Doğan Avcıoğlu kimdir? ‘Devrimcinin iradesi, iradenin devrimi’
Emirhan Akman 01 Ocak 1970
Uzun süre düşündüm hangi Avcıoğlu’ndan bahsetmeliyim diye, hangisini anlatsam daha etkileyici olur? Bahsimizde marksizm, sosyalizm meselesi basit kalır, ideoloji meselesi başka bir yazının konusu olsun. Benim derdim koca bir yaşamla. Hep büyük adamların günlük ritüellerini, nasıl yaşadıklarını merak ederim. Meselemiz bir ömrün her nefesini tarihe karşı sorumlu yaşamış, klâs ve gözükara bir devrimci ile alâkalı. En az üç dil bilmek zorunda kalan, otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğuyla. [1] .
DEVRİMCİNİN MERAKI
Bir devrimcinin, ömür boyu sırtından inmeyen kırbaç “merakıdır”. Merak dert ve yük demektir. Bu bakımdan bir devrimci hayat boyu tüm insanlığın dertlerini sırtlanan hamaldır. Zamanı azdır haddizatında bunu bilir, tüm devrimciler acelecidir biraz. Hani şair der ya: “gök hırpalanmaktadır merakımdan”[2]. Avcıoğlu’nun hayatla kurduğu bağ da böyle bir şeydi: göğü hırpalayabilirdi, hırpaladı da. Avcıoğlu önce İstanbul hukuk’a gidiyor, sonra bir inat ve ısrarla Paris Siyasal Bilimler okulunda siyaset ve ekonomi eğitimi görüyor. Yurda dönerken aklında iki soru var “Bizi hor gören bu pezevenklerin seviyesine nasıl geliriz ve Türkiye’yi nasıl değiştiririz?” İşte bahsettiğim devrimci merak bu. Meselesi ülkesinin kalkınması ve Batı ile mücadele edebilecek, onun peyki olmayı reddeden bir ülke haline gelmesiydi. Yine şair der ki: “merak devrimcinin hazırlığıdır.”[3]
Aslında Avcıoğlu bu topraklarda hüdayinabit değildi, yurda dönerken sorduğu soru onu bir geleneğe bağlıyordu. Bu topraklarda onun sorduğu soru neredeyse iki yüzyıldır soruluyor ve bu topraklar insan öğütüyordu. Teferruatla, daha basit işlerle uğraşamaz bu toprakların aydınları, yaşamdan keyif almaları güçtür. Büyük soru ve sorunları hep önlerinde yığılı bir şekilde bulurlar. Namık Kemal de 93 harbi sonrası Albülhak hamid’e yazdığı mektupta “Ordularımızın inhidamı [ağır mağlubiyeti) zamanından beri vücudum mezar, ruhum meyyit haline girdi. Söylediğim lakırdılar münkereyn’e verilen cevaplar kadar zaruridir. ( … ) o zamana kadar her neye çalışırsam şevk ile çalışırdım, şimdi vazife saikasıyla çalışıyorum” [4]diyordu. Hayat onun için artık bir zevk ve mutluluk meselesi değil, sadece bir vazifedir; vazifesi de ülkesinin kalkınması ve özgürlüğüdür. Gökalp de “hak yok, vazife var.” derken Türkiye’deki bir aydın kuşağının ortalama tipolojisini tanımlıyordu. Tanpınar ise son noktayı koyuyor ve “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor” diyordu. Bu toprakların modernleşme ile münasebetinin sonucuydu bu aydın tipolojisi, bu ülke kendi insanına karşı bencildi. Avcıoğlu ise bu geleneğin 60’lardaki temsilcisiydi. Ülkesi bir yarı sömürge olmuş, demokrasisi köhnemiş ve muasır medeniyetlerden hızla uzaklaşmaktaydı.
DEVRİMCİNİN ÖZEL HAYATI
Tabii bu yazının konusu 60’ların ideolojik hikâyesinden daha çok Avcıoğlu’nun biraz daha özel hikâyesi, o hikâye bize klas bir devrimcinin özel hayatını anlatacak.
