« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

24 May

2010

Muktedirin kaderi

İhsan Eliaçık 01 Ocak 1970

“Madencinin kaderi bu” cümlesi bana İsmet Özel’in “Sözlerimin anlamı beni ürkütüyor” dizesini hatırlattı. Hani “Böylesine hazırlıklı değilim daha/Bilmek. Bu da ürkütüyor. Gene de biliyorum/Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda…” diye devam eden Erbain’in o ünlü dizeleri…

“Madencinin kaderi bu” sözünün anlamı hakikaten ürkütücüdür. Bu sözü söyleyenin kişiliği, kimliği ve yetiştiği dinî iklim düşünüldüğünde, olayın sadece bir dil sürçmesi olmadığı, memleketin ‘muhafazakâr’ bilinçaltını yansıttığı görülür. Onun için ‘kapanmaz bu sözün açtığı yara vicdanlarda’…

Türkiye’de muhafazakâr bir çok çevrenin bilinçaltında bu zihniyet var.

Bu vesile ile “İslam’da kader” konusunu ele alacağım ancak izninizle birkaç kelam etmem lazım.

Bir kamu görevlisi olarak ülkenin Başbakanı meydana gelen bir felaket hakkında “Kaderlerinde var” diyemez. Bu, sorumluluğu bilinmezliğe havale edip olaydan kaçmak anlamına gelir. Keza “kader” dinî bir kavram olduğuna göre, sorumluları sorgulanamaz kılmak anlamına gelir. Laikliğe aykırı olduğundan filan değil; bilakis benim görüşüme göre Emevî zihniyeti ve Muaviyecilik olduğundan. Buna birazdan geleceğiz…

Oysa yapılması gereken olay hakkında rasyonel bilgi vermek, alınan önlemlerden bahsetmek, karşılaştıkları güçlükleri sıralamak, yapılan yanlışları ve hataları cesaretle dile getirmek, kurtarma çalışmaları hakkında kamuoyunu bilgilendirmek gibi herkesin makul karşılayacağı şeyler olmalıydı. Onun oturduğu makamdan bakınca yerin 500 metre altına gömülen madencinin kendi oğlundan farkı yoktur. “Gemicik” sahibi olmak nasıl oğlunun kaderi değilse maden ocaklarında can vermek de madencinin kaderi olamaz.
***

Sadede gelelim…

“-Söyle bakalım İslam’ın şartı kaç?” “- Peki imanın şartı kaç?” diye devam edip giden konuşmaların yüzlercesine şahit olmuşsunuzdur.

Artık böyle sorular soruluyor mu bilmiyorum, ama bizim çocukluğumuzun en ünlü sorularıydı bunlar... Özellikle misafirliklere gidildiğinde çocuklara en çok bu ve benzeri sorular sorulurdu. Çünkü ‘muhafazakâr dindâr’ büyüklerimize göre bunlar ilk öğrenilmesi gerekenlerdendi, bilmemek çok ayıptı. Bu tür sorulara verilen cevaplar çocuğun dini öğrenmeye başlayıp başlamadığının da testi ve göstergesi sayılırdı...

Gel gör ki bu tür “şartlı refleksler” tâ Emevî devrinden kalma ezberden başka bir şey değil. Bari doğru olsa, üstelik yanlış bir ezber.

Bakın nasıl.
***

İslam kelam tarihinde İmam Maturidi’den sonra ekol içinde ikinci adam durumda olan Ebu Muin en-Nesefi (öl.508/1114), Eş’arî’den sonra Bakıllanî gibi Maturidîliği daha sistematik bir tarzda ele almış, derinlemesine temellendirmiştir. Ebu Muin’in’in en önemli eseri Tabsıratu’l-Edille Maturidîliğin serancamına paralel olarak pek tesirli olamamış, bunun yerine Eş’arî eğilimli şerhleri rağbet görmüştür.

Eserde iman ve İslam’ın şartları diye bilinen sıralamada dikkat çekici bir farklılık gözden kaçacak gibi değil.

