KIBRIS DOSYASI
01 Ocak 1970
Kıbrıs, (Sicilya ve Sardunya'dan sonra) Akdeniz'in üçüncü büyük adası konumunda ve Türkiye sahillerine sadece 70 kilometre uzaklıktadır. Adanın en uç noktaları arasındaki mesafe, kuzeydoğudan batıya yaklaşık 220 km, kuzeyden güneye ise yaklaşık 90 kilometredir. 800 kilometreye yakın kıyı şeridi kendine özgü girinti ve çıkıntılara sahiptir. Kıbrıs birçok açıdan Güney Anadolu'ya benzer, Anadolu'nun karakteristik özelliklerini taşır. Doğal kaynaklar, iklim, yeryüzü şekilleri ve bitki örtüsü itibariyle Kıbrıs adası, Güney Anadolu'nun küçük bir kopyasıdır.
Kıbrıs tarih boyunca stratejik öneme haiz bir nokta olmuştur. Bunun başlıca nedeni ise, adanın Doğu Akdeniz ve Mısır ticaret yolları üzerinde yer almasıdır. Diğer bir ifadeyle, coğrafi konumu, Kıbrıs'a büyük önem kazandırmıştır.
Tarihi araştırmalar adada ilk yerleşimin M.Ö. 4000'lerde gerçekleştiğini, adanın ilk sakinlerinin ise Anadolu'dan geldiğini ortaya koymaktadır. M.Ö. 1500'lerden M.S. 1571'e kadar Mısır, Hitit, Fenike, Asur, Pers, Makedonya, Roma İmparatorluğu, Bizans, Müslüman devletler, Latin krallıklar ve Venedik'in hakimiyeti altında kalmıştır. Bazı ticaret, sefer ve göç yollarının üzerinde yer alması nedeniyle, Kıbrıs, yüzyıllarca birçok devletin ilgisini üzerine çekmiştir.
Osmanlı Hakimiyetinde Kıbrıs
15. yüzyılın sonlarında Venedikliler Kıbrıs'a hakim oldular ve yaklaşık bir asır boyunca adanın yönetimini ellerinde tuttular. Venedik idaresi altında Kıbrıs halkı, siyasi, ekonomik ve dini bakımdan büyük baskı gördü. Kıbrıslı Ortodoks Rumlar mezhep değiştirmeye ve Katolik olmaya zorlandılar. Ağır vergiler ve baskılar altında ezildiler. Öylesine bunaldılar ki, Osmanlı Devleti'ne gizlice haber göndererek, Osmanlı yönetimine girmek istediklerini beyan ettiler. Kısacası bu devir, Kıbrıs halkının Venediklilerin zulmüne maruz kaldığı bir dönem olarak tarihe geçti.
1571 yılı, Kıbrıs'ın tarihinde önemli bir dönüm noktası, yepyeni bir dönemin açıldığı yıl oldu. O sırada ticaret ve yolcu gemilerine saldıran korsanlar, bu adayı üs ve sığınak olarak kullanıyorlardı. Ayrıca adanın Osmanlı topraklarına yönelik sürekli bir tehdit unsuru oluşturması kabul edilemezdi. Osmanlı Devleti, Doğu Akdeniz'de güvenliği sağlamak için adanın yönetimini üstlenmekten başka bir çare olmadığını gördü. Bu amaçla önce diplomatik girişimlerde bulundu; bir sonuç çıkmayınca Kıbrıs'a sefer düzenlenme kararı aldı. Ağustos 1571'de Kıbrıs fethedilerek Osmanlı İmparatorluğu'na katıldı.
Venedik zulmü altında yaşayan Kıbrıslı Rumlar, Türklerin adaya gelişlerini büyük bir memnuniyetle karşıladılar. Uzun yıllardır duydukları, Türklerin adaletli yönetimi ve engin hoşgörüsüne bizzat şahit oldular. Osmanlı, Rumların üzerindeki ağır baskıları kaldırdı, onların rahat bir nefes almalarını sağladı. Böylece ada halkı esaretten kurtuldu; o dönemin şartlarında çok büyük imkanlara, haklara ve özgürlüklere kavuştu; kendi kiliselerinde tam bir hürriyet içinde ibadet edebildi; Venediklilerin el koyduğu arazi, ev ve mallarını geri aldı. Türklerle birlikte Kıbrıs'a huzur, güvenlik, adalet ve refah geldi.
Osmanlı fethinin ardından, Anadolu'dan göç eden Türkler sayesinde adada belirli bir Türk nüfusu oluştu. Anadolu'nun çeşitli bölgelerinden gelen Türk aileler adaya yerleştiler ve Kıbrıs'ın sosyal, ekonomik hayatına önemli katkılarda bulundular. Bundan sonraki üç yüzyıl boyunca Kıbrıs'ta Rumlar ve Türkler birarada yaşadılar. Öyle ki evleri yan yanaydı. Tarihçiler ve gözlemcilerin anlattığı gibi, Türkler ile Rumlar arasındaki ilişkiler; dostluk, beraberlik, barış, yardımlaşma, hoşgörü, saygı, iş birliği, din, inanç ve ibadet özgürlüğü esasları çerçevesinde gelişti. Adanın Rum halkı uzun yıllar Osmanlı'nın adil, hoşgörülü yönetimi ve koruyucu kanatları altında huzur ve refah içinde yaşadı. "Megali İdea" ve "Enosis" ortaya çıkana kadar, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar örnek bir birliktelik sergilediler. Adadaki karma köyler bunun açık bir deliliydi. 1832 sayımına göre, adada 172 karma köy, 198 Hıristiyan köyü ve 92 Müslüman köyü vardı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Azınlıklara Yaklaşımı
Osmanlı İmparatorluğu'nun Kıbrıs'taki adil ve hoşgörülü tutumunu anlamak için, Osmanlıların genel olarak tüm azınlıklara karşı tutumunu incelemek yerinde olacaktır.
"Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye", şüphesiz, Türk-İslam medeniyetinin en görkemli temsilcisidir; yüzyıllar boyunca üç kıtaya hükmetmiş, dünya tarihinin en uzun ömürlü ve en büyük devletlerinden biri olmuştur. Osmanlı'yı böylesine etkili ve görkemli kılan, (üstün askeri gücünün yanı sıra) idaresi altındaki milletlere tanıdığı haklar ve yöneticilerinin adalet, hoşgörü gibi güzel özellikleridir. (Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Türk'ün Dünya Nizamı; Harun Yahya, Türk'ün Yüksek Seciyesi.)
Mirasçısı olduğumuz Osmanlı Devleti her türlü imkana ve güce sahip olmasına rağmen, geniş topraklarındaki çeşitli dinlere, dillere ve kültürlere sahip insanların inançlarına, geleneklerine hiçbir zaman müdahale etmemiştir. Osmanlı sınırları içerisinde bulunan hiçbir bölge sömürge muamelesi görmemiş; ayırım yapılmaksızın her topluluğa kültür ve medeniyet götürülmüştür. Bu bir devlet politikası olarak kanunnameler ile güvence altına alınmıştır. Padişahlar ve yöneticiler bu uygulamanın takipçileri ve destekçileri olmuşlardır. Tüm Osmanlı tarihi boyunca Hıristiyan ve Yahudi azınlıklara Ehl-i Kitap olarak bakılmış ve huzur içinde yaşamalarına imkan tanınmıştır. Bilindiği gibi Katolik İspanya'nın hayat hakkı tanımadığı ve sürgün ettiği Yahudiler, aradıkları huzuru Osmanlı topraklarında bulmuşlardı. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethettiğinde ise, kentte hem Hıristiyanlara hem de Yahudilere özgürce yaşam hakkı tanımıştı.
