HALİT ZİYA UŞAKLIGİL’İN ROMANLARINDA AŞK VE NESNE İLİŞKİLERİ
ARSEV AYŞEN ARSLANOĞLU 01 Ocak 1970
ÖZET
Aşk, başlangıçtan beri dünya edebiyatının vazgeçilmez izleklerinden biri
olmuştur. Aşkın insan yaşamı üzerindeki uzun süreli ve yoğun etkisi, aşkı, bireyin
ruhsal dinamiklerini en çok etkileyen yaşam olaylarından biri yapmıştır. Bu yüksek
lisans tezinde psikanalitik eleştiri kuramı temel alınarak Halit Ziya Uşaklıgil’in
romanlarındaki aşk ve kendini feda izlekleri incelenmiştir.
Halit Ziya Uşaklıgil, roman türü ortaya çıkarken verdiği yapıtlarının olgunluğu
ve psikolojik derinliği nedeniyle, Türk edebiyatında pek çok eleştirmen tarafından “ilk
roman yazarı” olarak kabul edilir. Edebiyatın hemen her türünde yapıtları bulunan
Uşaklıgil, romanlarında ve öykülerinde genellikle trajik bir kayıp, özkıyım ya da diğer
felaketlerle son bulan mutsuz aşkları ele almıştır. Uşaklıgil’in trajik olana eğimi,
romanlarının psikanalitik bir inceleme için zengin metinsel olanaklar barındırmasına
neden olmuştur.
Tez çalışmasında kuramsal açıdan Sigmund Freud’un libido kavramı ve Melanie
Klein’ın nesne ilişkileri üzerine görüşleri temel alınmıştır. İki analist farklı görüşler
ortaya atmalarına karşın, bireyin psikoseksüel gelişimine ve âşık olma sürecinde
karşılaştıkları problemler yaklaşımı birbirini tamamlar nitelikte görülebilir. Böylece,
aşkın doğası gereği “öteki”nin giderek “ben”in bir parçasına dönüşme süreci olduğu
sonucuna varılır.
Bunlar ve diğer analistlerin aşka ilişkin incelemeleri ışığında, aşkın, tüm
psikolojik sonuçlarıyla birlikte, “öteki”nin benliğin bir parçası durumuna geldiği bir
dönüşüm süreci olduğu sonucuna varmaktayız. Benliğin mutluluk arayışında, ötekiyle
bütünleşmesiyle sunulan güven duygusu, sevileni en üst nesne yapar. Ancak, ilişkinin
mutluluk getirip getirmeyeceğini aşka taraf olanların benlik yapıları belirler. Bu
nedenle, sevilen?Halit Ziya Uşaklıgil’in romanlarında olduğu gibi—tüm diğer
nesneleri bırakarak ve benlik yapısının bağımsızlığını tehlikeye atarak bireyin tek
varoluş nedeni haline gelir ve kaçınılmaz olarak aşk trajediye dönüşür.
Bu tezde, yazarın iki başyapıtı Aşk-ı Memnu (1900) ve Mai ve Siyah (1897) aşk
ve nesne ilişkileri açısından incelenmiştir. Her iki roman, benlik yapılarının benzer
yapılarından dolayı trajediye sürüklenen çeşitli karakterler sunar. Aynı zamanda bu
çalışma, bu başyapıtlarla karşılaştırma yapmak ve bulguları doğrulamak amacıyla,
yazarın erken dönem romanlarındaki aşk yapılarını incelemiştir.
GİRİŞ
ROMANCI İMGELEMİNE SAHİP BİR YAZAR: HALİT ZİYA
Bu tez çalışması, Halit Ziya Uşaklıgil’in romanlarındaki aşk izleğini psikanalitik
eleştiri kuramına dayanarak incelemeyi amaçlamaktadır. Türk edebiyatında önemli yere
sahip olan Uşaklıgil’in yapıtları bugüne dek eleştirel düzlemde kapsamlı şekilde
incelenmemiştir. Biyografik ve betimleyici olmanın ötesine giden yeterli sayıda çalışma
yoktur. Yazarın yapıtlarının pek çoğu hakkında yapılan yorumlar, roman ve öykülerinde
varolan toplumsal ve psikolojik derinlikten söz etmektedir. Ancak, yapılan
çalışmalarda, bu derinliğin niteliği hakkında ayrıntılı bir inceleme yapılmaması, bazı
saptamalarla sınırlı kalınması, bu tez çalışması için başlarken önemli bir gerekçe
oluşturmuştur. Yazarın yapıtlarının kapsamlı boyutu ve çok çeşitli açılardan incelemeye
uygun olması, bu çalışma için bir kapsam sınırlandırmasını kaçınılmaz kılmıştır. Bu
doğrultuda, romanlar üzerinde odaklanılmış ve yazarın romanlarındaki aşk, umutsuzluk
ve kendini feda izlekleri Sigmund Freud’un Psikanaliz Kuramı ve Melanie Klein
tarafından bu kuramdan türetilen Nesne İlişkileri Kuramı çerçevesinde incelenmiştir.
Halit Ziya, 1865 yılında İstanbul’da doğmuştur. Babasının İstanbul’da ticaretle
uğraşması nedeniyle çocukluğu bu kentte geçer. Ancak daha sonra ekonomik sıkıntıdan
dolayı aile İzmir’e taşınır ve Halit Ziya ve annesi, dedesinin konağına yerleşir. Bu
dönemde yazar, dedesine ve onun konuklarına kitap okuyarak önemli bir bilgi birikimi
edinir. İzmir’de önce Rüşdiye’ye verilir; daha sonra buradaki eğitimi yetersiz bularak
Mechitariste Rahipler Koleji’ne yazılır. Okulun tek Türk öğrencisi olan yazarın
Fransızcaya ve Batı kültürüne olan ilgisi bu yıllarda başlar. Okuldan mezun olduktan
sonra ekonomik sıkıntılar nedeniyle üniversiteye gidemeyen Halit Ziya, babasının
mağazasında çalışmaya başlar, bu yıllarda gazete çıkarma isteğine kapılır (Kırk Yıl 134).
Önce Bıçakçızade Hakkı ve Tevfik Nevzat ile Nevruz’u çıkarır. İzmir Rüşdiyesi’nde
Fransızca öğretmeni olduktan kısa süre sonra ise Hizmet gazetesini çıkarır. Hizmet, o
dönemde İzmir’in kültür yaşamında önemli bir yere sahiptir. Ayrıca, Halit Ziya’nın
tanınması ve yayın yaşamının başlaması da Hizmet ile olmuştur; yazarın Mensur Şiirler’i
ve Sefile adlı romanı ilk yılın sonunda bu gazetede yayımlanır.
İzmir limanında karşılaştığı Recaizade Ekrem’in de etkisi ile Halit Ziya
İstanbul’a gider ve Servet-i Fünun’da yazmaya başlar (Kırk Yıl 223-24). Edebiyatın her
türünde yapıtı olan Halit Ziya, bu dönemde romanlarının dışında öyküler de
yayımlamaktadır. Yazarın öykülerinin sayısının 150’den fazla olduğu tahmin
edilmektedir. 1908 yılında Meşrutiyet’in ilânından sonra İttihat ve Terakki’nin üyesi
olması nedeniyle Halit Ziya, yazın yaşamının yanı sıra siyasi yaşamda da aktiftir. Bu
döneme ilişkin anılarını yaşamının son döneminde yazdığı Saray ve Ötesi adlı kitabında
toplamıştır. Halit Ziya, siyasal yaşamda âyan üyeliğine kadar yükselmiştir; ancak,
çeşitli tartışmalardan dolayı istifa etmeyi ve yaşamının kalan bölümünü Yeşilköy’deki
evinde geçirmeyi tercih etmişti. Yazar, 27 Mart 1945’te ardında çok sayıda yapıt
bırakarak İstanbul’da yaşama veda etmiştir.
Daha çok Mai ve Siyah (1897)ve Aşk-ı Memnu (1900) adlı romanları ile tanınan
Halit Ziya’nın altı romanı daha vardır: Sefile (1885, tefrika), Nemide (1889), Bir Ölünün
Defteri (1889), Ferdi ve Şürekâsı (1894), Kırık Hayatlar (1924)ve Nesl-i Ahir (1909).
Ayrıca çok sayıda öykü kitabı olan yazar, mensur şiir, tiyatro oyunu, edebiyat tarihi gibi
pek çok türde ürün vermiştir. Anılarını ise Kırk Yıl (1936)ve Saray ve Ötesi (1940) adlı
kitaplarında toplamıştır. Oğlu Vedat’ın intiharını anlattığı Bir Acı Hikâye (1942) adlı
kitabı da anıları kapsamında görülebilir. Böyle geniş bir yelpazede yapıtları olan Halit
Ziya, Fransızca’nın yanı sıra İngilizce, Almanca, İtalyanca, Arapça ve Farsça bilirdi.
Hem Doğu hem de Batı kültürü hakkında bilgi sahibi olması ve çeşitli ulusların edebî
yapıtlarını okuyabilmesi, Halit Ziya’nın romanlarında anlatılan kişilerin yaşam
tarzlarında yansıtılır. Bu durum, yazarın Türk edebiyatı içindeki yerinde ve pek çok
eleştirmen tarafından ilk romancı olarak kabul edilmesinde önemli paya sahiptir.
Kendisi de Servet-i Fünun dergisinde yazmış olan Mehmet Rauf, Edebî Hatıralar’ında
Halit Ziya’yı şu sözlerle anar: “Ne zaman Fransızca ve İngilizce bir eser okurken beni
derin vecd ile titreten güzel bir sahifeye rast gelsem, aynı zamanda ‘Niçin bizde de yok’
diye derin bir elemle sızlardım. Ve Halit Ziya’dır ki beni bu öksüzlükten kurtardı” (20).
Halit Ziya’nın yalnızca Mehmet Rauf’u değil, Türk okurunu böyle bir öksüzlükten
kurtardığı açıktır.
Halit Ziya hakkında yapılan çalışmalara bakıldığında biyografilerin yoğunluğuna
karşın nitelikli eleştirilerin azlığı dikkat çeker. Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Fethi
Naci’ye kadar pek çok eleştirmen yazarın Türk edebiyatının gelişimindeki önemini
vurguda bulunmuş ve özellikle Aşk-ı Memnu romanını değerlendirmiştir; ancak, Selim
İleri’nin “Aşk-ı Memnû ya da Uzun Bir Kışın Siyah Günleri” başlıklı incelemesi ve
Berna Moran’ın Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış adlı kitabındaki incelemesi dışında
eleştirel nitelikte yeterli sayıda çalışma bulunmamaktadır. Eleştirel nitelikteki en önemli
çalışmalardan biri Orhan Koçak tarafından yapılmıştır. “Kaptırılmış ideal: Mai ve
Siyah Üzerine Psikanalitik Bir Deneme” başlıklı yazısında Koçak, Doğu ve Batı
sorunsalını ve “kaptırılmış ideal” olgusunu irdelemiştir. Bu incelemede “kaptırılmış
ideal”in narsisist kişilik özellikleri ile ilişkili olarak ele alınması, bu çalışma için de son
derece aydınlatıcı olmuştur. Bu incelemeler dışında, daha çok yazarın romancılığı,
romanımızdaki yeri ve yapıtlarında yer alan çeşitli öğeler üzerinde durulmuştur.