Ebu Muin en-Nesefi Tabsıra’sında aynen şöyle demektedir: “Deriz ki, inançlara gelince, din alimlerine göre bunlar beş esasa ayrılır; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman. İbadetler de onlara göre beşe ayrılmış olur: salât, savm, hacc, zekat ve cihad...” (bkz. İhyadan İnşaya adlı çalışmamızın İslam’ın şiarları böl.)

Ebu Muin en-Nesefî bu sıralamayla dikkat çekici bir şekilde “kaza ve kaderi” iman esasları arasında saymamakta, İslam’ın üzerine bina olduğu şeyler arasında da “cihadı” zikretmektedir.

Buna göre “imanın ve İslam’ın şartları” olarak bilinen esaslar beş teorik beş de pratik olmak üzere on esastan ibaret oluyor. Büyük ihtimalle Cibril hadisi olarak bilinen rivayetin en sahih varyantı Tabsıra’da geçtiği gibidir.

Demek ki iman edilecek esasların özeti beştir: 1-Allah’a iman 2-Meleklere iman 3-Kitaplara iman 4-Peygamberlere iman 5-Ahiret gününe iman… Aynı şekilde İslam’ın üzerine bina olduğu esaslar da beştir:1-Salât 2-Savm 3-Hacc 4-Zekat 5-Cihad…

Yani bu dinde teorik olarak 1- Tek Allah’a, 2- Gökte pasif sukûnete çekilmeyip alemde dinamik güçleri olduğuna (melâike), 3- Tarih boyunca insanlıkla sürekli iletişim halinde olduğuna (risalet), 4- İnsanlığın sorunlarına bigâne kalmayıp yol gösterici suhuflar/bildiriler/kitaplar gönderdiğine (kitab), 5- Bunlar aracılığı ile işin sonunu düşünerek davramamızı, her şeyin hesabının sorulduğu bir son gün olduğuna inanacaksın (ahiret)…

Pratik olarak da 1- Dua, tazarru, yakarış, secde ve tevâzu halinde olacak, kibirlenmeyecek, haddini bilecek, Allah’a içtenlikle yönelerek sadece onun önünde eğileceksin, başka hiçbir gücün, kişinin, kurumun önünde eğilmeyeceksin (salât), 2- Çevrene zarar vermekten sakınacak, ahlakî tutarlığa sahip olacak, açı yoksulu unutmayacak, bir aylık talimle de olsa kendini tutmasını öğreneceksin (savm), 3- İmkanın varsa her yıl insanlık ve eşitlik gösterisine katılacak; buradan ögrendiklerinle insanlar arasında dil, renk, ırk, kavmiyet, mülkiyet, cinsiyet ayrımcılığı yapmayacaksın(hacc), 4- İhtiyaçtan fazla mal ve mülk biriktirmeyecek; fazla olanı herhangi bir orana bağlı olmaksızın sürekli vereceksin (zekat), 5- Yeryüzünde zulme karşı adaletin, yalana karşı gerçeğin, ezene karşı ezilenin yanında yer alarak sürekli devrim için mücadele edeceksin (cihad)…

İşte bu dinin teorik ve pratik özeti bundan ibarettir.
***

Bu özetleme gayet anlaşılabilir ve mantıkî bakımdan da gayet tutarlıdır. Çünkü beş teorik beş de pratik ilke vazediyor. “Bu dinde nelere inanmam ve neler yapmam lazım” sorusuna kısaca ve özet halinde cevap veriliyor.

Buna benzer özetlemeler Kur’an’da da yapılır. (ör. Bakara; 2/177).

Ancak bu özetlemelerin hiçbirinde “kadere iman” zikredilmez. Kur’an’da kader bir iman esası değildir ve fakat tevekkül, tevhid, şirk vb. bir Kur’an kavramıdır.

Bu anlamda kader varlık ve oluş kanunları anlamına gelmektir. Her şeyin bir oluş ve bozuluş (kevn ve fesad) kanunu veya gidiş yasası vardır; evren buna göre işler. Demek ki takdir insanın, tarihin, hayatın ve doğanın işleyiş yasaları olmaktadır. Bunlara uyulmalı ki tarih, hayat ve tabiat felaketimiz olmasın. Eğer başımıza bir felaket geliyorsa bu kendi ellerimizle yaptıklarımızdan dolayıdır. Varlık ve oluş kanunlarını tayin etmek (kâdir) ve sürdürmek (emr) ise Allah’a aittir. İkbal der ki “Kader, insanın tarihte Allah ile yaptığı bir yürüyüştür.”

