« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 Eki

2024

Türk Milliyetçiliği, Türkçe ve Ziya Gökalp

Mustafa Argunşah 01 Ocak 1970

Dil, bir milleti millet yapan en önemli unsurdur. Tarih boyunca dillerini yaşatabilen milletler varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Millet olmanın ilk vasfı bir dile sahip olmaktır. Bu dil edebî eserler meydana getirebilecek gelişmişlik düzeyine ulaşabilmiş olabileceği gibi yalnız günlük konuşmada kullanılan, az gelişmiş bir dil de olabilir. Dillerin görevi, öncelikle insanlar arasında iletişimi sağlamak, bu iletişim vasıtasıyla duygu ve düşünce birliğini oluşturmak ve devam ettirmektir.


Türkçe, takip edebildiğimiz yazılı tarihi boyunca yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmamış, kesintiye uğramamıştır. Bunun sebebi büyük bir coğrafyaya yayılmış birden fazla devletin dili olarak kullanılması ve kullanıcı sayısının daima yüksek olmasıdır. Osmanlı Türkçesi 16. yüzyıldan sonra Arapça-Farsça kelime ve gramer yapılarının hücumuna uğramışsa da, Ziya Gökalp gibi milliyetçi Türk aydınları ve Atatürk gibi devlet adamları sayesinde, 20. yüzyılda tekrar öz benliğine kavuşmuştur.


Osmanlı aydınları arasında Türkçenin ciddi olarak ilk defa gündeme gelmesi Türk milliyetçiliğinin doğuşuyla aynı döneme rastlar. Türk milliyetçiliği 1860 ve 1870’li yıllarda dilin tartışma konusu olmaya başlamasıyla Osmanlı aydınlarının gündemine girmiştir. Kimi aydınlar, milliyetçilik düşüncelerini Türkçeyi tartışma ortamına taşıyarak ve mevcut Osmanlı Türkçesinin sadeleşmesini ileri sürerek ortaya koymuşlardır. Osmanlı Türkçesinin pek çok yabancı kelime ve yapı barındırması, gelişmeye başlayan teknoloji, bilim ve sanatı ifade etmekte zorlanması, özellikle de halkın edebî dile uzaklığı gibi konuların tartışılması millî bir uyanışın habercisidir. Ziya Paşa 1868 yılında yayımladığı “Şiir ve İnşa” isimli makalesinde bu konuları ciddi olarak gündeme taşımış, Türkçenin içindeki Arapça ve Farsçanın ağırlığından şikâyet ederek, halkın diline dönülmesini teklif etmiştir.



II. Abdülhamit döneminde, öze dönüş, millîleşme ve milletleşme konularında somut adımlar atılarak, ilk Türkçe sözlükler, gramerler ve okul kitapları yazılmıştır. Kısaca söylemek gerekirse, 19. yüzyılın ikinci yarısında özellikle gazete, dergi, roman ve hikâyenin günlük hayatımıza girmesiyle Türkçenin talihi dönmüş, ortaya çıkan yeni şartlarda yazılı edebiyatın halka inmesi için dilin sadeleşmesi gereği doğmuştur. Yüzyılın sonlarında, imparatorluğun dağılma sürecinde Balkanlardaki gayrimüslimlerin bağımsızlıklarını ilan etmeleri yüzünden Osmanlılık ideolojisinin anlamsızlaşmış, yükselmeye başlayan İslamcılık ideolojisinin yanına Türk milliyetçiliği yahut o günkü adıyla Türkçülük, yavaş yavaş yerleşmeye başlamıştır.