Moran’ın belirttiği önemli bir noktayı da burada vurgulamak yerinde olacaktır. Aşk-ı
Memnu üzerine yapılan L. Sami Akalın ve Cemil Yener’in çalışmaları gibi bazı
incelemeler, romanın anlamını tamamen değiştirmekte, romanı kurgusal bir yapıt olarak
değil, gerçek yaşamdan bir kesit olarak değerlendirerek romana ahlâkî nitelikte yorumlar
getirmektedir (75-76). Bu alandaki eksiklikten dolayı bu çalışmaya başlanmış ve
yazarın tüm romanlarında önemli yer tutan aşk izleği, psikanalitik açıdan incelenmiştir.
Bu çalışmada aşk izleğinin odağa alınması, hem bir tercih hem de bir
zorunluluktur. Halit Ziya, ilk romanından itibaren yapıtlarını aşka dayalı kurgular ile
oluşturmuştur. Bu nedenle yazar, hem İzmir dönemindeki hem de daha sonraki
romanlarında aşkın vazgeçilmez öğeleri olarak gördüğü umutsuzluk ve kendini feda
izleklerine de yer vermiştir. 1885’te Hizmet gazetesinde tefrika edilen ilk romanı
Sefile’de yazar, bir genç kızın yalan söyleyen bir aşığa kurban olmasını ve sefalete
düşmesini anlatır. Daha sonraki üç romanında aynı kıza ya da erkeğe aşık olan kişilerin
trajedileri konu alınmıştır. Yazarın en önemli yapıtlarından sayılan Mai ve Siyah’ta
yalnızca Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lâmia’ya değil, yazar olma idealine de aşık
olan Ahmet Cemil’in öyküsü anlatılır. Tanpınar’ın deyimi ile bir satranç gibi ustalıkla
kurgulanmış olan Aşk-ı Memnu’da (280), Adnan Bey’le evli olan Bihter’in Behlül’e olan
yasak aşkı ana konuyu oluşturur. Yazarın yazın yaşamında romantizmden realizme
gidiş çizgisi romanlarında kendisini gösterir. Hikâye adlı yapıtında realist akımı tercih
ettiğini belirten Uşaklıgil (141), son iki romanı olan Kırık Hayatlar ve Nesl-i Ahir’de
daha toplumsal konulara yönelir. Bu çalışmada aşk odağa alındığı için bu iki roman
kapsam dışı bırakılmıştır.
Halit Ziya romanında aşk kadar vazgeçilmez olan bir başka öğe de trajedidir.
Fethi Naci, “Aşk-ı Memnû” başlıklı makalesinde “ ‘kırık hayatlar’ sözünden pek
hoşlanıyor Halit Ziya Uşaklıgil. Altı romanındaki kişilerin de hep ‘kırık bir hayatları’
vardır” (27) sözleri ile bu duruma dikkat çeker. Yazar, romanlarındaki dramatik gerilimi
ve olayların sürükleyiciliğini, aşkın trajediye dönüşüm süreci ile sağlar. Karakterlerin
ebeveynlerden birinin ölümü, ekonomik zorluklar gibi etmenlerle oluşturulan trajik
yaşamları, romanların başından itibaren okura sezdirilmektedir; ancak, Halit Ziya için
trajik sonun vazgeçilmez kaynağı aşktır. Bu çalışmada, genel bir bakışta “kırık hayatlar
tamamlayıcısı” gibi görünen aşkın niteliği ve karakterlerin kişilik yapılarının bu nitelik
üzerindeki etkisi üzerinde odaklanılacaktır. Böylece aşkın trajediye dönüşüm sürecinin
açıklığa kavuşturulması hedeflenmektedir.
Dış etmenlerin etkisi bütünüyle yadsınamayacak olsa da aşk, doğası ve niteliği
tmelde aşık olan ve olunan tarafından belirlenen bir deneyimdir. Aşkı insan yaşamında
son derece önemli kılan nokta, kişinin yaşam kalitesi ve psikolojisi üzerindeki etkisinin
yoğunluğudur. Bu yoğun etki, aşk sona erse bile, bireyin kişilik yapısına bağlı olarak
sonraki yaşamında büyük ölçüde belirleyici olabilmektedir. Bu etkinin derinliği aşkın
sanat ve edebiyatta en çok ele alınan konulardan biri olmasından da anlaşılmaktadır.
Halit Ziya’nın yapıtlarında da trajik yazgının kişinin yaşamında mutlak etkiye sahip
aşklardan kaynaklandığı görülmektedir. Dolayısıyla, bu çalışmada bireyin yaşamına bir
kez girip daha sonra çıkmayan ya da, daha doğru bir deyişle, birey tarafından üstesinden
gelinemeyen, yaşamı cennetten çok cehenneme çeviren aşklar ele alınacaktır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, aşkın psikolojik etkileri aşka taraf olan bireylerin
benlik yapıları ile doğrudan ilişkilidir. Bu durum, yazarın yapıtlarını psikanaliz
kuramını temel alan bir incelemenin kapsamı için uygun kılmaktadır. Bu çalışmada da
aşk deneyiminin nasıl trajik bir yazgı hâline geldiğini anlamak için psikanalitik eleştiri
yöntemine dayanılarak yazarın romanlarındaki karakterlerin benlik yapıları
çözümlenecektir. Bu bağlamda, yapıtlarda görülen umutsuzluk ve kendini feda etme
motifleri aşkın yaşanma biçimi ile bağlantılı olarak ele alınacaktır.
Tezin temel sorunsalı psikanalitik eleştiri kuramına dayandırılmıştır. Ancak, bu
yaklaşım tezin kuramsal çerçevesi için kuşkusuz çok geniş kapsamlıdır. Sigmund
Freud’un (1856-1939) öncüsü olduğu psikanaliz kuramı, geçtiğimiz yüzyılda hızla
gelişmiş ve bugün pek çok farklı okulu içinde barındıran bir bilim dalı hâline gelmiştir.
Bu nedenle, bu tez çalışması için psikanalizin kuramsal alanında da bir sınırlandırma
gereksinimi doğmuştur. Aşk, libido ve insanın doğasında bulunan nesne arayışı ile
doğrudan ilişkili bir olgu olduğu için Sigmund Freud’un libido kuramı ve Melanie
Klein’ın (1882-1960) kurucusu sayıldığı Nesne İlişkileri Okulu’nun görüşleri temel
kabul edilmiştir. Sigmund Freud’un görüşlerinin temel dayanaklardan biri olarak
alınmasının bir başka nedeni de kuramın öncüsü olmasından dolayı zaman içinde
kendisinden çok daha farklı görüşler ortaya atılmasına ve sıklıkla eleştirilmesine karşın,
ortaya koyduğu bazı temel kavramların neredeyse tüm psikanaliz okulları için geçerli
olmasıdır. Nesne İlişkileri Okulu’nun kurucusu Melanie Klein’ın görüşleri de bazı
önemli farklılıklara karşın Freud’un kuramsal savlarını yadsımadan geliştirilmiştir. Bu
çalışma açısından önemli bir nokta, iki kuramcının görüşlerinin çeşitli açılardan birbirini
tamamlayan özellikler taşımasıdır.
Bu çalışmada yararlanılan kaynaklar, kuramsal çerçevenin oluşturulmasında
yararlanılan kaynaklar ve Halit Ziya ve yapıtları hakkında daha önce yapılmış çalışmalar
şeklinde iki ana grupta toplanabilir. Bir başka kaynak grubu ise aşk, kıskançlık ve umut
gibi konuların edebiyatta ele alınış biçimlerini inceleyen ve psikanaliz kuramları ile
edebiyat eleştirisinin nasıl yapılabileceğine ilişkin bilgi veren kaynaklardır. Tezin
bölümlendirilmesi de kaynak grupları ile paralellik göstermektedir.
Birinci bölümde, Freud’un temel kavramları ve klasik psikanaliz kuramının
gelişimine kısaca değinilmektedir. Nesne ilişkileri üzerine görüşlerin ağırlıklı olduğu bu
bölümde, 20. yüzyılda psikanalizin aşkı yeryüzüne indirerek, psikodinamikleri hakkında
kuramsal varsayımlar oluşturması ele alınacaktır. İkinci bölümde ise Halit Ziya’nın ilk
önemli romanı olarak görülen Mai ve Siyah’ın asıl karakteri Ahmet Cemil’in kişilik
yapısı üzerinde odaklanılmaktadır. Üçüncü bölümde, Aşk-ı Memnu, tüm karakterlerin
yaşamlarının gelişimleri ve birbirlerinin yaşamları üzerindeki etkileri dikkate alınarak
psikanalitik açıdan incelenmiştir; bu nedenle, bu bölümdeki inceleme yalnızca Bihter’in
trajedisinin değil, romandaki tüm trajedilerin psikodinamiklerini açıklığa kavuşturmayı
hedeflemektedir. Dördüncü bölümde ise Halit Ziya’nın “ilk dönem romanları” olarak
adlandırılan Nemide, Bir Ölünün Defteri ve Ferdi ve Şürekâsı, romantik aşkın yaşam
kalitesi üzerindeki etkisini de değerlendiren bir tartışma yürütülmektedir. Çalışmanın
bölümlendirilmesinde tarihsel bir sıra izlenmemiştir. Yazarın ustalık dönemi
yapıtlarının psikanalitik çözümlemesi yapıldıktan sonra, ilk dönem romanlarında aşkın
psikopatolojisi üzerinde durulmaktadır. Bu tercih, Halit Ziya’nın yazın yaşamında
yansıttığı aşk ve kendini feda gibi psikopatolojik özellik taşıyan izleklerin birbirini
tamamlar nitelikte olmasından kaynaklanmaktadır.
BÖLÜM I
AŞKIN PSİKODİNAMİKLERİNE BİR YOLCULUK
Nesneye (sevilene) verilen değer dikkate alındığında aşk, kişiler arası iletişimin
en yoğun şeklidir. Bu durum, aşkı, psikanalizin nesne ilişkileri kuramının inceleme
alanına yerleştirir. Bu bölümde, sevenle sevilenin bütünleşmesi ve bir olma duygusuna
dek uzanan aşk ilişkileri, psikanalizin iki önemli ismi Sigmund Freud ve Melanie
Klein’ın görüşleri doğrultusunda ele alınacaktır.