Hal böyleyken “kadere imanın” özellikle Emevî döneminde dinî doktrin haline getirilerek bu ezbere dahil edildiği ve “rivayet piyasasının” da ona göre şekil aldığını görüyoruz.

Hicri 40 yılında Muaviye tarafından, “cemaat yılında”, Medine mescidinde elinde kılıcıyla “Bu iş kaza ve kader iledir” diyerek ilan edildi. 91 küsur yıllık Emevî dönemi boyunca resmi doktrin haline getirildi ve siyasal mana yüklenerek “Bizim ümmetin başında olmamız Allah’ın kaza ve kaderi iledir” argümanı geliştirildi. Buna itiraz eden ilk yüzyıl aydınlanmacılarından Amr el -Maksus, Mabed el-Cuhenî ve Ca’d bin Dirhem gibi bir çok sima “kaderi inkar ettiği” gerekçesiyle ağır işkenceler altında şehit edildi. Üstelik saray ulemasınca “Rafızî, Kaderiyye” diye yaftalanarak…

İlginçtir Roma döneminde de örneğin Aziz Justin kaderi inkar ettiği gerekçesiyle idam edilmişti. Emevî kabileci ganimet düzeni, nasıl “kendi elleriyle” kurduğu statükoyu Allah’ın kaderi olarak görüyorsa , Roma’nın köleci düzeni de Stoacı kader anlayışı ile savunulurdu. Her ikisinde de düzene itiraz edenler kaderi inkar etmekle suçlanırdı.
***

İslam kelam tarihinde Emevî sultanı Abdülmelik’e Hasan-ı Basri tarafından gönderilen risale meşhurdur. Risale, dönemin iklimini ve argümanlarını bütün açıklığı ile yansıtıyor. Özellikle Emevî Sultanının Hasan-ı Basri’ye hitabı esnasında kullandığı argümanlar çok ilginç ve çok da tanıdık: (!)

“Emiru'l Mu'minin Abdülmelik bin Mervan’dan Hasan Basri'ye...

Sana selam olsun. Zatından başka ilah olmayan Allah’a hamdü sena ederim. İmdi, daha önce geçen alimlerin hiç birinden duyulmadık bir şekilde kader meselesini izah etmeye çalıştığın bana ulaştı. Halbuki ben bu meselenin daha önceden beri senin anlattığın gibi izah edildiğini hiç duymamıştım. Senin salih, alim, faziletli, istekli, titiz birisi olduğunu biliyorum. Doğrusu senden duyduğum bu tür sözler hiç de hoşuma gitmedi. Bu meseleyle ilgili görüşlerini bana yaz. Bu iddialarını nereye dayandırıyorsun? Sahabeden birisinin görüşüne mi, Kur’an’ın bir hükmüne mi yoksa kendi görüşlerine mi? Biz daha önce kader meselesini senin gibi anlatan birisine hiç rastlamamıştık. Bu husustaki görüşlerine bana bildir...”

Hasan-ı Basri de mektubunda görüşlerini yazıyor ve insanın irade ve sorumluluğunu ortadan kaldıran kader anlayışını açık bir dille reddediyor ve özgür iradeyi savunuyor. Bu bakımdan risale baştan sonra bir “özgür irade” savunması mahiyetindedir. Kur’an’dan onlarca ayetin tefsirini yapan Hasan-ı Basri, ısrarla insanın özgür irade sahibi olduğunu, kulların fiillerinden bizzat kendilerinin sorumlu olduğunu, başımıza gelenlerin önceden tayin edilmediğini, zulümlerin ve kötülüklerin O’na nispet edilmesinin Allah’ın adaletine sığmayacağını anlatıyor. (Risalenin tam metni için bkz. “İslam’ın Yenilikçileri” adlı kitap çalışmamız, c.1, ‘Hasan-ı Basri’ böl.).