Türk dünyasında siyasi birliği sağlama yahut ‘Turan’ düşüncesi, ilk olarak II. Abdülhamit döneminde Türk aydınlarının gündemine gelmiştir. İstanbul basınında 1890’larda Osmanlı sınırları dışında da Türklerin yaşadığı, bunların dili olan Çağatay lehçesi ile Osmanlı lehçesi arasında fazla bir fark olmadığı ileri sürülüyor, Osmanlı lehçesinin Çağatay lehçesi karşısındaki gücünden ve üstünlüğünden bahsediliyordu. Yeni asrın başlarında Türk siyasi birliğini sağlamanın kolay olmadığı herkes tarafından kabul ediliyor, öncelikle dil birliğini sağlamanın Turan’ın gerçekleşmesine giden yolda önemli bir adım olduğu düşüncesi de yaygınlık kazanıyordu. Bu yıllarda Türk dünyasında dil birliğinin nasıl sağlanacağı tartışılıyor, birbirinden farklı kimi görüşler ortaya konuluyordu. Mesela kimileri, Osmanlı Türkçesinin Rusya ve Orta Asya Türklerinin yazı dili olan Çağatay Türkçesinden beslenerek daha da gelişeceğini, bu yüzden de Arapça ve Farsça kelimelerin atılarak yerine bu lehçeden kelimeler alınmasını ileri sürüyordu. Diğer bir grup aydın ise, Türk dünyasının doğusunun edebî dili olan Çağatay Türkçesiyle Türk dünyasının batısının edebî dili olan Osmanlı Türkçesinin birleşmesi ve çeşitli bakımlardan üstünlüğü dolayısıyla, Osmanlı Türkçesinin Türk dünyasının ortak dili olması düşüncesini savunuyor ve taraftar buluyordu. Osmanlı Türkçesinin gelişmişliğini gören Kazan ve Türkistanlı aydınları arasında bu fikre katılanlar ve destekleyenler de vardı. Mesela, 1897 yılında “Hive hükümdarının Hive’de akademide öğretim dili olarak Farsça yerine Osmanlı Türkçesini seçmesi üzerine bir yorumda bulunan İkdam gazetesi, bu tercihi çok iyi karşılamış ve bu hususta pek çok gerekçe ileri sürmüştü. Gazetede, Ali Şîr Nevâî’nin zaten Türkçenin Farsçadan üstün olduğunu ispatladığını; Hive halkının Türk olduğunu; bunun Türkçe eğitim ve öğretimin yaygınlaşmasına etken olabileceğini; Osmanlı Türkçesinde gerekli ilmî terminolojinin mevcut olduğunu; bu dilde yazılmış ilmî eserlerin var olduğunu ve en son olarak da akademide derslerin daha anlaşılır hale gelmesinin mümkün olduğunu söylüyordu. Buna ilâve olarak bir yerde yazılan Türkçe eserler, ırkı, dini ve milliyeti aynı olan diğer Türkler tarafından da okunacağı için Türk dünyasının ilmî ilerlemesi bütünü ile teminat altına alınacaktır deniliyordu. Türk dilinde bölgelere göre pek az ayrılıklar gösteren lehçeler, böylece tek bir dil halinde birleşmiş olacaktır.”[1] Bu tartışmalara birçok Türk aydını katılmış, siyasi Türk birliğine inanmasalar da Şemsettin Sami gibi kimi aydınlar Türk dünyasında bir dil birlikteliğinin gerekliliğine inanmışlardır.


1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyetle rahatlama ve özgürlük havası içerisinde Turancılık hareketi güç kazanmış, art arda Türkçü dernekler kurulmuş, Türkçenin sadeleşmesi, yazı diliyle konuşma dilinin birbirine yaklaştırılması gibi konular kâh bu derneklerde kâh yeni yayımlanmaya başlayan dergilerde gündeme gelmiştir. Mesela Türk Derneği etrafında toplanan bir grup genç aydın dilde tasfiyeciliği savunmuş, Türkçedeki bütün yabancı unsurların atılması gerektiğini ileri sürmüştür.


Türkçeyi merkeze oturtarak âdeta bir devrim yaratmış olan Genç Kalemler’in Türkçenin sadeleşme tarihinde özel bir yeri vardır. 1911 yılı başlarına gelindiğinde, artık Türkçe için önemli somut adımlar atılıyor, halktan kopuk ‘Osmanlıca’nın yerini halkın konuşma dili olan ‘Yeni Lisan’ alıyordu. Bu dergide başlayan Osmanlıcaya karşı Yeni Lisan savaşından kısa sürede Türkçe galip çıkmış, Osmanlıcayı savunanlar da gerçekleri görerek, bir süre sonra yaşayan Türkçeyle eserler vermişlerdir. İşte 1911’de başlayan Yeni Lisan-Osmanlıca savaşından Türkçenin galip çıkmasının zeminini hazırlayan birkaç kahramandan birisi de Ziya Gökalp’tır.


