay görünmemektedir; ama her şeye rağmen yine de uğraşmaya değer.”[5]

Durmuş Hocaoğlu’nun yazıları okunmaya başlandıktan sonra, uğraşmaya değer denilen bu fikirlere sahip birisinin kanaatlerinin teker teker değişeceğini düşünüyorum. Sözgelimi felsefenin gereksiz olduğundan bahis açmanın dahi bir çeşit felsefe yapmak demek olduğunun farkına varılacaktır. Bundan öte meselâ, “felsefe soru sormaktır” diyen Hocaoğlu’na kulak verecek ve şöyle devam ettiğini görecektir: “Yine bu sebepledir ki, adı felsefe olsun ya da olmasın, bu istikametteki her zihnî egzersiz, şöyle ya da böyle felsefedir ve yine bu sebepledir ki, yine Jaspers’in tabiriyle, “insanlar var oldukları sürece felsefenin sonu gelmez.”[6] Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkün olmakla beraber, Hoca’nın yazılarına referans vererek bu noktada kısa kesiyor ve benim kanaatime göre Durmuş Hocaoğlu’nun kıymet arz eden bir başka hususiyetine, yani felsefî olanı pratik hayata tatbik edebilmesi noktasındaki kabiliyetine bir örnek ile dikkat çekmek istiyorum.

Ekseriyetle ırkçı (racist) ve içi-boş telakki edilen “Ya Sev, Ya Terk Et” sözünün temellendirmesini, üstat, hem fizik hem de felsefeden yardım alarak yapar. 01.12.2008 tarihinde Yeniçağ Gazetesinde yayınlanan “Niçin ‘Ya Sev, Ya Terk et’?” isimli yazısında, evvelâ vatandaşlığın Medenî Haklar Ekseni, Sosyal Haklar Ekseni veSiyasî Haklar Ekseni olmak üzere üç temel hak ekseninin birleşmesinden müteşekkil bir terkip olarak kabul edildiğini söyledikten sonra, “hak” demenin, bir havuzdan su çekmek demek olduğunu ve hâliyle, bu noktada havuzu kimin dolduracağının da ön plana çıkıverdiğini ifade etmiştir. 05.12.2008 tarihli “Gerçek Vatandaşlara ve Parazitlere Dair” isimli müteakip yazısında ise birilerinin suyu çekmesi için havuzu kimin dolduracağını sorarak, havuzdan su çıktısı olması için en az bir o kadar da su girdisi olmasının gerekliliği aklın en alt seviyedeki muhakemesiyle dahi kavranabilir; tıpkı fizikî varlık alanında, bir sistemden enerji çekilebilmesi veya iş yapılabilmesi için o sisteme bir enerji girmesinin kaçınılmaz olduğunu âmir bulunan, ihlâl edilemez evsaftaki Enerjinin Muhafazası kanunu gibi bir kanundur bu hüküm demiş ve vatandaşları ikiye ayırmıştır:

“Tâbiiyet yolu ile bağlı bulunduğu memlekete karşı hiçbir sadakat hissi duymayan birincilere Mekanik Vatandaş, savaşta ve barışta, seferde ve hazarda vatanı ayakta tutan ikincilere ise Organik Vatandaş tâbir ediyorum ve diyorum ki: Vatandaş olmanın getirdiği haklar yanında ve hatta onlardan evvel, bir de görevler vardır. Görevlerden söz etmeden, sadece hakları öne sürmek, aşikâr bir surette, sadece alacaklarının hesabını yapan ama hiç vermeyi düşünmeyen bir oportünizm, başkalarının sırtından geçinmekten dolayı gurursuzluk hissetmeyen, daha adisi olmayan en adi – edna – seviyede bir ahlâksızlık olur ve sadece de o olur, başkası değil. İşte bu mekanik vatandaş tipinin en göz çarpan nümûnelerinden birisi de, muhakkak ki, “Ne severim, ne terk ederim” diyen parazitlerdir.

07.12.2008 tarihli “Vatan Sevgisi, Vatan-Sevmezler İle Hesaplaşmayı Âmir Bir Farzı Ayndır” isimli dizinin son yazısında ise mekaniklerin hoyratça sahip çıkıp tükettikleri her şey, organiklerin emeklerinden yaptığı çalıntılardan başkası değildir. İmdi: “Görev” (vazife), gerçek, yani organik vatandaş ile asalak yani mekanik vatandaş arasındaki farkı tebeyyün ettirecek en temel bir numaralı kriterdir.” dedikten sonra, “görev”in ne olduğunu açıklamıştır:

“Görev, Kant’ın tanımıyla, “Yapılabildiği yerde iyilik yapmaktır.” Yani, iyilik yapmaya güç yettiği takdirde, iyilik yapmak artık bir tercih meselesi olmaktan çıkmakta ve yapılması kaçınılamaz bir zaruret olmaktadır ki işte bu kaçınılamaz zaruretin adı “görev” olmaktadır. Yani, “şu fiili icra etmek iyi midir” diye garazsız-ivazsız sorulan bir suale vicdan tarafından, samimiyetle “evet, iyidir” diye cevap verilirse, artık o iyiliğin yapılması farzı ayn olur ki bunun adı da görevdir.”