Osmanlı'da patrikler ve hahambaşılar cemaatlerinin başkanları olarak doğrudan padişahın huzuruna çıkabilme imkanına sahiptiler. Gayrimüslimler Müslümanların sahip olduğu tüm sosyal haklardan istifade ediyorlardı. Küçük bir vergi karşılığında askerlik hizmetinden muaf tutuluyorlardı. Kendi aralarındaki anlaşmazlıkları, inançları doğrultusunda kendi mahkemelerinde karara bağlıyorlardı. Programlarını kendilerinin belirledikleri okulları, vakıfları, kendi dillerinde yayınlanan gazete ve kitapları vardı. Özellikle ticarette Müslümanlara tanınmayan ayrıcalıklara sahiptiler.
Tarihe araştırmacı ve önyargısız bir gözle bakıldığında, şu gerçek bütün çarpıcılığıyla ortaya çıkar: Osmanlı'yı "cihan devleti" haline getiren unsurların başında temelini dayandırdığı ve gücünü aldığı manevi değerler vardır. Macaristan'dan Yemen'e kadar uzanan son derece büyük bir coğrafyayı asırlarca hakimiyeti altında tutan güç, Türk Milleti'nin özünde var olan ve Türklerin İslam'ı kabul etmesiyle birlikte asıl kimliğini bulan ahlak anlayışıdır.
Osmanlı Devleti'nin bu geniş sınırları içinde farklı dinler, mezhepler, ırklar, diller ve kültürlere sahip olan milyonlarca insan barış ve huzur içinde yaşamışlardır. Bunun nedeni Osmanlı'nın zora ve baskıya değil, adalet ve hoşgörüye dayalı yönetim modeli olmuştur. Gerek padişahlar gerekse devletin önde gelen yöneticileri aldıkları İslam terbiyesinin bir gereği olarak, her zaman hakkın ve haklının yanında olmuşlardır. Osmanlı Devleti tarihteki diğer büyük devletler gibi almak değil, vermek düsturuyla yola çıkmış; gittikleri ülkelere adalet, refah ve medeniyet götürmüştür. Dahası, fethettiği topraklara İslam ve Kuran ahlakını götürme sorumluluğunu üzerine almıştır.3 İşte bu nedenledir ki Osmanlı Devleti dünya tarihinde eşine az rastlanır, örnek alınacak bir model teşkil etmiştir.
Gerek Osmanlı gerekse diğer Müslüman Türkler, Kuran'da "Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor" (Nisa Suresi, 58) şeklinde bildirilen emri yüzyıllarca uygulamışlar; yaşamaktan şeref duydukları İslam ahlakının bir gereği olarak, kendi aleyhlerine olsa bile adaleti emretmişlerdir. Müslüman Türklerin kendilerine rehber edindikleri adalet modeli bazı ayetlerde şöyle ifade edilmiştir:
Ey iman edenler kendiniz, anne babanız ve yakınlarınız aleyhinde dahi olsa Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp hevalarınıza (tutkularınıza) uymayın. (Nisa Suresi, 135)
Ey iman edenler, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
Düşmanları dahi Osmanlıların üstün seciyesini takdir etmişlerdir. Ahmet Cevat Bey tarafından derlenen bir kitapta, yabancıların bu konudaki bazı gözlem ve görüşleri şöyle aktarılmıştır:
"Eğer Türkler hakimiyetleri altına aldıkları milletlere, Hıristiyanların yaptığı gibi zorla İslamiyet'i kabul ettirmiş olsalardı, ki buna kimsenin bir itirazı olamazdı, bugün ne Ermeni meselesi ve muhtemelen ne de Şark meselesi olurdu. Oysa Türkler bunu yapmadılar. Kuran-ı Kerim'e uyarak, Büyük Friedriech'in meşhur sözünü söylemesinden asırlar önce, "Herkesin kendi usulünce ibadet etmesi"ne müsaade ettiler. Böylece Hıristiyan Avrupa'nın bizzat Hıristiyan kanı döktüğü ve inançları değişik olanlara vahşice zulümler yapmaktan zevk duyduğu bir devirde Osmanlı İmparatorluğu engizisyonun bulunmadığı, yakmaların ve sihirbazlık ithamlarının mevcut olmadığı yegane memleket oldu... Türkler hakimiyeti altında tuttukları halkların iç yapılarına müdahale etmeden sadece haricen idare etmekle yetinirler. Bu sebepten Türkiye'de azınlıkların muhtariyeti her bakımdan en ileri Avrupa memleketlerininkinden daha mükemmel ve tamdır."
Ünlü tarihçi Ubicini bu konudaki kanaatini "Türklerin nazarında hayrat ve hasenat imandandır... Türkler kadar kelimenin tam manasıyla insaniyetperver hiçbir millet bilmiyorum" şeklinde ifade etmiştir.5 Fransız gezgin Du Loir ise 17. yüzyılda şu yargıya varmıştır: "Hiç şüphesiz ki ahlak bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir."
Osmanlı Devleti dünya tarihinin en uzun ömürlü ve en büyük devletlerinden biri olmuştur. Osmanlı'yı böylesine etkili ve görkemli kılan, (üstün askeri gücünün yanı sıra) idaresi altındaki milletlere tanıdığı haklar ve yöneticilerinin adalet, hoşgörü gibi güzel özellikleridir.
Tanınmış bir tarihçimizin ifadesiyle, yönetim mekanizmasının merkeziyetçi yapıya sahip olmasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu "çoğulcu bir toplum düzeninin klasik bir örneğini" teşkil ediyordu. Bugün bu konuda arşiv kaynaklarına inerek inceleme yapan Batı araştırmacılarının ortak kanısına göre, bazı eksikliklerine rağmen, Osmanlı Devleti bünyesindeki ulusları huzur ve refah içinde yaşatmıştır. Ayrıca, azınlıklara karşı olan tutumları açısından Osmanlı Devleti fethettiği topraklarda kendisinden sonra oluşan devletlere kıyasla en mükemmel sicile sahiptir.
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk ise, dünya tarihinde azınlıklara en geniş hak ve özgürlükleri veren milletin Türkler olduğunu şöyle dile getirmiştir:
"Hiçbir millet, milletimizden ziyade yabancı unsurların itikat ve adetlerine riayet etmemiştir. Hatta denilebilir ki diğer din sahiplerinin dinine ve milliyetine riayetkar olan yegane millet bizim milletimizdir... İstanbul'un fethinden beri, Müslüman olmayanların mazhar bulundukları bu geniş imtiyazlar milletimizin dinen ve siyaseten en müsaadekar ve civanmert bir millet olduğunu ispat eder ve en bariz delildir."