Diyarbakır’da 1904 yılından itibaren Diyarbekir gazetesinde seyahat notları ve iktisat yazıları, ardından Peyman’da sosyal muhtevalı yazılar yayımlayan Ziya Gökalp’ın Türklük ve Türkçülükle ilgili ilk yazısı, 5 Temmuz 1909 tarihli Peyman’da Mehmet Mehdi imzasıyla yayımlanan “Türklük ve Osmanlılık” adlı makaledir. Ziya Gökalp’ın Türkçü-milliyetçi fikirlerinin olgunlaştığı dönem, 1910-1912 yılları arasında Selanik’te İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Merkez üyeliğinde bulunduğu yıllardır. Yeni Lisan hareketinin başlaması ve hız kazanmasında hiç şüphesiz Ziya Gökalp’ın bu dergide yayımlanan ‘Turan’ isimli şiirinin de etkisi vardır. O tarihe kadar Selanik’teki edebiyat çevrelerince pek tanınmayan Gökalp’ın, 7 Mart 1911 tarihinde Genç Kalemler’de[2] yayımlanan bu şiiri birden bire gözlerin kendisine çevrilmesine sebep olmuştur. Ardından Ali Canip ve Ömer Seyfettin’le birlikte bu dergide Yeni Lisan hareketini başlatarak ‘dilde devrim’i gerçekleştirmişlerdir.



Genç Kalemler’deki Yeni Lisan hareketi başladıktan sonra Osmanlı coğrafyasında âdeta bir seferberlik hâli gelişir. Kimi muhaliflerine rağmen bu hareket hızla yayılmış ve başarılı olmuştur. Genç Kalemler yanında Selanik’te çıkan Rumeli gazetesi, bu hareki ilk benimseyen ve başyazılarını Yeni Lisan’la (Kâzım Nami) yazan gazetedir. Arkasından günlük Yeni Asır gazetesi, İzmir’de çıkan Gençlik dergisi de bunu takip etmiştir. 24 Mayıs 1911’de İzmir’de yayın hayatına başlayan Gençlik dergisi ilk sayısında Ömer Seyfettin’in Yeni Lisan makalesini yayımlamış, böylece hareketin takipçisi olduklarını göstermiştir. Uzun ömürlü olmasa da bir tıp encümeni kurulmuş, bu encümen tıp ve fen kitaplarını Yeni Lisan’la Türkçeye tercümeye başlamıştır. Ayrıca bugün bile tam gerçekleştiremediğimiz tıp terimlerinin hazırlanması faaliyetine girişilmiştir. Yeni Lisan hareketine, içerisinde Ziya Gökalp’ın da bulunduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti sahip çıkmış, İttihat ve Terakki mekteplerinin ders kitapları Yeni Lisanla yazılmaya başlanmıştır. Genç yazarlar kitaplarını ve tercümelerini bu dille yazınca, 30 milyonluk Osmanlı coğrafyasında edebî kitapların baskı sayıları 500 civarında iken birkaç bine çıkmıştır.


Dilde Türkçülük fikrî Türkçülüğü doğurmuş ve geliştirmiştir. Bunu yazarların kendileri de beyan etmişlerdir. Hatta fikrî Türkçülüğün, Turancılığın doğması, yayılması ve başarılı olması için dilde Türkçülük, yani sade Türkçecilik ön şart olarak ileri sürülmüştür.


Ziya Gökalp Yeni Lisan hareketinde her ne kadar geri planda durmaya gayret etse de aslında dergi iyi irdelendiğinde görülecektir ki, Yeni Lisan’ın en büyük savunucusu, hakkında en çok yazı yazanı ve eleştirilere en sert cevap vereni Gökalp’tır. Fakat o alçakgönüllü kişiliğiyle daha Diyarbakır’da yirmili yaşlarının sonlarında yazdığı yazılarda olduğu gibi, yazı hayatının ikinci merhalesi olan Selanik yıllarında Genç Kalemler dergisinde kaleme aldığı makale ve şiirlerinde de gerçek adını kullanmamıştır. Kimi zaman farklı müstear isimlerler kullanmış, kimi zaman da “Genç Kalemler Tahrir Heyeti” imzasını atarak bu hareketin kişilere, özellikle de kendisine mal edilmesini istememiştir.[3] Onun milliyetçilik anlayışında ‘ben’ yoktur. Önemli olan davanın başarıya ulaşmasıdır. Kimi dil görüşleri Ali Canip ve Ömer Seyfettin’den farklı olmasına rağmen ayrı baş çekmemiş, derginin dil politikalarının dışına çıkmamıştır. İçerisinde Türkistan Türkçesinden kelimelerin bulunduğu bir şiiri Ali Canip tarafından dergide yayımlanmadığında da bunu asla sorun etmemiş, hatta arkasını arayıp şiirin yayımlanmama sebebini dahi sormamıştır. Çünkü o Turan fikrinin henüz Selanik’teki edebiyat çevrelerinde yaygın olarak kabul görmediğinin farkındadır.