Yazının devamında iyiliğin ne olduğunda dair yazıldıktan ve bir örnek verildikten sonra şu neticeye varılmıştır:

“…kendimize – yani içimizde bulunan ve hep doğruyu gösteren vicdanımıza – “atalarımızın, kanlarıyla bize miras bıraktığı ve adına vatan denen bu ülkeye ve benimle aynı vatanı paylaşan insanlara hizmet etmek iyi midir” diye garazsız-ivazsız sorduğumuzda, vicdanımız “evet; bu, her bakımdan iyiliktir” diye cevap veriyorsa, artık burada da tercih ortadan kalkar ve iyilik yapmak, yani, vatanıma ve insanıma hizmet etmek görev hâline dönüşür; her bakımdan.

Her bakımdan; yani, vatanıma ve insanıma doğrudan hizmet etmek, bu hizmetten kaçmamak ve bu hizmetin yapılmasına mâni’ olanları durdurmak…

…Lâkin vatana hizmet etmek, bu kadarıyla bitmez; kaçınılamaz bir vazife, bir farzı ayn olan vatan sevgisi, içimizdeki vatan sevmezler ile “Ne severim, ne terk ederim” diyen haddini hududunu bilmez, vatan-sevmez parazitlerle hesaplaşmayı da âmirdir, hem de sonuna kadar, hem de gidebileceği en son noktanın en sonuna kadar ve her şeyi göze alarak ve dahi, daha evvel bir başka yazımda da belirtmiş olduğum gibi, “her şey” demenin “her şey” demek olduğunu müdrik olarak: Neye mâlolursa olsun.”

Yukarıda ana hatlarını aktarmaya çalıştığım gibi üstat, evvela vatandaşlığın ne olduğunu sorarak başlar ve verdiği cevap ile ikili bir ayrıma gider. Bir şey vermeden alınamayacağına dair fizik kanuna dikkat çekerek bu noktada mekanik ve organik vatandaş arasındaki en temel ayrım olan “görev”e gelir. Görevin tanımından yola çıkarak vatana hizmet etmenin ve vatan-sevmez parazitler ile hesaplaşmanın beş vakit namaz gibi farzı ayn olduğunu, yani tabiri caizse herkesin bizzat kendi boynunun borcu olduğunu belirtir. Kısacası dört başı mamur bir şekilde “Ya Sev, Ya Defol” der.

Diyebilirim ki Durmuş Hocaoğlu’nun milliyetçiliği hakkında pek çok şey söylenebilir, zira sadece milliyetçilik hakkında ardında bıraktığı yazılar, toplamda rahatlıkla birkaç kitap hacmi kadar tutar. Ancak benim dikkatimi yöntem olarak çeken esas olarak iki husus var. İlk olarak milliyetçiliği, dar ve oligarşik yapıların içinde değerlendirerek onun sınırını daraltmamış, “tabii ve fıtrî bir ekzistans olarak” ele almıştır. Hâl böyle olunca hitap ettiği kesim sadece milliyetçiler olmamış, bir bütün olarak Türkler olmuştur. “Ey Türkler!” nev’inden hitap şekillerini çokça kullanarak aslında milliyetçiliğin insan -ve insanların arasından Türk- olmanın tabii ve fıtrî bir neticesi olduğunu ifade etmiştir. İkinci olarak milliyetçiliğin siyasi kanadının var olmasının gerektiğini kabul etmekle beraber, entelektüel namusu gereği siyasete mesafeli olmuştur. “Kirlenmemek ve aklını ve muhakeme kabiliyetini fesada vermemek için aktif siyasetten uzak durmayı imanının altıncı şartı mesabesinde kesin bir prensip olarak kabul eden” Hocaoğlu, “cemiyetin kanayan vicdanı” olarak bizlere seslenmiştir. Bu itibarla, siyasi milliyetçiliğin içerisinde yer almamakla beraber kayıtsız da kalmamış, kendisinin en iyi yaptığı iş olan “araştırma, aydınlanma ve aydınlatma faaliyetleri” ile uğraşmış, kalemi ile tahlillerde ve ikazlarda bulunmuştur.