Böylece Emevîlere demek istiyordu ki: “İşlediğiniz zulümler kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır. Bunların kaderimiz olduğu görüşü batıldır. Allah zulmedenleri sevmez. Bilakis böyle durumlarda zulme uğrayanlara cihadı emreder...”

Emevîler de demek istemekteydi ki: “Kime karşı cihad? Biz de Müslümanız. Hiç kelimeyi şahadet getirene karşı cihad olur mu?” Buradan İslam’ın esaslarına cihadın kaldırılıp kelime-i şahadetin eklenmesinin ne manaya geldiği de anlaşılıyor olmalı. Oysa iman esaslarında “Allah’a iman…Peygambere iman…” derken zaten kelime-i şehadeti ifade etmiş oluyorsun.

Görülüyor ki tarih boyunca siyasi iktidarlar bir taraftan kader inancını yardımlarına çağırırken, diğer yandan da cihadı (emr-i bi’l maruf neyh-i ani’l münker) çok sevimsiz ve tehlikeli görmektedirler. Bu nedenle halk kitlelerine kodlanıp ezberletilen “şartların” bilinçli bir tercihi yansıttığını söylemek mümkündür. Bu, Emevî yönetiminin kendilerine zulüm gerekçesiyle karşı çıkanları bertaraf etmek, ellerini kollarını bağlamak için geliştirdiği bir argümandı.

Bugün için artık bir anlamı bulunmuyor.

Anlamı olsa bile aktardığımız şekilde yeniden aslına uygun sıralanması gerekiyor. O bile yapılmayıp kör bir taklit sürüp gidiyor.

Tabi bu İslam’ın hükümlerinin sadece bunlardan ibaret olduğu anlamına da gelmiyor. Bu olsa olsa anlama kolaylığı bakımından bir özetleme olabilir. Bu özetlemenin örnekleri de yukarıda değindiğimiz gibi Kur’an’da verilmekte…

Demek ki “Söyle bakalım İslam’ın şartı kaç?” diye bilgiç bir edayla sorduğumuz sorunun cevabını bile yanlış biliyoruz.
***

“Madencinin kaderi bu” sözünün sahibine çocukluğunda bu sorular çok sorulmuştur ve o da bu ezberi çok tekrarlamıştır. Yetiştiği dinî iklim onu böyle ele verince kömür ocaklarındaki hazin ölümler madencinin kaderi oluyor.

Vicdanı donmadıysa ‘sözünün anlamı ürkütür’ adamı.

Aksi halde açıklayamadığınız veya sorumluluğundan kaçmak istediğiniz şeye kader der geçersiniz.

Peki, o zaman, iktidarda olmanın kaderinde de iktidar zenginleri yaratmak var.

Belediyeci olmanın kaderinde ihalelerden yüzde almak var.

Üçüncü köprü yapmanın kaderinde güzergâhtan arsa kapatma yarışı var.

İktidarın kaderinde oğluna gemicik almak, damadını medya patronu yapmak var.

Banka hesabına servet yığmak var.

Öyle mi?

Muktedirler hep buradan yıkılmadı mı?

Ne kadar ilginç, ‘muktedir’ ile ‘kader’ aynı kökten; neyin ‘kader’ olduğunu tayin eden demek, ‘iktidar’ da tayin edici erk/güç…

İnsanların kaderini tayin edici olmaya başladığınız an ‘muktedir’ oluyorsunuz.

‘Muktedir’ olmakla birlikte yıkılışınız da ‘mukadder’ oluyor.

‘Muktedir’ kibirle bakıyorsa ağurdu çökmüşe

‘İktidar’ ‘kader’ demeye başlamışsa bir felakete

Çanlar artık onun için çalıyor demektir.


“Kadermiş” öyle mi? Haşa, bu söz değil doğru
Belanı istedin, Allah ta verdi, doğrusu bu
Kader; şerâiti mevcud olupta meydanda
Zuhura gelmesidir mümkinatın a’yanda

(Mehmet Akif Ersoy: Safahat; Fatih kürsüsünde)

Ziyaret -> Toplam : 125,27 M - Bugn : 32699

ulkucudunya@ulkucudunya.com