Daha sonra iki çocuğunun annesi olacak Sevil Avcıoğlu[5] verdiği bir röportajda, balayına gittikleri günün ertesi sabahını şöyle anlatıyor: “Sabah uyandığımda gördüğüm manzara şuydu: Doğan, benden önce kalkmış, denize girmiş, kahvaltısını yapmış, önünde dünyada çıkan ne kadar gazete, dergi varsa yığılı, onları okuyor ve notlar alıyor. Ağzında da bir sigara. Zaten ateşe ihtiyaç duymazdı, zincirleme yakardı. Dudağının köşesinde, neredeyse izmariti koymak için kül tablasında oyuk olur ya, ondan olacaktı. Küller ve dumanlar içinde bir adam. Benimle konuşmuyor, etmiyor, sadece okuyor, yazıyor, çiziyor.” Bir devrimcinin hayatı yaşayışı böyleydi, hak ya da keyif yok vazife vardı, vazife tüm hallerde geçerliydi. Yine Sevil Avcıoğlu yemek masalarının halini ve akşam gelen gideni şöyle anlatıyor: “Gündüzleri işe gidiyorum, o evde kalıyor. Bir çalışma odası yaptım, sevmedi. Yemek masasını tercih etti. Masanın bir köşesinden başladı, sonra yayıldıkça yayıldı. Yemek yiyecek yerimiz kalmadı. Bir sürü de insan ağırlıyorduk. Yaşar Kemal’den Kemal Tahir’e, Çetin Altan’a kadar. Bir de Yön’ün çekirdek kadrosu, İlhami soysallar, Mümtaz Soysallar, İlhan Selçuklar…” ve en vurucu yer, belki de çoğu insanın kızacağı, Avcıoğlu’nu yargılayacağı şey şuydu, yine Sevil avcıoğlu anlatıyor: “Doğan Türkiye’yi kurtaracaktı, ben de onun hayatını kolaylaştıracaktım (…) kocalık beklemeyeceğim, en az kocalıkla yetineceğim. Zaten çok az uyuyordu, geri kalan bütün zamanını da çalışarak geçiyordu. Bir kız arkadaşım bize geldi, evdeki hali gördü ve dedi ki: “nasıl dayanıyorsun? Seni alayım gidelim bu evden.” ve Sevil Avcıoğlu ekliyor: “Gerçekten de doğan kendi kendine yaşıyor, okuyor, yazıyor, çiziyordu… Hayat arkadaşına karşı bencilce yaşamış gibi görünüyor, bence öyle de, ama; Türkiye’nin düzenini değiştirmek için kurbanlık bir koyun gibi, yaşamını feda ediyordu. Eşine karşı bencillik; tüm bir Türkiye halkına adanmak gibi görünüyordu. Devrimci tarih içinde kendini her şeye sorumlu hisseder ve buna göre yaşardı, onun bir misyonu vardı. Aslında evlenirken kurduğu şu cümle, hiçbir zaman kimseyi kandırmadığını gösteriyordu: “ Ya başbakan olurum ya da asılırım.” Tüm bir hayatı bu cümleye sığıyordu. Türkiye’nin düzenini değiştirecek bir hamle bekliyordu, asker ‘cici demokrasi’ dediği düzeni durduracak ve ona teslim edecek; o da radikal askerlerin sivil başbakanı olacaktı. Avcıoğlu gibi insanlar bir ömür uçurumun kıyısında dolaşır, bundan da haz alırlar. Düşmek ya da düşmemek değildir mesele, yürünmemiş ya da kimsenin cesaret edemeyeceği yolları tercih etmek bir yaşam şeklidir.