Burada sizlere Durmuş Hocaoğlu’nun daha pek çok yazısından bahsedebilir, iktibaslarda bulunabilirim. Ancak bundan gayrisi yazılmış olanı tekrar ve eksik bir şekilde yazmak manasını gelebilir. Bu itibarla Hoca’nın yazılarına birkaç “tık” uzağınızdaki www.durmushocaoglu.com isimli internet sitesinden ulaşabileceğinizi hatırlatmalıyım. Meselâ ilk planda, yine yıllar yılı içinden hâlâ çıkamadığımız, doğru düzgün bir “söylem” ürettiğimiz tartışmalı olan kimlik meselesine ve âdeta ağzımızda sakız gibi devamlı çiğnediğimiz AB üyeliğine dair yazılara bakmanızı tavsiye ederim.

Bu yazıyı okuyan daha ziyade genç kardeşlerime/arkadaşlarıma, naçizane bir tavsiyede daha bulunmanın faydalı olabileceğini ümit ediyorum. Sözgelimi 60-70 yıl evvelinde yazılmış eserlerle çok fazla mesai harcamamış yahut o eserlerin sadeleştirilmiş hâllerini okuduysanız Durmuş Hocaoğlu’nun kullandığı dilin en azından başlarda biraz “ağır” olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat manasını bilmediğiniz kelimeler için lügatlere müracaat ettikten sonra, zamanla aslında Hoca’nın dilinin “ağır” olmadığını, bizim şimdi kullandığımız dilin “hafif kaçtığının” farkına varacağınızı düşünüyorum. Zira Durmuş Hocaoğlu Türkçenin bir Medeniyet dili olmasını arzu etmiş ve bu arzuya uygun olarak yazmıştır. Nitekim Türkçe potansiyeli itibariyle buna son derece müsaittir. Türkçenin öz potansiyeli gayet yüksek olmakla birlikte, tarih içerisinde münasebete geçtiği dilleri de düşündüğümüzde neticeten hem Doğu hem de Batı dillerinden –kendi hâkimiyetini kaybetmediği müddetçe- yardım alarak ifade kuvvetini ziyadesiyle artırmaya müsait bir konumdadır. Nitekim bu hususun tecessüm etmiş hâlini, Durmuş Hocaoğlu’nun kullandığı dilde bulabildiğimizi düşünüyorum: Yazılarında hem kendine mahsus ve gayet estetik/bedii Türkçe kelime ve ekler kullandığı gibi, kavramları açıklarken de sıklıkla hem Doğu hem de Batı dillerinden yardım alarak nüansları ortaya koyar ve meselesini vuzuha kavuşturur. Bir Medeniyet hayali kuranların, fikirlerini ifade ederken buna uygun bir dil kullanmaya çalışmaları gayet tabiidir.

Durmuş Hocaoğlu hayatının son demlerinde, aslında tarihe ve kendi hayatına düşülen bir not olduğunu düşündüğüm ve şikâyetlerinin, kırgınlıklarının, hatta öfkesinin bir hülâsası keyfiyetindeki açık mektup hâlindeki son iki yazısından birisinde, şeytanî mi rahmanî mi olduğunu kestiremediği iki sesten bahseder.[7] Bu iki sesin ifadeleri ile âdeta bir nefis murakabesine şahit oluruz: Durmuş Hocaoğlu artık yazıp yazmama noktasında tereddüt geçiriyordur. Türklere karşı duyduğu kırgınlıkların ve öfkenin aklıselime muhalif olduğundan hareketle uzun zamandır yazmıyordur; hatta yazmanın anlamsız olduğunu düşünüyordur. Bununla beraber yine de, gelecek nesiller ve insanlık için ileride her şeye rağmen kuvvetle muhtemel yazacaktır; amma, -insan maalesef ve maatteessüf demeden edemiyor- “Yerin Göğün Yaradanı, Din Günü’nün Sahibi” onu daha fazla yazamadan erken denilebilecek bir vakitte, 62 yaşında, bundan 7 sene evvel, yani 23 Ekim 2010 tarihinde kendi katına yükseltmiştir. Ardında hakikaten bir ömre zor sığacak kadar yazı bırakmıştır, öyledir ancak, şurası da açıktır ki bildiklerini bize aktaracağı dört başı mamur esas eserleri henüz yazılmamıştır. “Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir.” buyuran Resul-i Ekrem Efendimiz ne güzel söylemişler! Durmuş Hocaoğlu ile birlikte bir âlem daha göç eyledi. Rahmet olsun! İnşallah öte tarafta çok sevdiği “Nebiler Başbuğu”na komşu olsun. Burada huzursuzluk çeken ruhu, orada ebediyen huzur bulsun. Âmin!

Ziyaret -> Toplam : 125,17 M - Bugn : 50856

ulkucudunya@ulkucudunya.com