Elbette Müslüman Türklerin sözü edilen güzel ahlak özellikleri daha önce de vurguladığımız gibi, onların Kuran ahlakına olan bağlılıklarının bir sonucudur. Onlar hayatlarının her anında, savaşta, barışta, bir ülkeyi fethettiklerinde, kendilerine düşmanlık besleyenler ile karşı karşıya olduklarında, önemli kararlar alırken hep adaleti gözetmiş, insanlara iyilikle davranmış, hoşgörüyü ve hakkaniyeti temel düstur edinmişlerdir. Osmanlı vatandaşı olan Kıbrıslı Rumlar da işte bu geniş hak ve özgürlüklerden tamamen faydalanmışlardır.
Araştırmacı yazar Sebahattin İsmail'in ifade ettiği gibi, Osmanlılar adaya geldiğinde geri bir ülke, özgürlükleri kısıtlanmış insanlar bulmuştur. İmparatorluk bu amaçla, ezici çoğunluğu sanatkar ailelerden oluşan binlerce Türkü adaya getirtmiş, onların iskanını yaparak adanın ve insanların kalkınmasına çalışmıştır. Ada Rumlarının kısıtlanmış olan özgürlüklerini vermiş, dini ibadetlerini serbest bırakmış, onlara İstanbul'daki Saraya doğrudan başvurma yetkisi ve olanağı sağlamıştır. Ada Rumları ve Türkleri genelde, Megali İdea fikri ortaya atılana ve Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanmasına kadar birlikte, barış içinde yaşamıştır. Ada'da, uzun tarihi boyunca (bugüne kadar) değişik din, dil ve kökene sahip insanların barış içinde yaşadığı tek dönem bu dönemdir.
Osmanlı yaklaşımına dair bu temel bilgilerden sonra Kıbrıs tarihi incelememize devam edebiliriz.
Osmanlı Devleti'nin geniş sınırları içinde farklı dinler, mezhepler, ırklar, diller ve kültürlere sahip olan milyonlarca insan barış ve huzur içinde yaşamışlardır.
Kıbrıs'ın İngiltere'ye Devri
1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı ve buna bağlı bazı gelişmeler, Osmanlı Devleti'ni olduğu gibi, Kıbrıs'ı da doğrudan doğruya etkiledi. Osmanlılar bu savaştan yenik çıktılar ve Çarlık Rusyası'nın yayılmacı siyasetine karşı İngilizlerle iş birliği yoluna gittiler. 4 Haziran 1878 günü yapılan bir anlaşmayla, Osmanlı ve İngiliz devletleri Rusya'ya karşı ortak hareket etme kararı aldılar. İngiltere'nin verdiği sözde desteğin bedeli ise, Kıbrıs oldu. Böylece Kıbrıs İngiliz yönetimine bırakıldı ve üç asrı aşkın Osmanlı yönetimi sona erdi. 1878'in yaz aylarında adanın tarihinde yeni bir sayfa açıldı.
Her ne kadar birkaç maddeden oluşan söz konusu anlaşma ile yönetim İngiltere'ye bırakılsa da, adanın mülkiyeti Osmanlı Devleti'nde kaldı. Aslında Kıbrıs, geçici bir süre için İngilizlere verilmişti. Ne var ki İngiltere diplomatik kurnazlıklarla 80 sene adayı elinde tutmasını bildi.
Yönetimi devralan İngilizler adadaki fiili bir durumu fark etmekte gecikmediler. Bu durum, İngiltere'nin İstanbul Büyükelçisi Sir Layard'ın Dışişleri Bakanı Lord Salisbury'ye gönderdiği 1 Ağustos 1878 tarihli raporda şöyle ifade ediliyordu: "Rumlar Türkleri her şeyden yoksun bırakmak ve adadan kovmak gayesiyle büyük çaba harcayacaklardır. Bütün Kıbrıs topraklarını elde etmek için her türlü yöntemi kullanacak ve böylece Kıbrıs'ı Yunanistan'a bağlamak isteyeceklerdir."
İngiliz Büyükelçinin kastettiği ortadaydı: Kıbrıslı Rumlar Osmanlı Devleti'nin adil ve hoşgörülü tutumunu, iyi niyetini ve kendilerine tanıdığı özgürlüğü suistimal etmişlerdi. Söz konusu durum İngilizlerin müdahil olmasından önceye, 18. yüzyılın sonunda ortaya atılan bir ütopyaya dayanıyordu. Bunun adı Megali İdea idi.
Sorunun Kökeni: Megali İdea
Megali İdea, Rigas Pheraios adlı bir Yunanlı tarafından ilk defa 1791 yılında gündeme getirildi; Yunanistan, Girit, Rodos, Kıbrıs, Anadolu, Rumeli, Balkanlar, Yakın Doğu ve Ortadoğu'yu, kısacası Türk topraklarının büyük bölümünü kapsayan ve başkenti İstanbul olan yeni bir "Büyük Bizans İmparatorluğu" kurma planıydı. Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkmak ve topraklarını paylaşmak isteyen Rusya, İngiltere ve Fransa tarafından da desteklendi. Dikkat çekici olan diğer bir nokta, Ortodoks Kilisesi'nin bazı unsurlarının da bu ütopyanın sözcülüğünü yapması; insanlar arasında barışı, hoşgörüyü ve dostluğu oluşturmak için çaba göstermek yerine düşmanlık ve çatışmayı körüklemesiydi.
Kimilerince milli hedef olan Megali İdea, elbette hayalden başka bir şey değildi. Bununla birlikte 19. yüzyılın başından itibaren taraftar toplamaya başladı. Bu amaçla haritalar hazırlandı, Yunan ve Rum halkı arasında yoğun bir propaganda ve beyin yıkama çalışması başlatıldı. Sonuç olarak, Osmanlı vatandaşı olan Yunanlılar ve Rumlar kışkırtıldılar ve Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklandılar.
Adı geçen plan çerçevesinde, Osmanlı topraklarının içinde ve dışında gizli örgütler, komitalar kuruldu. Bunlardan 1814'te Odessa'da, Rus Çarı'nın himayesinde kurulan Filiki Eterya adlı örgütün programı şunları içeriyordu:
1. Yunan ulusuna bağımsız bir ülke sağlamak,
2. Batı ve Doğu Trakya ile Selanik'in Yunanistan'a ilhakı,
3. Ege adalarının ilhakı,
4. Girit ve Rodos'un ilhakı,
5. Kuzey Epir'in (Güney Arnavutluk) ilhakı,
6. Batı Anadolu'nun ilhakı,
7. Kıbrıs'ın ilhakı,
8. Pontus Rum devletinin kurulması (Karadeniz Bölgesinde),
9. İstanbul'un ele geçirilmesi ve Grek-Bizans İmparatorluğunun kurulması."
Gizli örgütlerin liderliğinde 1821'de başlayan Yunan isyanı kısa sürede sonuç vermiş; 1830 yılında dönemin büyük güçleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya'nın koruması altında Yunanistan, bağımsızlığını ilan etmişti. Yukarıdaki programda açıkça belirtilen "Kıbrıs'ın ilhakı" çalışmaları ise, "Enosis" adı altında yürütülecekti. "Enosis", Yunanca "birlik" anlamına gelmektedir ve "Megali İdea" planı çerçevesinde Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanmasını ifade eder.