Ziya Gökalp’ın Genç Kalemler’de 7 Mart 1911-26 Ocak 1912 tarihleri arasında dört şiiri yer alır. Bunların birincisi ‘Turan’dır. Bu şiirde “tanin, tebcil, tetvic, nasiye, iftira-amiz, şermende, nümayan” gibi bugünkü günlük dilde kullanmadığımız Arapça-Farsça kökenli kelimeler bulunur. Çünkü Gökalp’ta Türkçecilikten önce Turan fikri uyanmış, bu dönemde henüz dil konusunda olgunlaşmış bir görüşe sahip olmamıştır. Türkçenin sadeleşmesini Diyarbakır’daki yazı hayatında da gündeme getirmemiştir. ‘Turan’ şiiri yayımlandığı dönemde Türkçeyle ilgili kimi görüşler ortaya atılmışsa da ‘Yeni Lisan hareketi’ başlamamıştı. Ömer Seyfettin’in fikir babalığını yaptığı Yeni Lisan hareketine başından itibaren destek veren Ziya Gökalp, ‘Turan’dan üç ay sonra yayımladığı ‘Meşhed’e Doğru’[4] ve dört ay sonra yayımladığı ‘Altın Yurt’[5] isimli şiirlerinde Arapça ve Farsça kelimeleri çoklukla terk ederek, Yeni Lisan’a dönmüştür. Yani siyasi düşüncelerine paralel bir dilin de sahibi olmuştur. Artık dergide Yeni Lisan yazıları yazmakta ve düşüncelerini halkın kullandığı yaşayan dille yaymaktadır.


Gökalp’ın bu dergideki son şiirinde farklı bir tutum içine girdiği görülür. Onun kısa sürecek bir dönemi vardır ki bu dönemde Çağatay Türkçesine ait kimi kelimeleri Osmanlı Türkçesine sokmak istemiş, fakat gelen tepkilerle bu fikrinden çabucak vazgeçmiştir. Bu aylar onun Türkistan gezisinde olduğu ve Turan duygularının yükseldiği aylardır. Genç Kalemler’deki son şiiri 3 Kânunıevvel 1327 / 16 Aralık 1911 tarihinde Türkistan seyahatinde Kazvin’de yazıp gönderdiği ‘Altın Destan’[6] isimli şiiridir. Bu uzun şiirin üstünde “Vatan Sesleri” üst başlığı altında parantez içerisinde şu cümle yer alır: “Aşağıdaki Türk ananelerini havi satırları bugün Asya’nın sakin ve nihayetsiz çöllerinde dolaşan tahrir heyetimizden Gökalp Bey orada, o ana yurdunda yazarak göndermiştir.” Gökalp imzasının kullanıldığı ilk eseri olan bu şiiri şair “Genç Kalemler ve Türk Yurdu muharrirlerine” ithaf etmiştir. Şiirde Türkistan Türklüğünün perişan hâli tasvir edilir, kurtuluş çaresi olarak da yeniden Türk birliğinin kurulması görülür. Bu şiirde Osmanlı Türkçesinde kullanılmayan “yagı, ogan, yahşi, tigin, us, dilmaç, ulus, budun” gibi kelimeler yer almaktadır. Şair, “Altın Destan’da birçok ana lügatları var ki bugün bizce tamamen meçhuldür; izah zımnında şu satırları yazıyorum” diyerek çit, yağı, yad, ogan, Kırgız ve Kazak kelimelerini açıklar. Şiirinin sonunda yalnız bunları açıklamakla kalmaz, dergide şiirden daha çok yer tutacak olan kimi terimlerle kişi ve yer adlarına da izahlar getirir.