KENDİ ZİHNİNE HAPİS BİR ADAM
İnsanın kendi zihninin kendisine mapushane olması hali, devamlı kendini oraya kapatmak… Belki de bu yüzden Avcıoğlu aşırı sigara içerdi. Fikret Otyam’ın bir röportajında Otyam günlük sigara tüketimini sorar, Avcıoğlu şöyle yanıtlar, bu arada yine dudaklarının arasında sigara vardır: “Bildiğin gibi… Sabah başlar yakarız, yatana kadar. Ya sabır tespihi yerine sigara kullanıyoruz”. Bu tip adamlar hayatı bir sinema filmi gibi yaşar ve düşler, en katı maddeciliğin altında büyük idealizmler yatar. Bu sefer Otyam değil, Ali Sirmen anlatıyor: “Çok garip bir acelesi vardı. Zorunluluk olmadığı halde sabah 6.30’da kalkacak, 14 saatlik günlük çalışmasının başına oturacaktı. Birlikte kaldığımız altı ay süresince, önce Mamak Muhabere Okulu Tutukevi’nde, sonra da Davutpaşa Kışlası’na bavul bavul kitap geliyor, o bunları deviriyor, sarı defterlerine notlar alıyor, yeni kitaplar istetiyordu.” Avcıoğlu’nu biraz yakından tanıyan herkesin bahsettiği ortak tema ‘çalışkanlık’, bu öyle bir çalışkanlık ki neredeyse bir keşişlik düzeyinde ve tüm hayatına yayılmış vaziyette. Avcıoğlu’nun paltosundan çıkmış ama tam tersi yöne doğru devam eden Hasan Cemal de bunu doğrular şeyler söylüyor: “Avcıoğlu’nun çalışma enerjisi olağanüstüydü. Günce önce yerli, yabancı dergi ve gazeteleri okuyarak başlardı. Fransızca ve İngilizce birçok yayını hiç aksatmadan takip ederdi. Almanca’larda ilginç bulduğum yazıları kendisine özetleyerek verirdim. Gazete ve dergileri okurken mutlaka altlarını çizer, yanlarına kargacık burgacık yazısıyla notlar alır, sonra da kesip arşivleyecek yazıları işaretlerdi. İlginç bulduğum yabancı kitapları hemen ısmarlatırdı.” Devamlı literatür takip ediyor, elinde kalem olmadan hiçbir şey okumuyor ve kesinlikle devamlı arşiv tutuyordu. [6] Yine Sirmen’den öğrendiğimize göre koşmayı ve yüzmeyi seviyordu. Avcıoğlu teori ile pratiği birleştirmişti. Elinde devrim ve düzene fırlatacağı bir yaşamı vardı, her an hazır olmalıydı. Bilinci her an eli tetikte duran, ateşe hazır olan bir bedeni taşıyordu. Bunu henüz lise yıllarında bile bildiğini, önümüze çıkan bir şiirinden anlayabiliriz. Poetik bir tartışma için yersiz bir an’dayım ama şiir okunduğunda ne demek istediğim anlaşılacaktır. Şiirdeki kelimelerin zıtlıklarına, yaşamla kavgasına ve ‘olma, doğma/doğurma’ isteğine dikkat edebilirsiniz.
DEVRİMCİNİN ŞİİRİ VE SONU
“Patla kafamdaki barutsuz gülle,
Yuvarlan yokluğa, çamurlu sele.
Sökül can evimden ey vahşi pençe,
Fikrimi bağlayan demir kelepçe.
Uzaklaş boşuna çektiğin emek,
Kafalarda inci arayan avcı.
Bana yardıma gel gökteki melek,
Dinsin varlığımda duyduğun sancı.
Defol benliğimden ey gaddar hayat,
Zonkluyan beynime dökülen kezzap.
Yolla sihirbazım bir çift ak kanat,
Bir hakikat olsun gördüğüm serap.”
Yazının bir sonu olduğu gibi Doğan Avcıoğlu’nun hayatının da bir sonu vardı. Avcıoğlu’nu biraz olsun anlamak, ona başka bir yerden bakmak istedim. Böylesine her an hazır, iradesi çelikleşmiş bir devrimci bile ölebiliyor, yine bir hikâyede mukadderat sınırına geliyoruz. O sınırda görünen şey şu ki, herkes yaşıyor ama kaçımız iradenin ve isyanın insanıyız? Kaçımız başkaları için ölümü göze alabiliriz? Kaçımızın ağzından çıkan kelimelerle, yaşadığı hayatın arası çok kısa? Avcıoğlu 12 Eylül 1980 döneminde kendisine koyulan kanser teşhisi için şunları söylemişti: “Her cepheden her kurşuna karşı önlem aldım, kanserle arkamdan hançerlendim.” Avcıoğlu 5 Kasım 1983’te son nefesini gökyüzüne doğru üflediği anı hayâl ettiğimde aklıma sadece Sennur Sezer’in hârikulâde dizeleri geliyor:
“Bir dize borçluyum,
tek bir dize
temmuz sıcağına
karşı koyanlara ,
ölümün serinliğiyle:
tek silahıydı hayatı
yaşamak için silahını fırlattı.”
sennur sezer, kirlenmiş kağıtlar.
*************
“Devrimci Doğan bir inattır; yolundan hiç dönmedi. Kendi yoluna gölge düşürecek en küçük adım atmadı.”
―Yalçın Küçük.