Kısacası hala devam eden Kıbrıs sorunu, 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış değildir; temeli 18. yüzyılın sonunda atılmıştır. Söz konusu sorun, "Megali İdea" ve "Enosis" ütopyalarının fanatik savunucularının eseridir. Kıbrıs tarihinin şekillenmesinde bu iki çarpık ideolojinin büyük ölçüde etkisi olmuştur. Türk Milleti ise, halkıyla, yöneticisiyle sorunun adil ve barışçı yollardan çözümü için elinden geleni yapmıştır ve yapmaya da devam edecektir.
Bölücü ve Yıkıcı Faaliyetler
Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakı yönündeki çalışmalar, adanın İngiliz yönetimine geçmesinin ardından hız kazandı. Osmanlı Devleti'ni yıkma, parçalama ve Türk topraklarını ele geçirme planlarına tabii ki bu ada da dahildi. Bu amaçla her türlü yönteme başvuruldu. Etniki Eterya adlı terör örgütünün 1896 tarihli bildirisinde yer alan şu ifadeler, gelişecek kanlı olayların habercisi niteliğindeydi:
"Ezeli ve ebedi düşmanımız Türklerdir.
Yunan ulusu, bağımsızlığını kazanmakla önemli bir kazanç elde edememiştir. Halkının büyük bir kısmı Türklerin yönetimi altındadır. Bu vatandaşlarımızı kurtarmak görevimizdir.
Megali İdea'yı gerçekleştirmek, bir esastır.
Gayeye varmak için, gizliliğe olağanüstü dikkat etmek gereklidir.
Yunanistan'da parti mücadeleleri ve fikir ayrılıkları kesin olarak terk edilmelidir.
Bütün Rum milletinin Etniki Eterya bayrağı altında toplanması yüksek çıkarlarımızın gereğidir.
Megali İdea'nın gerçekleştirilmesi için her türlü araca başvurulacaktır.
Etniki Eterya, Rum halkını bütünü ile silahlandıracaktır. Mukadder olan zamanın gelmesinden sonra ezeli ve ebedi düşmanımız olan Türklere saldırılacaktır.
Türklere karşı Yunanistan, hariçten hiçbir yardım beklemeyecek ve yalnız kendisine güvenecektir.
Politik fırsatlardan yararlanmak, Etniki Eterya'nın baş görevidir.
Etniki Eterya bütün Rum zenginlerini örgüte yardıma davet eder.
Helenizmin sonsuz gücüne inanarak, Türklere karşı büyük düşmanlık hareketine başlayalım.
Etniki Eterya hiçbir siyasi partiye bağlı olmadığı gibi, hiçbir siyasi partinin emrinde değildir.
Şayet, hükümet ülkenin sorunları üzerine eğilmezse, Etniki Eterya, hükümeti görevini yapmaya zorlayacaktır."
İngiliz Yönetiminde Kıbrıs
Adada 1878'den 1960'a kadar süren İngiliz dönemi, Kıbrıslı Türkler açısından zorluklarla dolu olmuştur. Bu dönemin başındaki ve sonundaki nüfus sayımları bunun bir göstergesidir. İngilizlerin geldiği yıllarda adada 45 bini Türk, 137 bini Rum olmak üzere yaklaşık 185 bin kişi yaşıyordu. Yani Türkler, Rumların üçte biri oranındaydı. İngiltere hakimiyetinin sonunda ise, Türklerin oranı beşte bire kadar düştü. Diğer bir deyişle, adadaki nüfus dengesi Türkler aleyhine bozulmuştu. Bunun başlıca nedeni, saldırılar, ekonomik ve siyasi baskılar sonucunda çok sayıda Türk vatandaşının adayı terk etmesiydi. Daha doğrusu göç etmek zorunda bırakılmasıydı.
Bu dönemin önemli olaylarından biri, İngiltere'nin 1914 yılında Kıbrıs'ı tek taraflı olarak ilhak etmesiydi. İngilizler bahane olarak, Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'nda karşı cephede yer almasını gösterdiler. O tarihe kadar adanın sadece yönetiminden sorumlu olan İngiltere, böylece Kıbrıs'ı tam anlamıyla ele geçirmiş oldu. Osmanlı hükümeti bu gelişme karşısında fazla bir şey yapamadı. Rumlar ise İngiltere'nin ilhak kararını sevinçle karşıladılar. Venizelos'un Eleftheria gazetesinde yayınlanan şu sözleri bu bakımdan anlamlıdır:
"Kıbrıs'ın ilhakı, bu Yunan adasının anavatana katılması için son aşama olarak nitelendirilebilir. Hükümetimizin istihbaratına göre, Kıbrıs'ın anavatanla birleşmesi, çok yakın gelecekte gerçekleşecektir."
Yine o yıllarda Rum okullarında, çocukların beyinlerinin nasıl yıkandığı bir kaynakta şöyle anlatılır:
"Rum okulları Helen düşüncesini yaymak amacı ile kullanılıyordu. Rum öğretmenler çiçeklerle çevrelenmiş, Yunanistan'la birleşmelerini temsil eden armağanları, valinin kasabalarını ziyareti sırasında verirlerken, mızraklı bir alay gibi sıraya sokulan öğrenciler de, önceden öğretilmiş olan "Yaşasın Enosis" çığlıkları atıyorlardı."
Kıbrıslı Rumların Yunanistan'la birleşme çabalarına karşılık, Kıbrıslı Türkler de harekete geçtiler. İngiliz yetkililere, adanın Yunanistan'a bırakılmasının Türkler açısından felaket olacağını belirttiler. Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda, Kıbrıs Türkleri, Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu durumu da göz önünde bulundurarak, haklı davalarını duyurmak için ulusal bir kongre toplama kararı aldılar. Türk temsilciler Kıbrıs Müftüsü Hacı Hafız Ziyai Efendi'nin başkanlığında 10 Aralık 1918'de biraraya geldiler. "Meclis-i Milli" adı verilen bu toplantının amacı şöyleydi:
"Kıbrıs Türklerinin milli şuura, milli seciyeye sahip bulunduklarını göstermek lazımdı. Çünkü savaş yılları boyunca, sesi duyulmayan Kıbrıs Türkü'nün varlığını Enosisçiler inkara yelteniyor, İngilizler ise adadaki Müslüman halkın İngiliz idaresinde kalmaktan başka bir istekleri olmadığını ileri sürüyordu. Bu duruma bir son verilmeliydi. Etniki Eterya'cıların da, İngiliz emperyalistlerinin de yanıldıkları ve Kıbrıs Türkü'nün genel irade halinde bir ülküsü olduğu ispat edilmeliydi."
Türk Milleti'nin Anadolu'da ölüm-kalım mücadelesi verdiği Kurtuluş Savaşı yıllarında, Kıbrıslı Rumlar "Enosis" faaliyetlerini sürdürdüler. Sözde halk oylamaları düzenlediler. Çeşitli vesilelerle adanın Yunanistan'a bırakılmasını talep ettiler. İngiltere ise bu talepleri her defasında geri çevirdi. 1923 yılında imzalanan Lozan anlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs adasının İngiltere'ye ait olduğunu resmen kabul etti.