Ziya Gökalp şiirlerinde aslında böyle bir üslubu benimsememiştir. Hem Genç Kalemler’deki makalelerinde hem Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak isimli kitabındaki ‘Lisan’ makalesiyle ‘Lisan’ şiirinde hem de Türkçe konusundaki düşüncelerini sistemleştirdiği Türkçülüğün Esasları’nda Türklüğün ortak dili olarak İstanbul Türkçesini savunur. Gökalp, Çağatay lehçesinden Osmanlı Türkçesine kelime alarak veya her iki dili birleştirerek bir yere varılamayacağı, bu yolla yeni bir dil yaratılamayacağı düşüncesine ulaşır. Onun çözüm önerisi İstanbul Türkçesine dönmektir. Ziya Gökalp’ın 1911 yılında Genç Kalemler’de yazdığı ilk makalelerinden birinde Yeni Lisan’a saldıranlara karşı yaptığı savunmada söylediği şu cümleler önemlidir: “Yeni Lisan ‘Çağatay’ Türkçesini yahut Anadolu lehçelerini tervice [canlandırmaya] çalışmıyor, geriye, maziye dönmüyor, İstanbul’da konuşulan en mütekâmil [gelişmiş] Türk lehçesini bütün incelikleriyle meydana çıkararak bütün Türklere tamim etmek [yaymak] istiyor. Milletin en hakiki natıkası [konuşma gücü] olduğu için Yeni Lisandan hiçbir zaman vazgeçmeyeceğimize emin olabilirsiniz…”[7]


Bir yazısında Rusya’daki Türkçe cereyanlarını değerlendiren Gökalp, birincisi mahalli lehçelerin yazı dili hâline gelmesini savunanlar, ikincisi de İstanbul Türkçesini Türk dünyasının edebî dili yapmaya çalışanlar olmak üzere iki grubun varlığını tespit eder. Ona göre bunlardan ikincisi haklıdır. Birinciler, yani mahalli lehçeleri birer yazı dili hâline getirmek isteyenler, bilmeden Türklüğün düşmanlarının ekmeğine yağ sürmektedirler. Böyle bir gelişme Türklüğün parçalanması, birbirinden farklı birçok yazı dilinin ortaya çıkması demektir. Gökalp buna şiddetle karşı çıkar. Maalesef onun gibi düşünenler değil, Gökalp’ın yanlış bulduğu bu fikri savunanlar galip gelmiştir. Sovyetler Birliği kurulduktan sonra ortaya çıkan Türk cumhuriyetleriyle özerk bölgelerde mahalli lehçeler birer yazı dili hâline getirilmiş ve Türkçe yirmi bir farklı yazı diline sahip olmuştur. Yirminci yüzyılın başında, yazı dili olarak Çağatay ve Osmanlı Türkçelerini kullanan ve birbirlerini az çok anlayan Türk dünyası 1920’lerden başlayarak gittikçe birbirinden uzaklaşmış, mahalli lehçeler etrafında yeni kimlikler inşa edilmiştir. Oysa, Gökalp gibi büyük bir düşünür Türk dünyasının geleceğini İstanbul Türkçesinde birleşmekte görüyordu. Çünkü ona göre Türk birliğinin ilk merhalesi dil birliğini sağlamakla aşılmış olacaktı. Dil birliği sağlanınca gönül birliği de coğrafi birlik de sağlanabilirdi.


Bu yıllarda Türk lehçelerini birleştirerek yeni bir Türkçe oluşturma düşüncesinde olanlar da vardı. Gökalp bunların düşüncelerine katılmadı. Yaratılacak yeni dil yapay bir dil olurdu. Ona göre tek ve kesin çözüm, bütün Türklüğü İstanbul Türkçesinde birleştirmekti. İstanbul Türkçesi dışındaki lehçeler birer mahalli konuşma dilinden ibaretti. İstanbul Türkçesinde birleşilmeliydi, çünkü İstanbul Türklüğün hem dinî hem de millî başkentiydi. Aynı zamanda halifenin oturduğu kutsal şehirdi ve bütün Türklerin kıblegâhıydı[8].


Ziya Gökalp’ın dil görüşleri onun milliyetçilik anlayışıyla doğru orantılıdır. İstanbul Türkçesini Türk dünyasının ortak iletişim dili olarak öne sürerken yeterince gerekçesi vardı. Bu gerekçeler bugün de geçerlidir. Aradan geçen yüz yılda fazla bir şeyin değişmediği görülür. Bugün de Türkiye Türkçesi Türk dünyasında ortak edebî dili olmaya en yakın adaydır. Gökalp bugünü yüz yıl önceden görmüştür: “İstanbul Türkçesinin bütün Türklerce millî lisan olması bu i’caz [mucize] ve kutsiyetin lisana da intikali dolayısıyladır. Fazla olarak İstanbul Türkçesi Türk lehçelerinin en güzeli, en işlenmişi, edebiyat ve ilimce en zenginidir.