A. Psikanalizde İki Öncü: Sigmund Freud ve Melanie Klein
Sigmund Freud’un araştırmaları sonucunda elde ettiği bulgulara dayanarak öne
sürdüğü varsayımlar, psikanalizin temellerini oluşturur. Freud’dan sonra farklı
psikanaliz akımlarının ortaya çıkmasına ve bu akımlar ile Freud’un görüşleri arasında
önemli farklılıklar olmasına karşın, Freud tarafından ortaya konulan temel kavramlara
büyük ölçüde bağlı kalınmıştır.
Freud, araştırmalarına nevrotik kişiler üzerinde çalışarak başlamıştır. Ancak
nevrotik hastalarda görülen direnç, Freud’u kendi kendini gözleme ve öz-çözümlemeye
yöneltmiştir. Bu evrede, düşlerin çözümlemesi de önem kazanmıştır. Bu süreç sonunda
Freud, zihinde mevcut bilinçdışı süreçleri ve bu süreçlerin bilinç düzeyine çıkmasını
engelleyen direncin nedenlerini ortaya koymuş, bilinçdışı süreçler ile bilinçli süreçlerin
işleyiş mekanizmalarının farklılıklarını saptamıştır.
Aklın bilinçdışı içeriğinde enerjilerini içgüdülerden alan davranışsal yönelimler
vardır. Bu yönelimler anında doyum sağlama isteğine sahiptir, gerçekliğe uygun işleyişe
sahip olan bilinçli süreçlere uyum sağlayamamaktadır. Bunun da ötesinde, Freud’a
göre, cinsel ve yıkıcı doğaya sahip bu eğilimler, daha toplumsal olan zihinsel güçlerle
çatışma içindedir. Nevrozların dinamiklerini açıklamak için Freud’un saptadığı bu
neden, onun düşlerle ilgili çalışmalarından elde ettiği sonuçlarla da desteklenmiştir.
Freud’un doyum sağlama amaçlı saydığı dürtüler, psikanalitik kuram açısından
nesnelerin önemini arttırır, çünkü dürtülerin doyum sağlaması ancak nesneler
aracılığıyla olabilir. Daha sonra yeni bir psikanaliz eğilimine de adını veren “nesne
ilişkileri” Freud’un yaklaşımında libido kuramıyla açıklanmaktadır. Freud’un 1905
yılında yazmış olduğu “Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme”den itibaren dürtüleri
nesne ilişkilerinin odak noktasında kabul ettiği görülür (“Three Essays on the Theory of
Sexuality”). Haz ilkesinin temel olduğu bir süreç olan dürtü tatminine yönelik arayışlar,
nesne bulma sürecini ve nesne ilişkilerinin gelişimini belirlemektedir. Bu nedenle, aşkın
niteliği konusunda da önemli yorumlar getiren libido kuramı, bu incelemede önemli bir
yere sahiptir.
Nevroz ve psikozların nedenleri incelenirken libido gelişiminin ilk evrelerinin
sağlıklı bireylerin yaşamlarında da son derece etkin ve önemli olduğu ortaya çıkmıştır.
Libido, içgüdünün kendisini gösterdiği güce verilen isimdir; tanımın da ortaya koyduğu
gibi, bu güç, doyum arayışı içindedir. Libido, doyum sağlamak için nesnelere yayılma
yolunu seçer. Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları’nda Freud, kuramında libidonun
doyuma ulaşamaması durumunda, ciddi nevrotik sorunların ortaya çıkabileceğini
belirtmektedir (299-300). Ancak, libidonun her engellenişi mutlak olarak nevrozla
sonuçlanmaz. Freud, Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları’nda bu önemli noktayı
“[mantıkçıların anlatımıyla] önerme karşılıklı değildir” sözleri ile belirtir (343).
Her engellenmenin nevrozla sonuçlanmaması, libido kuramından yola çıkarak nesne
ilişkilerinin psikodinamiğini anlamayı sağlar. Freud’un amip benzetmesiyle açıkladığı
libido ve nesneler arasındaki ilişkiye göre, libido, nesnelere yayılma ve daha sonra geri
çekilebilme yetisine sahiptir (412). Bireyin nesneyle olan ilişkisinde ortaya çıkan her
problem bir libidinal kilitlenmeye ve hastalığa yol açmaz. Bu noktanın bilincinde olarak
kişiler arası iletişimin ve sevginin en yoğun şekli olan aşk olgusunu nesne ilişkileri
açısından ele almak, aşkın doğası ve niteliği hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmemizi
sağlar. Önermenin karşılıklı olduğunun varsayılması durumundaysa, aşk ilişkilerindeki
her sorunu psikopatolojik niteliği olan bir olgu olarak ele alma zorunluluğu doğardı.
Freud, libido kuramını geliştirdiği süreçte ego libidosu ve nesne libidosu şeklinde
bir ayrım yapma zorunluluğu duymuştur. Ego libidosu nesnelere yayılma yoluyla
doyum sağlama eğilimindedir (412). Ancak, sorunsuz nesne ilişkilerinin olabilmesi için
ego libidosunun kendisini nesnelerden çekebilmesi de gerekir. Aşık olma durumunda
libido sevilen kişiye yönelir; sevilen kişinin aşka karşılık vermemesi durumundaysa
seven kişinin libidosunu geri çekebilmesi gerekir. Aşk sonucu özkıyımlar, aşık olunan
kişinin öldürülmesi gibi durumlar, ego libidosunun belirtilen esnekliğinin olmaması ile
ilişkili olarak ele alınabilir.
Freud’un libido kuramında ortaya koyduğu görüşler, kendisinden sonraki
analistler tarafından değerlendirilmiş, eleştirilmiş ve farklı doğrultularda geliştirilmiştir.
Nesne İlişkileri Okulu’nun kurucusu olarak kabul edilen Melanie Klein (1882-1960),
kendisini bir Freud yorumcusu olarak tanımlar, ancak içgüdüyü fantazmatik içsel
nesnelere bağlaması ve süper ego oluşumunu nesne ilişkilerinin gelişimi ile
ilişkilendirmesi bakımından klasik kuramdan oldukça uzaklaşmıştır. Klein’ın nesne
ilişkileri kuramına burada ayrıntılı olarak yer verilmeyecektir. Ancak, bu çalışmanın
sonraki bölümlerinde çeşitli göndermeler yapılacağından Klein’ın görüşlerinde insanın
erken dönem ilişkilerinin, özellikle bebeğin anneyle olan ilişkisinin çok önemli bir yer
tuttuğunu belirtmekte yarar vardır. Klein, kuramını,“bebek içgüdüsel olarak kendisini
bekleyen anneden haberdar olarak dünyaya gelir” varsayımı üzerine kurmuştur (Tura 10,
“Editörün Önsözü”). Bebek iç dünyasındaki ölüm içgüdüsü ve saldırganlık dürtüsü
nedeniyle bunların bir bölümünü anneye yansıtır. Ancak, çocuk “iyi nesne” olarak
algıladığı anneye sevgi, “kötü” olarak algıladığı nesneye ise saldırganlık yatırımı yapar.
Diğer bir deyişle, bebek anneyi “iyi” ve “kötü” olarak ikiye ayırır. Bebek zamanla
olgunlaştıkça nesnenin bütünselleşerek iyi ve kötü yanları ile birlikte algılanması ise
“çift-değerlilik” olarak adlandırılır. Çift-değerliliğin oluşumu, süper ego oluşumu olarak
da görülebilir, çünkü nesnenin iyi ve kötü yanlarıyla bütünsel olarak algılanması,
öznenin kendi davranışları üzerindeki denetimini de arttıracaktır. Klein, Haset ve
Şükran adlı kitabında bebeğin anne memesiyle ilişkisinin niteliğine bağlı olarak haset,
kıskançlık, açgözlülük, şükran kavramlarını ele alır.
Klein’a göre, ilk nesne olarak anne ve anne memesiyle ilişki son derece önemlidir.
Anne memesi yalnızca fiziksel olarak anlamlandırılmaz; besin kaynağı olan
meme, daha derinde yaşam kaynağıdır. Dolayısıyla ilk nesnenin bireyde kök salması
(içselleştirilmesi) bireyin temel özgüvenini sağlamaktadır. İlk nesne ile olumlu ilişki
kurabilmek, anne sevgisinden her an emin olma gereksiniminin kaynağı olarak kaygıdan
kurtulmak anlamına gelir. Dolayısıyla, ilk nesne ile olumlu bir ilişki, yaşamın ilerleyen
dönemlerinde kaygıyı azaltacaktır. Haset ve Şükran adlı klasik yapıtında Klein,
memenin birey için anlamını şöyle ifade eder:
Hastalarımızın analizinde görmüşüzdür, meme, iyi halinde, bütün anne
iyiliğinin, tükenmez sabır ve cömertliğin ve aynı zamanda yaratıcılığın ilk
örneğidir. Böyle fanteziler ve içgüdüsel ihtiyaçlarla zenginleşir ilksel
nesne; böylece umudun, güvenin ve iyiliğe inancın temeli olarak kalır.(22)
Klein, en erken dönemlerde oluştuğunu düşündüğü hasedin bu ilişki üzerindeki
etkilerine de değinir. Haset iyi nesneyi korumada güçlüklere neden olmaktadır, çünkü
bebek elde edemediği doyumun meme tarafından kendisinden esirgendiğini
düşünmektedir. Hasedin kökeni, anne ile olan ve tüm diğer bireyleri dışlayan ilişkide
bulunur. Bu nedenle, haset duyulan ilk nesne de anne memesidir. Bebek anne
memesinde istediği her şeyin bulunduğunu, ancak annenin bunu kendi doyumu için
kendisine sakladığını düşünür. Böyle bir düşünce, anne ile olan ilişkinin sağlıklı
olmasını engeller. Haset öznenin bir kişi ile olan ilişkisinde olup arzulanan şeyin diğer
kişiye ait olmasından dolayı duyulan kızgınlıktır (23); bu kızgınlıkla birlikte, arzulanan
şeye sahip olmaya veya o şeyi bozmaya, kirletmeye yönelik bir eğilim vardır (23).