Enosis yanlılarının yürüttüğü faaliyetler sonucu 1931 yılının Ekim ayında isyan patlak verdi. Milli Radikal Birlik adlı örgütün organize ettiği ayaklanmada, vali konağı taşlandı ve yakıldı. İngilizler tüm adaya yayılan isyanı Mısır'dan getirdikleri takviye kuvvetlerle bastırdılar. 1931 Rum isyanı İngiliz politikasının sertleşmesine yol açtı. Üstelik bundan, isyana katılmayan Kıbrıs Türkleri de olumsuz etkilendiler. Rumların yanı sıra Türkler üzerindeki baskı ve kısıtlamalar da çoğaldı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Yunan hükümeti ve Kıbrıslı Rumlar, adanın Yunanistan'a verilmesi yönündeki çağrılarını tekrarladılar. Diğer taraftan, Kıbrıslı Türkler zor şartlar altında Enosis'e karşı verdikleri mücadeleyi sürdürdüler.
1944 yılı Kıbrıslı Türkler için önemli bir yıl oldu. İngiliz himayesinde Kıbrıs adası Türk Azınlığı Kurumu (KATAK) kuruldu. Ayrıca Dr. Fazıl Küçük'ün liderliğinde Kıbrıs Türk Halk Partisi kuruldu. Türklerin haklı mücadelesinin bayraktarlığını yapan bu partinin başlıca amaçları şunlardı:
"1. Enosis'e ve muhtariyete karşı çıkmak.
2. Çeşitli dairelerle yüksek mevkilere Rum unsurlarından yapılan atamaların protesto edilmesi ve Türklere de yer verilmesi için mücadele etmek.
3. Rum cemaatinin resmi dini olan 'Yunan Ortodoks' dendiği gibi, Türk cemaati için de 'Türk Müslüman' denmesi.
4. Rum cemaati gibi Türk cemaatinin de bağımsız bir cemaat reisine sahip olması için lazım gelen kanun ve tertibatın alınması.
5. Türkiye'de öğrenim gören avukatlara da Kıbrıs'ta çalışma izni verilmesi."
Sözde halk oylamaları, diplomatik oyunlar ve Birleşmiş Milletler'deki girişimlerinden sonuç alamayan Rumlar, 1950'li yıllarda teröre ağırlık vermekten çekinmediler. Böylece Yunanistan'ın desteğiyle kanlı terör örgütü EOKA doğdu. Grivas adlı bir Yunanlı generalin liderliğini yaptığı EOKA, Kıbrıs'taki eylemlerine 1955 Nisanı'nda başladı. Dört yıl boyunca Türk köylerine saldırılar düzenledi, Türkleri göçe zorladı, 200 kadar Türkü öldürdü, yüzlercesini yaraladı, 4.750 bombalı saldırı ve 2.976 sabotaj eylemi gerçekleştirdi.
Buna karşın Kıbrıslı Türkler, Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT), Milli Cephe Partisi, Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu, Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi, Kıbrıs Türk Kurumları Birliği, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu ve Kıbrıs Milli Türk Birliği gibi cemiyetlerin çatısı altında onurlu mücadelelerini sürdürdüler. Türkiye'nin yanı sıra Kıbrıs Türkleri, adadaki Türk varlığının güvence altına alınması için "taksim" tezini savundular.
Şubat 1959'da imzalanan Zürih ve Londra anlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyeti'nin temelleri atıldı ve Kıbrıs sorununda yeni bir safha başladı. Kıbrıs Anayasası hazırlandı, Garanti ve İttifak anlaşmaları yapıldı. Bu anlaşmaların Türkler açısından önemi ise, Türkiye'nin garantörlük hakkını alması, Enosis'in bir süreliğine de olsa önlenmesi ve Kıbrıs Türklerinin yeni cumhuriyette eşit ortaklık haklarına sahip olmasıydı. Ayrıca Türkiye (Yunanistan ile birlikte) Kıbrıs'ta küçük bir askeri birlik bulundurma hakkını elde etti.
Kıbrıs Cumhuriyeti 15 Ağustos 1960'da ilan edildi. Böylece adada İngiliz hakimiyeti sona erdi; Yunanistan "Enosis", Türkiye ise "taksim" tezini geri çekmiş oldu. Gerçekte ise Rumlar ve Yunanlılar Enosis'ten vazgeçmemişlerdi. Bağımsızlığı, Enonis'e giden yolda bir aşama olarak görüyorlar ve uygun ortamı kolluyorlardı.
Kıbrıs Cumhuriyeti
Kıbrıs Cumhuriyeti'nde Baş Piskopos Makarios Cumhurbaşkanı, Fazıl Küçük ise Cumhurbaşkanı Yardımcısı oldu. Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası ile şu hususlar karara bağlanmıştı:
"Adada kendilerine has özelliklerini devam ettirebilecek iki cemaat, yani Türk ve Rum cemaatleri vardır. Bunları temsil eden iki cemaat meclisi, bütün işlerde ortak hareket edilmesini sağlayacaktır. Cumhuriyet'in yönetimiyle ilgili olarak bir Yasama Meclisi kurulacak, bu meclisin %70 üyesi Rum, %30 üyesi Türk tarafından olacaktır. Cumhuriyet idaresi "Başkanlık" sistemi olup, cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı ise Türk tarafından seçilecektir. Yürütme yetkisi cumhurbaşkanı ve yardımcısında toplanmış olup, 7'si Rum, 3'ü Türk olmak üzere kurulan bir hükümete sahip olacaklardır. Bakanlar Kurulunda bütün kararların mutlak çoğunlukta alınması gerekmektedir. Cumhurbaşkanı ve yardımcısının veto hakları vardır. İdare ve belediyelerde %70-%30 oranı muhafaza olunacak, yüzde yüze yakın Türk ve Rum cemaatlerin oluşturduğu mahallelerin idaresi o cemaatin memurlarına bırakılacaktır. Ayrıca beş büyük şehirde müstakil beş Türk belediyesi kurulacaktır. Rumların ve Türklerin ayrı mahkemeleri olacak ve bunların da üzerinde bir Türk ve iki Rum'dan müteşekkil bir Yüksek Adalet Divanı olacaktır. Başkanlığını ise tarafsız bir hukukçu yapacaktır. Cumhuriyet'in ordusu, polis ve jandarma teşkilatındaki oran %60 Rum, %40 Türk şeklinde olacaktır. Cumhuriyet'in resmi dili Türkçe ve Rumca olarak kabul edildiği gibi, Türkiye ve Yunanistan'ın milli ve mahalli bayramlarının da adada cemaatlerce kutlanabilmesi de kabul edilmiştir."
Ne var ki Türk ve Rum taraflardan oluşan Cumhuriyet'in ömrü kısa oldu. Üç yıl sonra, 1963'te Cumhuriyet işlevini yitirdi. Buna neden olan başlıca gelişmeler, gerek Rum tarafı gerekse Yunanistan'ın kötü niyetli yaklaşımları, iş birliğine yanaşmamaları, adada Yunanistan egemenliğini tesis etmek için çaba göstermeye devam etmeleriydi. Makarios'un anayasayı değiştirme, Türklere tanınan hakları kaldırma, Kıbrıs Türklerini "azınlık" durumuna düşürme, garanti ve ittifak anlaşmalarını feshetme çabaları Cumhuriyet'in sonunu getirdi. Makarios'un anayasayı değiştirme teklifleri Kıbrıs Türkleri ve Türkiye tarafından derhal reddedildi. Kısacası, Makarios 1960 Kıbrıs Anayasasını uygulasaydı, Kıbrıs Cumhuriyeti yıkılmayacaktı.