O hâlde gösterilecek mânialara rağmen İstanbul Türkçesini edebî lisan ittihâz etmek bütün Türkler için millî bir vazifedir. Bu vazife ifa edildiği zaman bütün Türkler, lisan ve edebiyatta müşterek ve tek bir millet hâline girer.”[9]


Gökalp millî bir dili ve millî bir edebiyatı savunurken birçok saldırıya uğramıştır. Kimilerinin ileri sürdüğü gibi millî yahut kavmî bir edebiyat olamayacağı iddialarına Gökalp şu cevabı verir: “Osmanlı lisanı ‘Türk lisanı’dır. Osmanlı edebiyatı ‘Türk edebiyatı’dır. Fakat Osmanlı milleti ‘Türk milleti’ değildir. Osmanlı milleti, Türk milleti de dâhil olduğu hâlde birçok kavimleri müştemildir [içine alır]. Bir Türk siyasi hayat itibarıyla Osmanlıdır. Fakat içtimai hayat itibarıyla Rum’dur, Arnavut’tur, Arap’tır, Ermeni’dir.” Burada millet ve dil arasında kurduğu ilişki ilgi çekicidir. Osmanlı lisanı her ne kadar içerisinde Arapça ve Farsça unsurlar bulundursa da o Türkçedir. Osmanlı edebiyatı da bu dille meydana getirildiği için hiç şüphesiz Türk edebiyatıdır. Ama farklı milletlerden oluşan Osmanlı milleti Türk milleti değildir. Gökalp, millet, kavim, lisan ve edebiyat terimlerine açıklık getirmeye devam eder. Türk milletinin, dilinin ve edebiyatının eskiliğine vurgu yapar: “Osmanlı milletini ‘Osman Gazi’ tesis etti, fakat Türk kavmi, Türk lisanı, Türk edebiyatı Osman Gazi’den daha evvel mevcuttu. Türk lisanı, Türk edebiyatı Selçukîlerden, hatta Oğuz Han’dan pek çok eskidir. Türkçe bugün yüz milyon Türk’ün konuşmakta olduğu bir lisandır. Bu yüz milyon kan kardeşinin yegâne rabıtası olan lisanına kendi ismini vermek günah mıdır?.. Türkçe Osmanlı milletinin resmî lisanı olmakla içtimai ve kavmî mahiyetinden tecrit olunamaz!.. Katiyen olunamaz.”[10]


Gökalp, Yeni Lisan davasına çok inanmaktadır. Çünkü millete ulaşmanın yolu, milleti yeniden ‘Türklük’ kavramı etrafında toplamanın yegâne yolu halka anladıkları lisanla hitap etmekten geçmektedir. Gökalp bunun bilincindedir. Bu dille oluşturulacak edebî eserler milletin gelişmesini sağlayacak, onu yükseltecektir: “Yeni Lisanla yakın zamanda edebiyatımıza tiyatro, roman… her güzel şey girecektir. Yeni Lisan mutaassıp değildir. Ve Yeni Lisancılar kuru bir terakki davasıyla kalmamak içindir ki Avrupa’nın edebî, felsefi, içtimai, siyasi, hukuki en güzel eserlerini kendi lisanlarına nakletmek üzere bir heyet teşkil ettiler, çalışıyorlar; yakında kapitülasyonlardan azade, ıstılahlarıyla, yeni kelimeleriyle, gayet zengin bir ‘Türk lisanı’ göreceksiniz. Hakiki Türk edebiyatı bu samimi ve büyük lisanın metin ve zarif zemini üzerinde yükselecektir.”[11]