Klein’ın kendisinden alıntı yaptığı Geoffrey Chaucer’ın hasedi en büyük günah olarak
tanımlaması, bu eğilimi fark etmesinden kaynaklanmış olmaktadır:
İnsanlarda, hasetin aslında en büyük günah olduğuna ilişkin bilinçdışı bir
duygu vardır, çünkü haset yaşamın kaynağı olan iyi nesneyi kirletiyor,
bozuyor ve yaralıyordur. Chaucer da Vaizin Öyküsü’nde bunu söyler:
“Haset, hiç kuşkusuz en büyük günahtır; çünkü bütün öbür günahlar
sadece bir erdeme karşı günah işler, oysa haset her türlü erdeme ve bütün
iyiliklere karşıdır”. (33)
Hasedi bireyin yaşantısında en önemli konuma yerleştiren neden, kuşkusuz bu
duygunun bireyin sevme ve şükran duygularını zedelemesidir. Haset duyulması sonucu
anne memesinin iyi bir nesne olup olmadığı konusunda düşülen kararsızlık, açgözlülük,
kıskançlık ve diğer yıkıcı itkileri güçlendirir. Özne sonunda nesnenin tamamen iyi
olduğu yargısına varsa bile hasedin bireyde yol açtığı zararı tamamen yok etmez:
“Özne, sonunda nesnenin her şeye rağmen iyi olduğunu gördüğünde de, onu daha da
açgözlü bir biçimde arzulayacak ve içine alacaktır” (Klein 30).
Görüldüğü gibi, Klein’a göre, “açgözlülük” de hasetle ilişkili olarak ortaya çıkar.
Klein açgözlülüğü hem bireyin gereksiniminin hem de nesnenin verebileceğinin çok
daha fazlasına yönelen bir istek olarak tanımlar (23). Nesne ilişkileri açısından
açgözlülüğün içe yansıtmanın yıkıcı şekilde gerçekleşmesinden kaynaklandığını öne
sürer: “Açgözlülük, bilinçdışı düzlemde, memeyi boşaltmaya, kurutuncaya kadar emip
tüketmeye ve yutmaya yönelir esas olarak” (Klein 23). Klein haset ve açgözlülük
arasındaki ayrımı, hasedin yansıtma açgözlülüğün ise içe yansıtma ile ilişkili olduğunu
öne sürerek dile getirir.
Hasetle ilişkili olan ve yine Haset ve Şükran’da Klein’ın üzerinde durduğu bir
diğer kavram, kıskançlıktır. Kıskançlık, açgözlülük ve hasetten farklı olarak bireyin en
az iki kişi ile ilişkili olmasını gerektirir. Bu durumda nesne ve birey arasına bir üçüncü
kişi girmiştir. Haset ve açgözlülükle karşılaştırıldığında, kıskançlık toplum tarafından
daha kabul edilebilir bir duygu ve davranıştır. Klein’a göre bu tavır farklılığı,
kıskançlıkta, kıskanılan nesneye bireyin “zarar vermemesinden” kaynaklanmaktadır
(43).
Haset, bireyin haz alma ve memnunluk duyması ile doğrudan ilişkili olduğu için
bireyin nesne ilişkilerinde kalıcı etkiye sahiptir. Haset duygusunu yoğun şekilde
barındıran ilişkiler yaşayan bireylerin diğer kişilerle ilişkilerinde, ilişkinin devamı için
gerekli özdeşleşmelerinin sorunlu olmasına neden olur (30). Diğer taraftan, iyi nesnenin
sağlıklı şekilde içselleştirildiği ilişkiler yaşayan bireyler, zaman zaman haset, kıskançlık,
açgözlülük hissetseler bile iyi nesne ile güçlü bir ilişki kurulmuş olduğu için bu duygular
gelip geçicidir (30-31).
Sevme yetisinin gelişimi ile yakından ilişkili olan bir başka duygu da şükrandır.
Olumsuz bir gelişimin sonucu olan hasedin tersine şükran, iyiliğin içselleştirilmesinin
bir sonucudur. Klein’a göre, bireyin hem kendisinde hem de başkalarında bulunan
iyiliği görmesini sağlayan şükran duygusunun temeli bebekliğin erken dönemindedir
(31). Klein, şükranın oluşumunu da bireyin anne memesiyle olan ilişkisi ile bağlantılı
sayar: “Memedeyken yaşanan eksiksiz doyum ve memnunluk, bebeğin anneden eşsiz bir
armağan aldığını ve onu korumak istediğini gösterir. Şükranın temeli de budur” (31).
Klein’a göre, memede yaşanan doyum ve memnunluk deneyiminin yaşanma oranı
arttıkça şükran duygusunun oluşum olasılığı da güçlenmektedir. Klein, iyi nesnenin
özümsenmesi sonucu duyulan zenginliği paylaşma isteği cömertlik olarak kendisini
gösterdiğini belirtmektedir (32). Ancak, haset ve açgözlülük duyguları yaşayan
bireylerin suçluluk duygularını gidermek için “cömert” bir tavır sergilemeleri de
olasılığına dikkat çeker. Ancak, bu bireylerin davranışları sonunda abartılı takdir
istemleri, cömert tavrın ardında yatan itici gücün ayırt edilmesi için bir ölçüt olabilir
(32).
Melanie Klein’ın kuramında vurgulanan sevme yetisinin, şükranın, hasedin,
açgözlülüğün nesne ilişkileri açısından çok önemli olan “bölme” ve “idealleştirme”
üzerindeki etkileri de bu tez kapsamında dikkate alınan kuramsal yaklaşımlardır. Bu
konuda Klein başlangıçta şöyle bir varsayım ortaya koyar: “Sevme yetisi hem
bütünleştirici eğilimlere hem de sevilen ve nefret edilen nesneler arasındaki başarılı
ilksel bölünmeye yardım eder” (34). Bu varsayımın ilk bakışta çelişkili göründüğünü
Klein da kabul etmektedir. Ancak, Klein, ilk bütünleşmeden sonra yeniden iyi
nesnelerle bütünleşme deneyiminin yaşanması için bölme sürecinin gerekli olduğunu
vurgular (35). Sevme yetisinin yeterince gelişmediği durumlarda ise idealleştirme
gereksinimi artar. İdealleştirmenin doğuştan geldiği ve iyi nesnenin bulunduğuna olan
inançtan kaynaklandığı düşünülmektedir (37). Klein’a göre, idealleştirme, bireyin iyi
nesne arayışını doyurma amacıyla seçtiği bir yoldur (37). Ancak, haset ve açgözlülük bu
süreçte de oldukça etkindir. İdealleştirme sürecinde birey nesnenin olduğu şekline değil,
olmasını arzu ettiği şekline bağlanır (38). Daha sonra iç dünyada bulunan ve
bilinçdışında olan nesneye yönelmiş haset ve açgözlülük duyguları nesnenin
idealleştirilmiş yanına da yansıtılır. İdealleştirme üzerine kurulmuş ilişkilerin, özellikle
aşk ve arkadaşlık ilişkilerinin, sürekli olmamasının en önemli nedeni, hiçbir zaman
idealleştirmede tam doyum sağlanamamasıdır: “İdealleştirmeye dayanan ilişki çökmeye
yatkındır; sevilen nesnenin yerine sık sık bir başkasını geçirme zorunluluğu doğar;
çünkü hiçbiri beklentileri tam karşılayamıyordur” (Klein 38).
Bireyin iç dünyasında yaşanan nesne ilişkilerinin gelişim süreçleri, kişiler arası
ilişkilere ve dünyaya bakış açısında da doğrudan yansıdığı için, Nesne İlişkileri Okulu,
insan ilişkilerinin ya da âşık olma durumunun incelenmesi için önemli bir kuramsal
açılım sağlamaktadır. İnsan ilişkilerini Freud’un libido kuramı ve Klein’ın haset ve
şükran üzerine görüşleri aracılığı ile incelemek, anlamsız görünen pek çok olayın
ardındaki dinamikleri aydınlatma potansiyeline sahiptir.
B. İdealleştirilmiş Bir Tutku Olarak Aşk
Sevilene karşı ölçülemeyecek bir bağlılık ve tutku, ona sahip olma istemi ve
onunla bir bütün hissetme ve aynı zamanda “kendi” olarak kalma... Bugüne dek
yapılmış birçok aşk tanımının ortak noktaları bir araya getirildiğinde karşımıza bu
özellikler çıkıyor. Tüm bu özelliklerin bir araya geldiği idealleştirilmiş aşklar hakkında
yazılmış pek çok yapıt vardır. Julia Kristeva, aşkın ideal imgesi ile özdeş olmadığını şu
sözlerle belirtir: “Aşk konuşulan bir şeydir ve yalnızca budur: Şairler daima bunu
bilmekteydiler” (277). Birçok aşk söylemi aşkı olumlu ve ideal değerler toplamı olarak
kurgulamış ve bu kurgular, antik Yunan’dan 19. yüzyıla kadar büyük ölçüde kabul
gördüğünden aşkın dokunulmaz sayılan alanına pek girilememiştir. Enis Batur, “Aşk
Üzerine Marazî Bir Deneme Daha” başlıklı yazısında, kültür tarihçisi Denis de
Rougemont’un “Mutlu aşkın yazılı tarihi yoktur” (5) sözünü aktararak önemli bir
noktayı vurgulamıştır. Aşk, yüzyıllar, hattâ bin yıllar boyunca, sanat ve edebiyatta ana
konulardan biri olmasına karşın sanat eserlerinde çoğu kez mutsuz aşkın yüzleri
sergilenmiştir. Aşkın “doğa”sına ilişkin “nesnel” sayılabilecek kuramsal görüşler ancak
Romantik dönem sonralarında ifade edilmeye başlamıştır. Psikanalizin gelişimi sonucu
psikoterapi süreçlerinde yansıyan aşkların ideal aşk imgesinden uzak oluşu, kuşkusuz
“daha normal” sayılabilecek görüşlerin ortaya atılmasında önemli bir paya sahiptir.
Aşkın idealleştirilmesi ve bir anlamda dokunulmaz konuma getirilişi, âşık olma
hâlinin çözümlenmesiyle bu idealleştirmenin sorgulanmasını olanaklı kılmıştır.
Psikanaliz, nesne ilişkileri kuramların da gelişimi ile aşk kavramını idealleştirilmiş
imgesinden koparmış ve deyim yerindeyse, yeryüzüne indirmiştir. Psikanalitik yaklaşım
felsefe ve teolojiden farklı olarak, bütünsel bir aşk tanımı ortaya koymayı hedeflemez.
Freud’dan sonra, ideal bir tutku sayılmayan aşkın farklı yönlerinin, birey gelişimi ile
ilgisi açısından incelenmesi mümkün olmuştur. Psikanalitik kuramların gelişimi ile
bireysel aşkların yanı sıra mutsuz aşkların tarihi de insan zihninin anlaşılması
bağlamında önem kazanmıştır.
Romantik aşk, Halit Ziya’nın romanlarında da olduğu gibi, birçok kişiyi ölüme,
deliliğe ya da cinayete sürükleyebildiği için özellikle inceleme konusu olmuştur.