Kıbrıs Cumhuriyeti'ni sonlandıran sadece Makarios'un açıktan yürüttüğü faaliyetler değildi. Onun gizliden gizliye destek verdiği Rum teröristlerin de bunda büyük payı vardı. Makarios ve Yunanistan'dan cesaret alan EOKA ve Rum terör çeteleri, 1963 yılı Aralık ayının son günlerinde Türk cemaatine yönelik "etnik temizleme ve adadan kaçırma" planını uygulamaya koydular. Fanatik Rumların saldırıları tarihe "Noel katliamı", "Kıbrıs'ta Kanlı Noel" olarak geçti. Rum teröristleri durdurmak için oluşturulan, Lefkoşe'nin Türk ve Rum kesimini ayıran Yeşil Hat bile Rum saldırılarını önleyemedi. Osmanlı döneminden kalma camiler, tarihi eserler tahrip edildi. Türklere ait okul, hastane, bina, işyeri ve evler hedef alındı. Katil Nikos Sampson ve Grivas'ın yönettiği saldırılar 1964 yılında da devam etti. Bunların sonucunda 18.667 Kıbrıs Türkü yaşadığı 103 köyü terk etmek zorunda kaldı. Birleşmiş Milletler raporlarına göre, 1964 yılında Lefkoşe'de 39, Girne'de 7, Baf'ta 49, Larnaka'da 21 ve Magosa'da 21 köy zarar gördü; yüzlerce Türk öldü, binlercesi yaralandı veya köylerini terketmek zorunda kaldı. 1963 yılında başlayıp 1964'te de devam eden olaylarda 364 Türk şehit oldu.
1964 - 1974 Dönemi
Artık Kıbrıs'ta iki ayrı yönetim vardı. Kıbrıslı Türkler saldırılar karşısında tek bir vücut oldular, birlik ve beraberlik içinde kendilerini savundular; aynı zamanda tüm dünyaya haklılıklarını anlatmaya çalıştılar. Bu, Kıbrıs Türklerinin var olma mücadelesiydi.
Türkiye bu sırada, 25 Aralık 1963, 15 Şubat 1964, 13 Mart 1964 ve 7 (veya 5) Haziran 1964 tarihlerinde olmak üzere dört defa Kıbrıs'a müdahale etmeyi düşünmüştür. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde karar dahi alınmıştır. Ancak ABD ve bazı devletlerin araya girmesi nedeniyle böyle bir müdahale uygulamaya konmamıştır.
1964 Ağustosu'nda Grivas'ın komutanlığını yaptığı Rum birlikler Erenköy bölgesine saldırdılar. Erenköy'deki Türklere yönelik kırım girişimi, Türk savaş uçaklarının yardımıyla önlendi. Türkiye'nin haklı ve yerinde müdahalesi sayesinde Rum saldırısı püskürtüldü, çok sayıda Kıbrıs Türkü'nün hayatı kurtarıldı. Erenköy savaşında Türklerin kaybı 12 şehit, 4 kayıp ve 32 yaralı oldu.
Bu savaşta istediğini elde edemeyen Rum yönetimi, Kıbrıs Türklerini ekonomik abluka altına aldı. Stratejik madde olarak nitelendirdiği çimento, demir, çivi, kereste, benzin gibi maddelerin Türk bölgelerine girişini yasakladı. Türk halkı açlık ve yoksulluğun pençesine itilmek istendi. Dikkat çekici olan ise, tüm dünyanın Kıbrıs'ta olup bitenlere seyirci kalması, büyük bir zulme maruz kalan Türklerin çağrılarına kulaklarını tıkamasıydı. Elbette bu yaklaşım, sorunu çözmek bir yana daha da alevlendirdi.
Kıbrıs'a yirmi bine yakın Yunan askerinin konuşlandırılması ve Rumların Sovyetler Birliği'nden silah satın almaları, 1967 yılındaki olaylara zemin hazırladı. Yine bu yıl içinde Albaylar Cuntası'nın Yunanistan'da yönetime el koyması ve EOKA'ya verdiği desteği iyiden iyiye artırması, 1967 olaylarında önemli rol oynadı. Aynı yılın ortalarında Kıbrıs'ta bir "Enosis darbesi" yapılacağı haberleri yayıldı; Kasım ayında ise Rumlar, Geçitkale ve Boğaziçi'ni işgal ettiler ve 27 Türk'ü öldürdüler.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki görüşmelerden sonuç alınamaması ve Türk köylerinin işgal edilmesi üzerine, TBMM acilen toplandı; 16 Kasım 1967'de, Anayasa'nın savaş ilanına ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesine ilişkin 66. maddesine dayanarak Kıbrıs'a müdahale kararı aldı. Bu karar, meclisteki 435 üyenin 432'sinin oyu ile kabul edildi. Ancak Amerika Birleşik Devletleri'nin devreye girmesi ve Yunanistan'ın Türkiye'nin şartlarını kabul etmesiyle, Türk harekatı bir kez daha durduruldu.
1968 yılı toplumlararası görüşmelerin başladığı tarih oldu. Görüşmeler Türk tarafının iyi niyetli çözüm çabalarına karşılık, Makarios'un "Enosis" inadına sahne oldu. Dolayısıyla bir anlaşmanın imzalanması mümkün olmadı. Adanın Türk bölgelerinde bir Türk yönetiminin oluşturulması zorunluluk haline gelmişti. Nitekim Kıbrıs Cumhuriyeti'nin 16 Ağustos 1960 Anayasası hükümleri tatbik edilinceye kadar, Geçici Türk Yönetimi ilan edildi ve Geçici Türk hükümeti göreve başladı.
70'li yılların başlarında beklenmedik bir gelişme yaşandı. Rum-Yunan cephesi ikiye bölündü. Bir tarafta Yunanlı subaylar, Grivas ve Sampson, diğer tarafta ise Makarios yer aldı. Yöntem konusundaki görüş ayrılıkları nedeniyle ortaya çıkan bu durum, Rum halkını Makariosçular ve Grivascılar olarak ikiye ayırdı. Bu sırada Grivas EOKA terör örgütünü EOKA-B adıyla yeniden yapılandırmaya başladı. Rum kesimindeki iç çekişme ve mücadele 15 Temmuz 1974'te bir darbe ile sonuçlandı. Yunanistan'ın desteklediği Rum Milli Muhafız Ordusu, Makarios'u devirdi ve terörist Nikos Sampson'u cumhurbaşkanı ilan etti. Ancak darbeciler, bu şekilde hiçbir şey elde edemeyeceklerini, tam aksine 1974 Kıbrıs buhranının fitilini kendi elleriyle ateşlediklerini çok geçmeden anlayacaklardı.
Adadaki darbenin amacı, bazı Yunanlı subayların yayın organlarına açıkladığı gibi, kısa bir süre içinde Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanmasıydı. Şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkmıştı ki, 15 Temmuz darbesi, Enosis'e giden yolda son safhaydı. Türkiye Cumhuriyeti'nin böyle bir oldu-bittiyi kabul etmesi ise asla mümkün değildi.