Genç Kalemler’de yazdığı yazılarda Gökalp’ın Türkçenin bütün inceliklerine vâkıf olduğu görülür. Selçuklu ve Osmanlı imlasından dilin iç yapısına kadar birçok konuda bugün de geçerli olan önemli görüşler ortaya koyar. Genç Kalemler’in Yeni Muhitülmaarif Encümeni’ne gönderdiği ilmi layihayı Gökalp kaleme almıştır. Burada da Yeni Lisan’ın umdelerini maddeler hâlinde sayar. Gökalp’ın yeni dil hareketini sistematik olarak maddeleştirdiği ve bunları 14 maddede topladığı görülür. Türk Derneği’nin yaptığı gibi dilde tasfiyecilik taraftarı olmadıklarını, yaşayan Türkçeyi savunduklarını bir kez daha tekrarlar. 14. madde şöyledir: “Türk Derneği’nin ve sair tasfiyecilerin yaptıkları gibi Çağataycaya, Türkmenceye yahut Anadolu, Rumeli lehçelerine mensup eski ve yeni kelimeler Yeni Lisan’da istimal olunmayacaktır [kullanılmayacaktır]. Yeni Lisan İstanbul’da tekellüm edilen [konuşulan] ve edebî lisanımızın ıstıfasıyla [temizlenmesiyle] nezih ve necip bir mevki ihraz eden [kazanan] üslup ve kelimeleri istimal edecek ve bu üslup ve kelimeleri İstanbul şivesinde mündemiç bedaate tevfikan [yer alan güzelliğe uyarak] daha ziyade güzelleştirmeye çalışacaktır.”[12]


Gökalp, millet olmak için aydınla halkı aynı dilde buluşturmanın ve birbirlerini anlamalarının sağlanmasının önemini bilmektedir. Yeni Lisan’da aydının değil halkın dili esas alınacak ve bu dil bütün Türklüğün ortak dili olacaktır. Gökalp dilde sadeleşmeyi savunurken devrinde birçok yazarın halktan kopuk yazdığını ve ileride bunların eserlerinin halkın diline aktarılmadıkça anlaşılamayacağını belirtir. Yıllar sonrasını iyi görmüştür. Nihayet cumhuriyetin üzerinden on yıl geçtikten sonra bir önceki neslin dili anlaşılamaz duruma gelmiş, kimi yazarlar yirmi otuz yıl önce yazdıkları eserlerini kendileri sadeleştirmek zorunda kalmıştır. Gerçekten Gökalp’ın dediği gibi Namık Kemal’in, Ziya Paşa’nın, Şinasi’nin ve diğerlerinin dilini bugünkü neslin anlaması mümkün değildir. Çünkü Osmanlı aristokratik bir devlettir ve aydınla halk farklı dilleri kullanmaktadır. Yukarıda sayılan yazarların dili halkın kullandığı gerçek dil değil, aksine yapay bir dildir. Gerçek dil halkın kullandığıdır: “Aristokratik bir hükûmette havas için ayrı, avam için ayrı lisanlar bulunabilir. Demokratik bir millette yalnız bir lisan olabilir ki o da ahalinin dilinden ibarettir. (…) Yarın bütün Osmanlılar ve umum Türkler yalnız bu lisanda yazacak, bu lisanda okuyacaktır. Bir zaman gelecektir ki Şinasi lisanında yazılmış kitaplar Yeni Lisan’a tercüme edilmedikçe okunamayacaktır.”[13] Fakat Gökalp’ın burada yanıldığı bir husus vardır. Yukarıda da değinildiği gibi, Yeni Lisan Türk dünyasının ortak dili olamamış, onun korktuğu başına gelmiştir.


Ziya Gökalp, 1912-1913 yıllarında Türk Yurdu’nda seri hâlde yayımladığı ve 1918’de Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak adıyla kitaplaştırdığı yazılarının ikincisi olan ‘Lisan’ ve sekizincisi olan “Türk Milleti ve Turan”da dil konusuna yeniden döner. Bu görüşler 1923 yılında yayımlanan Türkçülüğün Esasları’nda daha da sistemleşecektir. Kitabın ikinci kısmını oluşturan “Türkçülüğün Programı”nın birinci konusu olarak “Lisani Türkçülük” ele alınmış, altı alt başlıkta dil konusu enine boyuna tartışılmış, programlanmıştır. Altıncı bölümde “Lisani Türkçülüğün Umdeleri” on bir maddede toplanmıştır[14].