California Üniversitesi’nde yetişkinlerde bağlılık konusunu araştıran Dr. Phillip Shaver,
“Romantic Love and Attachment Styles” (Romantik Aşk ve Bağlanma Şekilleri) adlı
makalesinde, romantik aşk ilişkilerinde üç ana biyolojik davranış sisteminin etkin
olduğunu belirtir. Shaver’a göre, bu davranış sistemleri, bağlanma, bakım ve cinsellik
olarak belirlenir. Bağlanma, âşık bireylerin birbirlerine karşı bir bebeğin annesine
duyduğu duygulara benzer duyguları taşımasını tanımlarken, bakım, bireylerin birbirini
bakıma gereksinimi olan çocuklar olarak görmesini belirtir. Romantik aşkta cinsellik,
bağlanma ve bakımdan sonra gelmektedir. Bu üç sistem dışında da aşk ilişkilerinde
farklı davranış sistemleri bulunabilir. Ancak, bağlanma tipi özellikle önemli yer tutar.
Kendisine bakan anne ile etkileşimine bağlı olarak kişinin bağlanma şekli doğduğu
günden itibaren şekillenmeye başlar. Yaşam boyu aşk da içinde olmak üzere bireyin
tüm ilişkileri, anne ve çocuk ilişkisinin niteliğinden etkilenir. Klein’ın nesne ilişkileri
kuramının da bu ilişkinin niteliğine verdiği önem nedeniyle, kuram aşkın psikodinamiği
hakkında da açıklayıcı bir nitelik kazanmıştır.
Romantik aşk, mutsuzluğun seven birey üzerine anîden değil, yavaşça, bir çeşit
tatlılıkla sokulması sürecidir. Âşık olunan kişi, âşık olan tarafından idealleştirilir.
İdealleştirme sonucunda âşık olunan kişi, dünya üzerindeki en yüce değerlere sahip olan
nesne konumuna getirilir. Ancak, romantik âşığın yazgısı bu noktada mitolojik
öyküdeki Narcissus’un yazgısı ile aynı noktada buluşur. Narcissus’un suda görüp âşık
olduğu yüzün kendisinin olduğunu ve bir yansıma olduğunu anlamasından sonraki
ümitsizliğini, romantik âşık idealleştirdiği kişinin kendisinin oluşturduğu bir yanılsama
olduğunu anladığı anda yaşar. Mutsuz aşk tarihi de bu yanılsama anlarının sanat
eserlerine aktarılmasıdır.
Bu noktada “romantik aşkta trajik son kaçınılmaz mıdır?” sorusu akla
gelmektedir. Freud’un libidonun enerjisini nesnelere yayma ve geri çekebilme yetisine
sahip bir depo olduğunu anımsamakta yarar vardır. Romantik aşklarda çoğu kez
nesnelere yayılan libidinal enerjinin geri çekilememesi sonucu bir kilitlenme
yaşanmaktadır. İdealleştirmenin başat olduğu bu tip aşklarda, sevgide doyumun sahip
olma ile özdeş sayılması, aşkın giderek patolojik niteliğe bürünmesine neden olur.
Libido kilitlenmesi, ilksel nesne olarak anne ile kurulan ilişkiyle yakından bağlantılıdır.
Anneyle ilişkide güven duygusunun oluşmaması, başta haset olmak üzere saldırganlık ve
öfke benzeri duyguların yansıtılması, yaşamın daha sonraki dönemlerde yaşanan
ilişkilerde idealleştirme gereksinimini arttırır. Ancak ilişkide idealleştirilen nesnenin
(sevilen kişinin) imgelemdeki özelliklere sahip kişi olmadığını, aslında bir başka kişi
olduğunu görmek, yaşanan bütünleşme duygusunun, “biz” olma duygusunun,
zedelenmesine neden olur. Gerçeğe dönüşü kabul etme yetisine sahip bireylerde
romantik aşklar “hüzünlü birer anı” olarak kalırken nesne ilişkilerinin gelişimi sorunlu
bireylerde trajik sonlara sıklıkla rastlanır.
BÖLÜM II
ELMAS YAĞMURUNDAN SİYAH İNCİ YAĞMURUNA: MAİ VE SİYAH
Halit Ziya Uşaklıgil’in birçok yapıtında karakterler mutlu olmadıkları
yaşamlarından kurtulmanın, huzura kavuşmanın bir aşk veya bir idealde gizli olduğunu
düşünürler. Tüm yaşamlarını bu aşk veya ideale ulaşmak için harcarlar. Ancak, Halit
Ziya’nın tüm romanlarında aşk ve idealler, sonuçta yaşanan trajedilerin bir parçası
olurlar. Bu kadar güçlü idealleri ve aşkları kendi içinde yutan, “elmas yağmurlarını
siyah inci yağmurlarına dönüştüren” trajik sonlar neden daima Halit Ziya’nın
karakterlerini bulur? Bu bölümde, Ahmet Cemil’in yaşadığı bu dönüşüm sürecinin
işleme mekanizması psikanalitik açıdan ele alınarak bu soruya Mai ve Siyah romanı
kapsamında yanıt aranmaktadır.
Ahmet Cemil, Mülkiye Mektebi’nin son sınıfına geçtiği yıl babası ölür; on dokuz
yaşına dek ailesiyle mutlu bir yaşam süren Ahmet Cemil, annesinin ve kız kardeşi
İkbal’in geçimini sağlamak zorunda kalır. Yaşamının yeni dönemi bu zorluklarla başlar.
Okul yıllarından beri edebiyat tutkusu olan Ahmet Cemil, Fransızca’dan çeviriler yapar.
Ancak, zevkle okuduğu Fransız klasiklerini çevirmek sandığı kadar kolay bir iş değildir.
Ekonomik zorluklar nedeniyle Mir’at-ı Şuûn gazetesinde iş bulur ve basit öyküler
çevirir. Aynı dönemde ek bir iş daha bulur ve akşamları zengin bir ailenin çocuğuna
ders vermeye başlar. Artık evlerinin geçimi düzene girer; hattâ Ahmet Cemil zengin
olmaya başladıklarını düşünür.
Ahmet Cemil’in en büyük hayali, edebiyat dünyasında ünlü bir yazar olmaktır.
Yoğun çalışmasının arasında kendisini üne kavuşturacak yapıtı da yazmaya başlar.
Çevresindeki tüm olaylara karşı nispeten duyarsız davranır, çünkü zihni sürekli
hayalinin gerçekleşmesini sağlayacak yapıtla meşguldür. Kız kardeşi İkbal’in
evliliğinden önce bile onu isteyen kişi hakkında araştırma yapma gereği duymamıştır.
Aileye katılan Vehbi, onda yalnızca hafif bir huzursuzluk oluşturur. Ahmet Cemil o an
bu duygu üzerinde fazla durmaz.
Yapıtı dışında tek ilgisini çeken kişinin en yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi`nin
uzun süredir görmediği kız kardeşi Lâmia olduğu görülür. Ona âşık olduğunu anlaması,
yapıtı üzerinde yoğunlaşmasına ve onu bitirme isteğinin artmasına neden olur.
Lâmia’nın karşısına “ünlü yazar” Ahmet Cemil olarak çıkma isteği de hayallerinde
önemli bir yer alır. Bu sırada, gazete sahibi Tevfik Efendi’nin felç olmasından dolayı,
oğlu, yani İkbal’in eşi Vehbi yönetime geçer. Başlangıçta durumdan rahatsız olan
Ahmet Cemil, bir süre sonra baş yazar olur ve bir miktar para ile yeni makineler
alınmasını sağlayarak gazeteye ortak olur. Babasının ölümünden sonraki dönemde,
Ahmet Cemil için belki de ilk kez her şey yoluna girmektedir. Yapıtını tamamlaması da
bu döneme rastlar. Arkadaşı Hüseyin Nazmi`nin evinde yapılacak olan bir toplantıda
yapıtın okunmasına karar verilir. Sonunda Ahmet Cemil beklenen yapıtını dönemin
önemli yazarlarına okur ve beğeni toplar. Kendisini kutlayanlara Lâmia bile bir fırsatını
bulup, gizlice, eserin sonuna “Tebrik ederim” yazarak katılır.
Ahmet Cemil’in mutluluğu, eniştesinin kötü yanlarını görmesi ile bozulmaya
başlar. Bir gün bir gazetede, hiçbir zaman kendisini sevmediğini ve kıskandığını
düşündüğü Râci tarafından yazılmış, kendisini ve yapıtını sert bir üslûpla eleştiren bir
yazı çıkar. Vehbi, bu yazının gazetesini kötü yönde etkileyeceğini öne sürerek baş
yazarlığı başka birisine verir. Bir akşam evde bu konuda çıkan bir tartışmada eniştesi,
hamile karısı İkbal’in karnına tekme atarak bebeğin düşmesine ve İkbal’in ölümüne
neden olur. Bir süre sonra Hüseyin Nazmi’den, Lâmia’nın bir subaya verildiğini
öğrenmesi ile Ahmet Cemil’in hayatta aşkı bulmaya ilişkin hiçbir umudu kalmaz.