1964 yılında da devam eden saldırıların sonucunda 18.667 Kıbrıs Türkü yaşadığı 103 köyü terk etmek zorunda kaldı.
Kıbrıs Barış Harekatı
Rum ve Yunan darbecilerin amacı ortadaydı: Uluslararası anlaşmalar ihlal edilmişti, Kıbrıs'taki anayasal düzen yerine gayrimeşru bir idare tesis edilmek isteniyordu. En önemlisi ise, yönetimi ele geçirenlerin Türk halkını yok etme hedefiydi. Kıbrıslı Türkler planlı bir soykırım tehlikesi altındaydı. İşin ilginç tarafı, Makarios'un dahi, 18 Temmuz'da Birleşmiş Milletler'de yaptığı konuşmada Türklerin zarar göreceğini dile getirmesiydi:
"Daha önce de belirttiğim gibi, Kıbrıs'taki olaylar, Kıbrıs Rumlarının bir iç meselesini teşkil etmemektedir. Yunan Cuntası'nın düzenlediği darbe bir istiladır ve sonuçlarından tüm Kıbrıs halkı, Türkler ve Rumlar acı çekmektedir."
Dünya basını bahsi geçen darbeyi kınamakta gecikmedi. Örneğin, New York Times gazetesi konuyla ilgili haberinde şu ifadelere yer veriyordu:
"Temel gerçek, Kıbrıs Rum Milli Muhafız Ordusu'nun, Atina'dan emir alan 650 Yunan subayı tarafından kendi hükümetine karşı ayaklanmaya sevk edilmesidir. Kıbrıs'taki ayaklanma büyük bir insani trajedi ve siyasi hatadır."
Türkiye, ABD, Sovyetler Birliği ve İngiltere yeni yönetimi tanımadıklarını açıkladılar. Türkiye Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletler, ABD, İngiltere, SSCB ve dünya kamuoyuna endişe ve tepkilerini belirtti; sorunu diplomatik yollardan çözmeye çalıştı. Türkiye'nin haklı istekleri şunlardı: Dengenin kurulması ve Türk toplumunun güvenliğinin sağlanması için Türk askerinin adadaki varlığının kabul edilmesi, Sampson ve Yunan subaylarının yönetimden çekilmeleri, Türk toplumuna denize çıkışı olan bir bölgenin verilmesi ve adaya giriş ve çıkışı kontrol edecek bir sistemin kurulması.
Yunanistan'daki cunta ve Kıbrıs'taki darbeciler bu istekleri kabul etmediler. Yunan subayları ve Sampson'un yönetimden çekilmesini, her türlü girişime rağmen, kesin bir kararlılıkla reddettiler. Oyalama taktiğine başvurdular, durumu sürüncemede bırakmaya çalıştılar. Böylece sorunun diplomatik yollardan çözülemeyeceği açıkça ortaya çıktı. Bu arada Türkiye, İngiltere'yi Kıbrıs'a ortak müdahale etmeye davet etti; ancak İngiliz hükümetinden olumlu bir yanıt alamadı. Sorunun çözümü için tek bir yol kalmıştı...
Türkiye, Garanti anlaşmasının dördüncü maddesine dayanarak 20 Temmuz 1974'te tek taraflı olarak Kıbrıs Barış Harekatı'nı başlattı. Harekatın amacı, "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin varlığına ve tüm Kıbrıs halkının haklarına yönelik tehlikeyi bertaraf etmek, Kıbrıs'ın bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasanın temel maddeleriyle ihdas edilen düzeni yeniden kurmaktı."
Barış Harekatı denizden çıkarma ve havadan indirmelerle başladı. Yunan-Rum birlikleri ve Türk kuvvetleri arasındaki çarpışmalar, ilk olarak Girne bölgesinde başladı ve kısa sürede adanın bütününe yayıldı. Rum Milli Muhafız Ordusu ve EOKA-B, Türk yerleşim birimlerine, savunmasız Türk köylerine saldırdı ve büyük bir katliama girişti. Bazı köyler yakıldı veya tahrip edildi, yüzlerce Kıbrıslı Türk öldürüldü, kadınlara tecavüz edildi, kaçamayan küçük çocuklar, yaşlılar katledildi. Türkiye 22 Temmuz akşamı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin aldığı ateşkes kararını kabul etti ve böylece üç gün süren Birinci Barış Harekatı sona erdi. Bu harekat, Kıbrıs'taki Nikos Sampson yönetimi ve Yunanistan'daki askeri cunta idaresinin yıkılmasına neden oldu; Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimine demokrasi getirdi.
25-30 Temmuz tarihleri arasında Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Dışişleri Bakanlarının katılımıyla gerçekleşen I. Cenevre Konferansı, Türk taleplerinin kabul edildiği bir anlaşmayla sonuçlandı. Böylece "Ada'da bir güvenlik bölgesinin kurulması, Rum ve Yunan işgalindeki Türk bölgelerin derhal boşaltılması, esir durumda olan asker ve sivillerin mübadele edilmeleri veya serbest bırakılmaları, barışın sağlanması ile birlikte anayasaya uygun bir hükümetin yeniden kurulmasının temini, Kıbrıs Cumhuriyeti'nde Kıbrıs Türk Toplumu ile Kıbrıs Rum Toplumu olmak üzere iki otonom idarenin mevcudiyeti" onaylandı. İlk izlenim, Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin, uğrunda yıllardır mücadele ettikleri hakların bir bölümünü elde ettiği yönündeydi..
Ancak Rum tarafının verdiği sözü tutmaması nedeniyle bu anlaşma uygulanamadı. Yani adada muhtemel bir barış ortamı bir kez daha Rumların eliyle ortadan kaldırıldı. Rum Milli Muhafız Ordusu ve EOKA-B işgal altında tuttukları bölgeleri boşaltmadılar, Türk esirleri serbest bırakmadılar. Türk tarafının iyi niyetli girişimlerine kötülükle cevap verdiler. Rum-Yunan kuvvetleri Türk köylerine yönelik saldırılarına devam ettiler; Muratağa ve Sandallar köylerinde 88 Türkü vahşice öldürdüler, yaktılar ve topluca gömdüler; Atlılar köyünde 37 Türkü katlederek bir çukura doldurdular. İnsanlık dışı uygulamalara maruz kalan ve öldürülen Türklerin önemli bir bölümünü bebekler, çocuklar, kadınlar ve yaşlılar oluşturuyordu.
İşte böyle bir ortamda Cenevre'de düzenlenen İkinci Konferans'ta (8-13 Ağustos 1974), Rum-Yunan temsilciler Birinci Konferans'ın kararlarını inkar ettiler, işi ağırdan alarak sorunu çözümlenemez bir duruma getirmeye çalıştılar. Amaçladıkları, durumu çıkmaza sokmak ve vakit kazanmaktı. Bir taraftan da adadaki Türk kuvvetlerine saldırmak için hazırlık yapıyorlardı. Bu sırada Rum kuşatması altındaki Türk köylerinde binlerce Türk oldukça zor şartlar altında yaşıyordu. Tüm bunlar ikinci bir harekatı zorunlu hale getirmişti. (Kıbrıs Türk Barış Harekatı'nı incelemek üzere, İngiltere Parlamentosu tarafından kurulan özel komite 1976 yılında verdiği raporda; "Türk kuvvetlerinin I. Barış Harekatı'nda ulaşmış olduğu yerler askeri bakımdan savunmak için yeterli olmadığından dolayı II. Barış Harekatı'nın yapılması kaçınılmazdı" ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca Lord Neval da "1974 yılında Türk askeri müdahalesi olmasaydı, adada Türk kalmayacaktı" demiştir.)