Gökalp, Türkçenin kendi terimlerini kendisinin türetmesi gerektiğini, bunları yabancı dillerden alarak dil birliğinin sağlanamayacağını ısrarla belirtir: “Mesela Rusya’daki Türkler ıstılahlarını Rusçadan, Çin’deki Türkler Çinceden, biz Fransızcadan alacak olursak, Türkçelerimiz birbirinden uzaklaşır. Hâlbuki Arapça ve Acemceden yahut Türkçeden alırsak bilakis yekdiğerine yaklaşır.”[15] Gökalp, İslam ülkelerinin hepsinin Arapça ve Farsçadan yapılmış ortak ıstılahları kullanması ve böylece dilimizin İslamlaşması gerektiğini söyler[16]. Çünkü o yıllarda henüz Birinci Dünya Savaşı başlamamış, Osmanlı Devleti parçalanmamış, İslam ülkeleri birer birer ayrılmamışlardır. O yıllarda Müslümanların Osmanlı Devleti’nden ayrılacakları Gökalp’ın aklına bile gelmez. O hâlâ Türk birliğini savunurken İslam birliğinin de devamından yanadır. En azından Müslüman Türk dünyasının aynı terimleri kullanmasının birliği pekiştireceği inancına sahiptir. Bilimsel terimlerin Arapça ve Farsçadan alınmasını, ama bu dillerden alınan diğer kelimelerin Türkçeleştirilmesini ister. Fakat yazısının ilerleyen bölümlerinde terimlerin Arapça ve Farsçadan alınmasına da gönlü razı olmaz. Mümkünse onlar da Türkçeleştirilmelidir. Onun dil ile ilgili çalışmalarının, çabalarının bir tek amacı vardır: “Bütün soydaşlarımızın anlayacağı umumi bir Türkçeye doğru gitmek.” Aşağıdaki cümleler Gökalp’ın dil konusundaki düşüncelerini özetler mahiyettedir: “Lisanımızı mana itibarıyla muasırlaştırmak, ıstılah cihetiyle İslamlaştırmak lazım olduğu gibi; sarf, nahiv, imla hususlarında Türkleştirmek de labüddür [zaruridir]. Türkçede ıstılahlardan gayrı bütün kelimeler mümkünse Türkçe olmalı yahut Türkçeleşmiş bulunmalı. Arapça, Acemce terkipler, cemler, edatlar, sigalar lisanımızdan çıkarılmalı, (…) Mamafih Türkçeleştirmeyi lügatlere hasretmek de doğru değildir. Mümkünse, bütün ıstılahları da Türkçe kelimelerden yapmak daha iyidir. Fakat mümkün olmadığı takdirde, ıstılahlarımızın Fransızca yahut Rusça olacağına Arapça ve Acemce olması daha hayırlıdır. Herhâlde bütün Müslümanlar arasında olmasa bile, Türkler arasında –lügatler gibi- ıstılahların da müşterek olması, yani bütün Türklerin müşterek bir edebiyat ve ilim lisanına malik olması elzemdir.

O hâlde lisanımızı Türkçeleştirirken tedricen bütün soydaşlarımızın anlayacağı umumi bir Türkçeye doğru gitmek lazım geldiğini de unutmamalıyız.”[17]

Ziya Gökalp, 1912-1913 yıllarında yazdığı Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak yazı dizisinden sonra 1916 yılında yazdığı ‘Lisan’ adlı şiirinde daha önce makalelerde ortaya koyduğu görüşlerini tekrarlamıştır. Bütün Türklerin yalnız bir dili olduğunu, başka dili var diyenin başka bir emel taşıdığını söylediği şiirinin sonunda dil birliği sağlanamadığı takdirde Türk birliğinin sağlanmasının imkânsızlığını belirtir[18].


Sonuç:

Bir Türk milliyetçisi olan Ziya Gökalp, dil konusunda önemli tespitler yapmıştır. Osmanlı Türkçesinden bugünkü Türkçeye geçişte onun katkıları sanıldığından da çoktur. Yazılarında önce Türkçenin Türkçeleşmesini savunur. Çünkü Türkçeleşmiş Türkçe bütün Türklüğün duygularını daha kolay aktarmasını sağlayacak ve Türkçülük düşüncesinin halka yayılmasını kolaylaştıracaktır. Ayrıca, Türkler önce dilde birleşmeli, İstanbul’da konuşulan, gelişmiş Türkçe, Türk dünyasının ortak edebî dili olmalıdır. Aynı dili konuşan Türkler yakın gelecekte aynı şeyleri düşünecektir.

Ziyaret -> Toplam : 125,15 M - Bugn : 27399

ulkucudunya@ulkucudunya.com