Düşlerine bu kadar kapıldığı için kendisini suçlayarak edebiyattan bütünüyle kopar,
ülkenin uzak bir vilâyetine gitmek üzere annesiyle birlikte İstanbul’u terk eder. Elmas
yağmuru düşüyle başladığı yolculuğun siyah inci yağmuruna dönüşmesi ile Ahmet
Cemil bu kez düşlerinden uzak, bilmediği bir yolculuğa çıkmaktadır. Kendisini gerçek
Ahmet Cemil ile karşı karşıya getiren “umutlarının yıkıntılarından kaçan” (389) Ahmet
Cemil’in şu sözleri onun yaşamını en iyi şekilde özetlemektedir:
Ah! Biçare hırpalanmış, ezilmiş hayat!.. Mai bir gece ile siyah bir gece
arasında geçen şu nasipsiz, bahtsız [talihsiz] ömür!.. Bir bârân-ı elmas
altında inkişaf ederek [belirerek] şimdi bârân-ı dürr-i siyahın altında
gömülen o emel çiçekleri!.. (398)
Halit Ziya Uşaklıgil üzerine yapılan değerlendirmelerde Mai ve Siyah, Türk
edebiyatında bir dönüm noktası olarak görülmüştür. Berna Moran, Türk Romanına
Eleştirel Bir Bakış adlı yapıtında, yazarın Mai ve Siyah’tan önceki romanlarını “okurun
özellikle acıma duygularını uyandırmak için” yazılmış acıklı aşk hikâyeleri olarak
değerlendirir (68). Mai ve Siyah, Halit Ziya’nın ruhbilimsel gerçekçiliğe dayanan ilk
romanıdır. Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri adlı kitabında Kenan Akyüz,
romanın en önemli yönünün toplumsal yaşama yer vermesi olduğunu belirtir. Akyüz’e
göre aşkın ikinci plana alındığı Mai ve Siyah’ta toplumsal yaşama yer verilmiş olması,
onun en önemli yönünü oluşturur (115). Akyüz’ün vurguladığı bu nokta romanın
dönemin tartışmaları düzleminde okunmasına da yol açmıştır. Dönemin özelliklerini ve
edebiyattaki arayış ve yenilikleri değerlendirerek bu romanı okumak, Ahmet Cemil’in
ünlü bir yazar olma isteğini, yeni bir edebî anlayış getirme isteği ile ilişkilendirerek
değerlendirmek mümkündür. Ancak, dikkatli bir okuma, Tanpınar’ın “Kitaba bulunacak
asıl kusur, bu ideal iştiyâkını çok dar bir çerçevede alması ve yüzeyde kalmasıdır”
şeklinde ifade ettiği gözlemini haklı çıkarır (“Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu” 276). Halit
Ziya, bu yapıtında, Nemide veya Aşk-ı Memnu’da mekânı oluşturan köşk gibi kapalı
ortamlarda geçen romanlarındaki gibi toplumsal çevreyi bütünüyle yok saymamıştır;
ancak, Mai ve Siyah’ı döneminin edebî ortamını yansıtan bir roman olarak okumak için
yeterli metinsel ipucu bulunmaz. Mai ve Siyah baştan sona Ahmet Cemil’in yaşamı
üzerinde odaklanır ve toplumsal çevre de ancak Ahmet Cemil’i ilgilendirdiği ölçüde
verilir. Bu nedenle, bu çalışmada dış etkenlerden çok Ahmet Cemil incelenmiştir; dış
etkenler karakter üzerindeki etkileri oranında ele alınmıştır.
Romanın başından beri ünlü bir edebiyatçı olmak ve kitap yazmak isteğinin
Ahmet Cemil’in tüm yaşamını ele geçirmiş olması, romana psikanalitik yaklaşımı akla
getirir . Ahmet Cemil’in kitapta “Henüz yirmi iki yaşında, bütün maneviyatı [ruh haleti]
yalnız bir ümidin tahakkukuna muntazır [gerçekleşmesini beklemekte]...” (39) şeklinde
ifade edilen kitap yazarak ünlü bir yazar olma ideali, düşündüğünün tersine onu elmas
yağmurunun kaynağına götürmek yerine yitirilen ümitlere sürüklemiştir. Ne var ki
Ahmet Cemil bu durumu ancak tüm ümitlerini yitirdikten sonra fark eder. Romanın
sonunda, yaşamdan beklentisi kalmamış, yokluğa teslim olmak üzere olan genç bir adam
olarak annesine sığınır:
O vakit titreyerek ayağa kalktı: “Geliyordum, anne!...” dedi ve hayatta
bir ümidi kalmamış bu çocuk, yavaş yavaş, bu siyah geceden, şu kendisini
çekip almak isteyen ademden [yokluktan] ayrılarak mevcudiyetini
[varlığını] daha kuvvetle çeken bu sese uyarak, annesini takip etti... (400)
Psikanalitik açıdan nesne ilişkileri düşünülerek ele alındığında romanın burada
verdiğimiz kısa özeti, Ahmet Cemil’in sorunlu nesne ilişkilerinin varlığına işaret eder.
Freud’dan bu yana egonun, libidonun nesnelere gönderildiği ve nesnelerden gelen
libidonun alınabileceği bir depo olduğu bilinmektedir. Ego ve nesneler arasındaki bu
dinamik ilişkiyi Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları’nda Freud, aşağıdaki
benzetmeyi kullanarak açıklar:
Konuyu özet olarak ortaya koymak için ego-libidosunun nesnelibidosuyla
ilişkisini, sizler için anlaşılır kılabileceğim bir yolla,
zoolojiden bir benzetmeyle düşündük. Çok az farklılaşmış bir
protoplazmik madde küreciğinden oluşan canlı organizmaların en
basitlerini [amipleri] düşünün. Bunlar yalancı ayak denilen çıkıntılar
oluşturup gövdesini oluşturan maddeyi bu ayaklara akıtarak hareket
ederler. Ancak bu çıkıntıları bir kez daha geri çekebilir ve bir kez daha
kendilerini bir küreciğe dönüştürebilirler. Bu çıkıntıların uzamasını ana
libido kütlesi Egoda kalabilirken libidonun nesnelere yayılmasıyla
kıyaslıyor ve normal koşullarda Ego-libidosunun engellenmeksizin nesnelibidosuna
dönüşebileceğini ve bunun bir kez daha Egoya geri alınabileceğini düşünüyoruz. (412)
Psikanalizde sağlıklı bir libidonun nesnelere yayılma ve geri çekilme
esnekliğinin olduğu düşünülmektedir. Nesnelerle bu dinamiği kuramayan ve dolayısıyla
bu ilişkiyi sürdüremeyen egonun sorunlu olduğunu söylemek mümkündür. Mai ve
Siyah’ta Ahmet Cemil’in durumuna bakıldığında, nesnelerle ilişkisinde böyle bir
dinamiğin sağlıklı şekilde yaşandığı söylenemez. Karakterin libidosu yazacağı yapıta ve
bu sayede elde edeceği üne odaklanmış ve karşılaşılan başarısızlık durumunda libidonun
geri çekilmesi mümkün olmamış, bir anlamda, libido kilitlenmesi yaşanmıştır. Ahmet
Cemil’in nesne ilişkilerinin sorunlu olmasının yanı sıra yaşamının tüm hedefinin ileride
olmak istediği şeye, gelecekteki Ahmet Cemil’e odaklanmış olması okura narsisist
kişilik özelliklerini düşündürmektedir.
Konunun daha iyi anlaşılmasının sağlanması açısından bu sorunlara geçmeden
önce Freud’a göre nesne bulma sürecinin evrelerini anımsamakta yarar vardır. Freud’a
göre nesne bulma sürecinin başlangıcında öncelikler, beslenme arzusunun
doyurulmasına bağlıdır ve çocuk ilk nesne olarak doyum sağlayan anne memesine
bağlanır. Daha sonraki dönemde çocuk kendisini anneden ayırır ve bağımsızlığını elde
ederken “oto-erotik” deneyimi yaşar. Bu dönemde çocuk, nesne olarak kendi bedenini
seçer. Bir sonraki aşamada ise dış nesneye yönelim gerçekleşir. Ahmet Cemil’in
durumunda dış nesneler ile olan ilişkilerde birtakım sorunlar olduğu düşünülebilir.
Ancak, karakterin yaşamının ilk yıllarına ilişkin ayrıntılı bilgi sahibi olunmadığı için,
nesne bulma sürecinde sorun olduğunu ileri sürmek bir varsayım olarak kalacaktır. Bu
çalışmada görüşlerinden büyük ölçüde yararlanılan Sigmund Freud ve Melanie Klein’ın
kuramları, bu varsayımı doğrulamaktadır. Bu noktada nesne bulma ve nesne seçimi
açısından Klein’ın “nesne ilişkileri” kuramının Freud’un görüşlerinden farkının ne
olduğu sorusu akla gelebilir. Freud’a göre nesne seçimi temelde dürtü tatminine
bağlıdır. Ancak, Klein’da durum farklılaşmaktadır. Saffet Murat Tura, Melanie
Klein’ın Haset ve Şükran adlı kitabına yazdığı önsözde bu farkı şu şekilde ifade
etmektedir:
Klein’a göre içgüdü daha doğumdan itibaren türün evriminden intikal
eden fantazmatik içsel nesnelere bağlıdır. Bir başka ifadeyle, çocuk daha
baştan içgüdü tatminine yönelik nesne ve ilişki arayışlarıyla donatılmıştır.
İlk bakışta önemsiz görülen bu varsayım farklılığı gerek ilgili klinik
malzemenin yorumunda gerek kuramın bütününde ciddi ayrılıklara yol
açmaktadır. (“Editörün Önsözü”, 7-8)
Klein’ın kuramının temelinde yer alan içe yansıtılmış nesneler, özdeşleşmeler, erken
fantezi oluşumları gibi kuramsal kavramların bu farklılıktan doğduğunu varsaymak
hatalı olmayacaktır. Ancak, kesin bir yargıya ulaşmak için her iki analistin yaklaşımları
ayrıntılı şekilde ele alınmalıdır.
Romana geri dönecek olursak Ahmet Cemil’in erken çocukluk dönemine ilişkin
bir bilgi okura verilmemektedir. Dolayısıyla, Ahmet Cemil’in nesne ilişkilerinde
karşılaştığı sorun Freud’un son evre olarak ifade ettiği dışsal bir nesne arama sürecinde
ortaya çıkabilecek soruna denk gelmektedir. Edebiyata çok meraklı olan, özellikle
Fransız yazarları okuyan ve onları kendisine örnek alan Ahmet Cemil, onlardan biri
olduğu takdirde bir kişilik kazanacağına inanmaktadır:
Ah; o eser yazılıp da intişar ettiği [yayımlandığı] zaman ben büsbütün
başka bir adam olacağım! Öyle sanıyorum ki iştihar perisi [şöhret perisi]
gelip makhur, mağlup [yenilerek] ayaklarımın altına atılacak; kendimi
birden yükselmiş göreceğim, o zaman: “Ben bugün şu toprak parçasının
üzerinde birisiyim!..” diyebileceğim... (134-35)
Ahmet Cemil’in edebiyat alanında başarıyı yakaladığı ve “peri” olarak nitelediği
üne sahip olduğu zaman kendisinin birey olacağına olan inancı, narsisist kişilik
özelliklerine sahip olduğu şeklindeki ilk varsayımı güçlendirmektedir. Yukarıdaki
alıntıdan, Ahmet Cemil’in “kendisinin ileride olacağı kişiyi” sevdiği anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, Ahmet Cemil karakteri ele alınırken narsisist kişilik özelliklerinin analizine
ağırlık verilecektir. Ancak, buradan Ahmet Cemil’in patolojik narsisizme sahip olduğu
sonucu çıkarılmamalıdır. Bu nedenle öncelikle genel olarak narsisizm ve normal
narsisizm ile patolojik narsisizm ayrımı üzerinde durulacaktır.