İkinci Barış Harekatı 14-16 Ağustos günleri arasında gerçekleşmiştir. Böylece günümüzde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti topraklarını oluşturan bölge, Lefke-Lefkoşe-Magosa hattının kuzeyi, yani adanın yaklaşık %37'si kontrol ve güvence altına alınmıştır. Harekat, adından da anlaşıldığı gibi, Kıbrıs'a barış, huzur ve özgürlük ortamı getirmiş, Kıbrıs Türklerini zulüm, baskı ve yok olmaktan kurtarmıştır. Adanın Yunanistan'a bağlanması tehlikesini tamamen ortadan kaldırmıştır. Türklerin bugün adada güvenlik içinde ve özgürce yaşamaları, 1974 Barış Harekatı ile olmuştur.
Harekatı takip eden aylarda, Birleşmiş Milletler'in devreye girmesiyle yapılan toplantılar sonucunda, tüm savaş esirleri karşılıklı olarak serbest bırakılmıştır.
Barış Harekatı'nın Sonuçları
1) 20 Temmuz müdahalesi ile Yunanistan'daki askeri cunta istifa etti ve sivil bir hükümet kuruldu. Eski Yunan politikacılarından Konstantin Karamanlis, sürgünde olduğu Fransa'dan gelerek Yunanistan'ın başına geçti ve böylece 20 Temmuz Yunanistan'da demokrasinin yeniden doğmasına vesile olundu.
2) Aynı şekilde Kıbrıs'ta 15 Temmuz darbesinin sonucu olarak başa geçen Nikos Sampson çekilerek, yerine Klerides geçti ve darbecilerin Rum toplumu içinde egemenliklerini sürdürmeleri engellendi.
3) 20 Temmuz, Rum toplumu içinde siyasi görüş farklılıklarından dolayı darbecilerin sürdürdüğü katliamları durdurdu, daha binlerce insanın katledilmesini önledi.
4) Hiç şüphesiz 20 Temmuz'un en önemli sonucu, bir asırdan fazladır sürdürülen Enosis kampanyasının amacına ulaşmasını ve Enosis'in gerçekleşmesini ebediyen önlemiş olmasıydı.
5) 20 Temmuz'la, Türkiye, 1963 olaylarından beridir savunduğu Federasyon tezinin gerçekleşmesine olanak sağladı, eşitliğimiz BM kararları ile kabul edildi.
6) 20 Temmuz'la, adada yaşayan bütün Türkler kuzeyde toplanarak, can güvenliklerini sağladılar ve coğrafi temele dayalı federasyonun maddi temelini oluşturdular.
7) Bunun bir devamı olarak kuzeyde toplanan Türkler, Türkiye Cumhuriyeti ile iş birliği içinde Kıbrıs Türk Federe Devleti'ni, ardından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni oluşturdular ve kendi devletlerine sahip çıktılar.
8) Self-determinasyon hakkına sahip olan bir ulusal halk olduklarını ve gerekirse bu hakkı ayrı bağımsız devlet yönünde kullanabileceklerini dünyaya duyurdular. Rum liderliğinin herhangi bir anlaşmaya yanaşmaması üzerine de bu hakkı kullanarak kendi bağımsız devletlerini, KKTC'yi kurdular.
9) 20 Temmuz'la iki müttefik üye olan Türkiye ve Yunanistan karşı karşıya geldi ve sonuçta Yunanistan, NATO'nun askeri kanadından çekildiğini açıkladı. (Geçici bir süre için. Nitekim sonradan tekrar dönmüştür.)
10) 20 Temmuz nedeni ile Türkiye ile ABD de karşı karşıya gelmiştir. Ve Yunan Lobisinin de büyük çabaları sonucu ABD kendi müttefiki Türkiye'ye karşı uzun süre askeri-ekonomik ambargo uygulamıştır.
11) Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetiminin yoğun propaganda girişimleri sonucu AET ve Avrupa Konseyi ile diğer bazı uluslararası örgütlerde Türkiye sıkıştırılmak istenmiştir.
12) Kıbrıs Türk Halkı, özgürlükçü demokrasi rejiminin uygulanmasında büyük mesafeler kaydetti ve çok partili hayata geçilerek serbest seçimler yapıldı.
13) 20 Temmuz'dan sonra Türkiye Cumhuriyeti, dış politikasında bir atılım yaparak çok yönlü dış politika uygulamaya ve özellikle 3. Dünya ülkeleri ve İslam ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmeye başladı.
14) Türkiye kendi savunma gücünden başka bir güce güvenmeyeceğini anladı ve ulusal savunma sanayini geliştirdi.
15) Ortaklık esasına dayalı bir federasyon için, eşitlik temelinde toplumlararası görüşmeler başladı. Ne var ki Rumlar bu eşitliği içlerine sindiremedikleri için görüşmelerden bir sonuç çıkamadı.
16) Kıbrıs'ta iki eşit toplum ve bu toplumların meşru hakları olduğu dünyanın ezici çoğunluğu ve BM tarafından kabul edildi.
17) Kuzeyde kalan ekonomik değerler ve Türkiye'nin yaptığı yardımlar, Kuzey Kıbrıs'ta ekonomik seviyenin yükseltilmesine neden oldu.
18) Kıbrıs Türk toplumu ve iş adamları ilk kez ayrı bir siyasi varlık olarak Türkiye ve üçüncü ülkelerle doğrudan ticari ve ekonomik ilişkileri kurma olanağı buldu.
19) Kıbrıs Türk toplumunda ilk kez bir ekonomik yapıdan, bir ticaret sektöründen söz edilebilir duruma gelindi.
20) Türkiye ile KKTC arasında ekonomik ve kültürel iş birliği büyük boyutlara ulaştı. İmzalanan iş birliği protokolleri, üniversiteler, Türkiye basın-yayın organları ve yoğun şekilde işleyen turist akını nedeni ile ekonomik ve kültürel etkileşim ve kaynaşma hızlandı.
21) 1974 öncesi tamamı ile tüketici bir toplum olmaya zorlanan Kıbrıs Türk Halkı, Barış Harekatı sonrası sağlanan olanaklar sonucu, üretici bir konuma geçti ve her alanda üretici kapasitesini ortaya koydu.
22) Barış Harekatı sonrası Kıbrıs Türk toplumunun sosyal hayatında bir canlanma oldu ve her meslek dalında birçok mesleki örgüt, birlik, dernek, sendika, cemiyet kuruldu, sosyal yaşantı, demokratik içeriğe tüm kurumları ile kavuştu. Kısacası çağdaş, organize bir halk ve devlet olmanın tüm gereksinimleri tamamlandı.