Kişilik özellikleri ve bozuklukları arasında, narsisizm, ilk tanımlanan kişilik
özelliklerinden biridir. Freud’un Narsizm Üzerine adlı çalışmasından bu yana
“narsisizm” kavramı bilinmektedir. Ancak, Freud, bu çalışmasını yaptıktan sonra
narsisizm kuramında pek çok farklılıklar ve gelişmeler olmuştur. “Narsisizm” kavramı
hakkında gerek Freud, gerekse Otto Kernberg ve Heinz Kohut gibi önde gelen
psikanalist kuramcılar tarafından çeşitli görüşler belirtilmiştir. Bu çalışmada özellikle
Kernberg’in görüşlerinden yararlanılacaktır. Bunun en önemli nedeni ise bugün
Kernberg’in Klein’ın görüşlerini yorumlayan en önemli analistlerden olmasıdır. Ancak,
bu durum Kernberg ve Kohut arasındaki farklılıkların göz ardı edildiği anlamına
gelmemelidir.
Freud’un 1914 yılında yazdığı “Narsisizm Üzerine Bir Giriş”başlıklı yazısında
normal bir evreyi adlandırmakta kullanılan narsisizm kavramına Raşit Tükel, “Freud
Metinlerinde Ego İdeali” adlı yazısında şöyle değinmektedir:
Narsisizm, bireyin, o ana kadar oto-erotik etkinlikler içinde yer almış olan
cinsel dürtülerini, bir sevgi nesnesi elde etmek üzere birleştirdiği;
kendisini, kendi bedenini sevgi nesnesi olarak aldığı ve ancak bunun
ardından kendinden başka bir insanı nesnesi olarak seçmeye doğru
ilerlediği bir evreyi temsil etmektedir. Diğer bir ifadeyle, narsisizm,
sınırsız ve nesneden bağımsız olan, egonun enerji yatırımı (cathexis)
olarak görülmektedir. (12)
Ancak, narsisizmin bu evre geçildikten sonra da kişilikte etkin hâle gelmesi
narsisist kişilik özelliklerini akla getirmektedir. Freud’a göre bu durumu, narsisist ve
yaslanma tipleri olarak ikiye ayırmak mümkündür. Birinci tipte kişi, kendini, kendisinin
bir zamanlar olduğu şeyi, kendisinin olmak istediği şeyi veya kendisinin parçası olmuş
bir şeyi sevebilir. İkinci tipte ise, kendisini besleyen kadını, kendisini koruyan erkeği ve
bunların yerini alan bir dizi ikame nesnelerini sevebilir (Narsizm Üzerine 37-38).
Ahmet Cemil karakterine bakıldığında, onun birinci tipe uygun özellikler gösterdiği
görülmektedir. Ahmet Cemil, yayımlayacağı kitap sayesinde elde edeceği ün ile
kendisinin olmak istediği şeye tutku derecesinde bağlıdır. Burada kitap, bağlanılan
nesne olmaktan çok, bağlanılan hayale gitmekte kullanılacak araç olarak görülmelidir.
Ferdinand de Saussure’ün kavramları ile ifade edecek olursak, kitap bir göstergedir,
gösterileni ise gelecekte Ahmet Cemil’in elde edeceği ün ve saygıdır. Burada dikkat
çekilmesi gereken bir diğer nokta da kitabın Ahmet Cemil’in ölümsüzlük düşüne de
hizmet eden bir nesne olmasıdır. Romanda buna ilişkin bir ipucu verilmemiştir. Ancak,
varoluşsal açıdan düşünüldüğünde, Ahmet Cemil adı, kitap sayesinde, gelecek kuşaklara
da aktarılacaktır. Bu durum, Ahmet Cemil’in narsisizmini daha da güçlendirmektedir.
Ahmet Cemil’in en yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi ile olan ilişkisi de onun
kişiliğindeki narsisist belirtiler kapsamında ele alınmaya uygundur. Hüseyin Nazmi,
Ahmet Cemil’in şu andaki yaşamında yer almasına karşın onun gelecekte olmak istediği
kişiyi temsil etmektedir. Ahmet Cemil’in Hüseyin Nazmi’nin konumuna olan hayranlığı
bu arkadaşlığı sürdüren en önemli nedenlerden biridir. Bu arkadaşlık da Ahmet Cemil
için olmak istediği şeyle özdeşleşme aracıdır. Ancak Otto Kernberg’in Sınır Durumlar
ve Patolojik Narsisizm adlı kitabında bu tip ilişkilerin içlerinde yoğun şekilde
özdeşleşme ve idealleştirme barındırmasının yanı sıra yoğun haset de barındırdığı
belirtilmektedir: “Bu hastalar [narsisist kişilikler], kendilerinin sahip olmadığı şeylere
sahip görünen ya da hayatlarından memnun görünen kişilere çarpıcı bir biçimde yoğun
haset duyarlar” (200). İlk bakışta, hiçbir şekilde haset barındırmadığı izlenimi veren bu
arkadaşlıkta Ahmet Cemil’in duyduğu haset ve bu nedenle yaşadığı suçluluk duygusuna
ilişkin ipuçları romanda görülmektedir:
Ah! O da böyle bir odaya, şöyle bir kütüphaneye, böyle kitaplara malik
[sahip] olabilseydi!.. Hüseyin Nazmi’nin evinde bu his birinci defa
olarak onun temiz dimağına düştü. Bir kar tabakasının tertemiz beyazlığı
üzerine düşmüş bir katre [damla] leke gibi... Kendi kendisine utandı.(72)
Ahmet Cemil’in, Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lâmia’ya olan aşkı yine
hayranlık duyduğu kişinin sahip olduğu bir şeyi elde etme isteği olarak da
yorumlanabilir. Çevresinde başka genç kızlar olup olmadığı bilinmemektedir; ancak,
Lâmia dışında hiçbir bayana ilgi duymuyor olması ve Lâmia’yı idealleştirmesi bu
yargının haklılığını düşündürmektedir. Bu aşamada, dikkate alınması gereken önemli
bir nokta da Ahmet Cemil’in Lâmia’ya aşkını kitabını tamamladıktan sonra ilân edecek
olmasıdır. Bunun nedeni irdelendiğinde, Lâmia’nın da Hüseyin Nazmi’nin dünyasına,
dolayısıyla Ahmet Cemil’in gelecekteki dünyasına ait olması, önemli bir nokta olarak
ortaya çıkmaktadır. Ahmet Cemil’in özgüven eksikliği burada dikkati çekmektedir. Bu
durumu yenmek için Ahmet Cemil, narsisist kişilik özellikleri taşıyan kişilerin çoğunun
kullandığı bir savunma mekanizmasını kullanmaktadır; “umut vadeden genç” olması
Ahmet Cemil’e ileride bu özgüven eksikliğini yeneceği güvencesi vermektedir.
Görüldüğü gibi, Ahmet Cemil’in yalnız yazacağı kitaba olan bağlılığı değil,
yakın çevresindeki kişilerle olan ilişkiler de kişiliğindeki narsisist özellikleri ortaya
çıkarmaktadır. Kız kardeşinin evliliğine karşı takındığı tavır bunun en iyi örneğini
oluşturur. Kız kardeşinin mutsuz evliliğinden kendisini sorumlu hisseder gibi görünse
de aslında bu sorumluluğu üstlenmemektedir, çünkü kendisini de benzer şekilde
yaşamda “kaybeden” sınıfında görmekte ve kız kardeşine gerçekten yardım
edebileceğini düşünmemektedir. Onun tüm yaşamı, yazacağı kitap sayesinde ulaşacağı
gelecekteki yaşamına odaklanmıştır. Bu nedenle, yaşadığı hiçbir durumda?çünkü tüm
bu durumlarda o, bir “kaybeden”dir?gerçek anlamda sorumluluğu kendi üzerinde
hissetmemektedir. Otto Kernberg’in narsisist kişiliklere ilişkin betimlemesi bu aşamada
dikkat çekici olabilir:
Narsisist kişiliklerin başlıca özellikleri, büyüklenmecilik, aşırı bencillik
ve başka insanlardan hayranlık ve takdir elde etmeye çok hevesli
olmalarına karşılık, başkalarına karşı çarpıcı bir ilgi ve eşduyum
yokluğudur [. . . .] Özellikle içten üzüntü ve yas dolu özlem duyguları
hissetmezler; depresif tepkiler yaşayamamaları, kişiliklerinin temel bir
özelliğidir. (Kernberg, Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm 200)
Narsisizmin patolojik bir tanımlama kategorisi olmaktan çok bir nesne ilişkisi
tarzı olduğu, Ahmet Cemil’in incelenmesi açısından son derece önemlidir. Ahmet
Cemil’in kız kardeşinin içinde bulunduğu duruma somut bir müdahalede bulunmaması,
onun ailesinden bütünüyle soyutlanmış ve ailesinin yaşadığı acılara duyarsız bir karakter
olarak değerlendirilmesini haklı çıkarmayacaktır. Ahmet Cemil’in insan ilişkilerindeki
mesafeli tutumu, onun kişiliğinin zedelenmesi ile yakından ilişkilidir. Ahmet Cemil,
eniştesi Vehbi Bey’in davranışları karşısında olduğu gibi, genel olarak karşılaştığı tüm
zorlu durumlarda küskün ve çaresiz bir tutum sergilemektedir.
“Bari mesut olsa!” diyordu. Onun saadetinden emin olabilse, değil ufak
tefek istirahat esbabını [dinlenme sebeplerini], demin sekteye
uğrayacağından [bozulacağından] korktuğu için hayat sükûnunu belki
bütün istikbal emellerini [gelecekle ilgili arzularını] feda ederdi. (187)
Bu davranış biçiminde kayda değer bir özgüven eksikliği görülürken
idealleştirdiği kişiler ile olan ilişkilerinde sergilediği tavır bir anlamda gelecekteki
Ahmet Cemil’i belirlemektedir. Kız kardeşi de dahil olmak üzere roman boyunca
Ahmet Cemil’in hiçbir ilişkisinde sağlıklı bir özdeşleşme görülmemektedir. En yakın
arkadaşı olan Hüseyin Nazmi ile olan ilişkisi bile idealleştirme üzerine kurulmuştur. Bu
ilişkide, yukarıda da belirtildiği gibi, hasedin görülmesi de sağlıklı bir özdeşleşme
ilişkisinin yokluğuna işaret eder. Özdeşleşme sürecinde kişi, özdeşleşilen kişi gibi
olmaya çalışırken idealleştirmeye dayalı ilişkilerde kişi, idealleştirilen kişiye sahip
olmaya çalışır. Bunun olanaksızlığı da idealleştirilen kişiye karşı haset duygusunu
yoğunlaştırır. İdealleştirme sürecinde idealleştirilen nesneye sahip olma eğilimi baskın
olduğundan bu ilişkilerin uzun sürmesi olanaklı değildir. Ahmet Cemil’in Hüseyin
Nazmi’yle özdeşleşme sürecinde başarısızlığı ve toplum içinde de engellenme duygusu
yaşaması, onu, günlük yaşamla ilgisiz görünen bir karakter yapar. Ancak, ilişkilerindeki
bu “yaşamdan çekilmiş” tutum, zedelenmiş kişiliği korumaya yönelik bir savunma şekli
olarak da görülebilir. Ahmet Cemil’in yaşamındaki dönüm noktasını ise kitabı da dahil
olmak üzere yaşamındaki hemen her alanda birbiri ardı sıra gelmeye başlayan
başarısızlıkları oluşturmaktadır. Bu başarısızlıklar ile Ahmet Cemil belki de ilk kez
kendini irdelemeye başlamıştır. Narsisist kişilik özelliklerine sahip bazı kişiler, yaratıcı
olmaları ve bu nedenle diğer kişilik bozukluklarına oranla toplumsal yaşamla daha iyi
bütünleşmeleri ile bilinmektedir (Kernberg, Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm
201). Ahmet Cemil de aslında bu kişilere örnek gösterilebilir. İyi bir evlat, iyi bir
arkadaş ve entellektüel bir gençtir. Ancak, kendisi için önemli olan, yazacağı kitapla
yaratacağı “mucize”dir. Yalnızca kendisini değil, çevresini de bu duruma inandırmış
görünmektedir.
İlk bakışta, Ahmet Cemil’in yaşamakta olduğu başarısızlıklar ile kitabına olan
inancını yeniden gözden geçireceği ve yaşamına yeni bir yön vereceği düşünülmektedir.
Burada yine bir narsisizm mekanizması devreye girer:
Kaygı yaratan durumlarda özdenetim uygulayabilirler ve bu da
başlangıçta iyi kaygı tahammülü gibi görünebilir; ancak, analitik
açımlama, kaygı tahammülünün, narsisist fantezilerinin artması ve
“muhteşem tecrit”e çekilme pahasına elde edildiğini gösterir. (Kernberg,
Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm 201)
Ahmet Cemil’in yaşamında karşılaştığı sorunlar, başlangıçta onun kitap idealine
daha da çok sarılmasına neden olmuştur; Ahmet Cemil, sarıldığı idealin kendisine
vereceği doyumu düşündüğünde yaşamakta olduğu kaygı ve çaresizlikten sıyrılmaktadır.
Ancak, bu mekanizmanın işlevini yitirmesi, narsisist egonun kendisi hakkında yazılan
alaycı eleştiriyi gördüğünde yoğun şekilde zedelenmesinden kaynaklanmaktadır. Raci
tarafından kendisinin de çalıştığı gazetede “Bir Edebi Müsamere??!!” başlıklı alaycı
eleştiriyi okumasıyla birlikte Ahmet Cemil, kendisi hakkında oluşturduğu yanılsamayı
yitirir. Şimdi bir kitabı vardır; ancak, bu onun büyük bir yazar olarak kabul edilmesi
yerine alaycı eleştirilere maruz kalmasına neden olmuştur. Bu olaydan sonra kız
kardeşinin yaşadığı sorunlara daha duyarlı olması ve daha önce müdahale etmediği için
suçluluk hissetmesi, Ahmet Cemil’in özdeşleşme yetisini tamamen yitirmediğinin
kanıtıdır: “Kardeşini bu bedbahtlıktan kurtarmak için bütün vasıtalara, bütün kuvvetlere
malik [sahip] imişçesine yalnız şimdiye kadar lakayt [ilgisiz] kalmış olmasına
kızıyordu” (278). Ancak, idealleştirmenin baskın olmasından dolayı yoğun bir hayal
kırıklığı yaşamaktadır: “Kendi kendisine: ‘Ah! Hulyalarım [hayallerim]!..’ diyordu.
Şimdi İkbal, matbaa, eseri, eniştesi, bütün bu yaralar hepsi birden kanamaya başlamıştı”
(310).
“Bütün yaralarının hepsinin birden kanamaya başlaması”, Ahmet Cemil’in
yaşamında yeni bir dönemin başladığını okura bildirir. Bu sürecin başlaması ile Ahmet
Cemil, “günden güne eksildiği görülen vücut” (338) tamlaması ile söz ettiği kız kardeşi
ile özdeşleşir; Ahmet Cemil’in yaşamını ona bağışlama istemi hem hayal kırıklığının
şiddetini göstermekte, hem de kız kardeşi ile özdeşleşme ve giderek “eksilme” ile
dolaylı intiharı imlemektedir.
Bu önemli değişim noktasından sonra yaşamında ilk kez Ahmet Cemil “sıradan”
insanın yerinde olmayı arzulamış ve bir memur olmayı, ün perisinin peşinde koşmamış
olmayı istemiştir. Yaşamının hayal kırıklığından inandığı ideali terk ederek
kurtulacağını düşünmektedir. İdealize edilmiş nesnenin işlevini istenilen şekilde yerine
getirmediği zaman hissedilen nefret Ahmet Cemil’i de sarar:
Okumak?.. Artık bunların hepsinden nefret ediyordu. O şairler, o sevgili
kitaplar, bunlar bütün yaşanmış yahut yaşamaktan yorulmamış adamların
sahte şiirleri, sahte felsefeleriydi. Bütün şiir ve felsefe işte şu dakikada
onun bu melal ve yeisinde muhtevi idi [onun bu acı ve ümitsizliğindeydi].(370)
İdealindeki yaşama ulaşma yolunda başarısızlığa uğrayınca Ahmet Cemil,
kendisine ve idealine giden yoldaki her şeye karşı bir değersizleştirme tavrı sergiler.
Yukarıda alıntıda belirtilen nefret duygusu da bu değersizleştirmenin bir parçasıdır.
Kendisine yönelik öfke ve başarısızlık duygusundan ise, annesine sığınarak kurtulma
eğilimdedir. Anneye sığınma, çocukluğa geri dönmeyi ve korunma istemini
göstermesinin yanı sıra yeni bir yaşama başlamayı, tüm yaşananlardan bir çeşit arınmayı
da temsil eder.
Ahmet Cemil’in bu çalışmanın başından bu yana “normal narsisizm” gibi
yorumlanmaya çalışılan kişilik özellikleri, “umutlarının yıkıntılarından kaçmak” (389)
isteğiyle annesine sığınmasından sonra, patolojik narsisizmin özelliklerine yaklaşır.
Ahmet Cemil, “ayrıcalıklı, özel bir birey olma” yanılsamasını yitirmiştir. Kitap
yazmaya ve ünlü olmaya aktardığı libidosunu geri çekmeyi uzun süre başaramamıştır.
Geri çektiği anda ise libidosu kendi egosuna yönelmiştir; narsisizmin neden olduğu tüm
yanılsamalarının çökmesinin karakter üzerindeki etkileri romanda verilmektedir.
Sıradanlığa dönme arzusu Ahmet Cemil’i sarmıştır ve tamamen güçlü kendilik imgesi
bütünüyle yok olmuştur.
Romanın sonunda, Halit Ziya romanının karakteristiği olarak adlandırılabilecek
olan trajedi, bu psikolojik temel üzerinde yapılandırılmıştır. Ahmet Cemil, hayal
kırıklığının büyüklüğü ile orantılı ölçüde uzak bir yere gitmeyi tercih etmiştir.
Kendisinin bir ölü gibi yaşayacağını düşünürken annesine sığınma ile yaşama tutunmayı
denemektedir:
— Anne, müsaade eder misin? Senin dizine yatayım... Haniya, bir
vakitler beni dizine yatırır da saçlarımı okşardın? İşte yine öyle yatayım,
beni yine öyle, güya sekiz on yaşında bir çocuk gibi okşa... Ah! Bilsen,
anneciğim, bugün okşanmak, sevilmek için ne kadar ihtiyacım var!
Hususiyle çocuk olmak, o mesut zamana biraz avdet etmeye [dönmeye]
nasıl muhtacım!.. (392)
Tüm bu çocukluğa dönme, anneye sığınma ve her şeye yeniden başlama
isteklerine rağmen Ahmet Cemil artık bunların mümkün olmadığının bilincindedir.
Başlangıçtaki normal narsisizm artık patolojik narsisizm belirtileri göstermeye
başlamıştır. Ancak romana dayanarak patolojik narsisizmin Ahmet Cemil örneğinde
mutlak son olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu konuya biraz daha açıklık
getirmek için kuramsal olarak, bu iki narsisizm tipi arasındaki farkın belirtilmesi yerinde
olacaktır:
Kernberg, yalnızca narsisist kişilik bozuklukları olan bireylerde diğerleri
ile olan ilişkinin terk edildiğini düşünür. Burada, ilişki artık nesne ve
“kendi” arasında değildir, ancak, ilkel, patolojik, büyük görülen “kendi”
ile aynı büyük görülen “kendi”nin daha sonradan idealize edilen nesneler
üzerinde geçici olarak içselleştirilmesi arasındadır. İlişki artık ne “kendi”
ve nesne arasında ne de nesne ve “kendi” arasındadır; fakat “kendi” ve
“kendi” arasındadır. Burada “kendi”nin “kendi”ne ilişkisi olarak
tanımlanan toplam narsisist ilişki nesne ilişkisinin yerini alır. Kernberg’e
göre, patolojik narsisizmin en şiddetli şeklini bu durum oluşturur.
(Sacksteder 46)
Romanın olay örgüsü ilerledikçe Ahmet Cemil’in patolojik narsisizme doğru yol
aldığı görülmektedir. İdealize edilen nesnelerin içselleştirilme sürecinde yaşanan
sorunlar, Ahmet Cemil’de narsisizmin sağlıklı bir öz farkındalık sınırını aştığını gösterir.
Ahmet Cemil’in kişilik özellikleri sonucunda, yaşamı, elmas yağmuru düşünün sonuna
doğru hızla ilerlemektedir. Bu çalışma boyunca irdelenmeye çalışılan gidiş, aynı
zamanda elmas yağmurlarının yavaş yavaş siyah inci yağmurlarına dönüşümüdür.
Romanın sonu beklenmeyen bir son değildir. Her şey psikanalitik açıdan birbiri ile
neden-sonuç ilişkisi içindedir. Başlangıçta narsisist yatırım ve nesne yatırımı aynı anda
yapılır ve birbiri ile etkileşim içindedir. Nesne ilişkilerinin gelişim şekline bağlı olarak,
bu romandaki Ahmet Cemil karakterinde olduğu gibi, narsisist kişilik gelişimi ortaya
çıkabilir. Bu beklenmeyen bir trajedi değildir; tam tersine, böyle bir olay örgüsü içinde
büyük bir trajedinin yaşanmaması beklenmeyen bir durum olurdu. Sonuç olarak, nesne
ilişkilerinin sağlıksız şekilde yapılandığı tüm karakterlerin elmas yağmurları bir süre
sonra siyah inci yağmurlarına dönüşecektir. Hem bu romanındaki hem de diğer
romanlarındaki karakterler incelendiğinde Halit Ziya’nın bir siyah inci yağmuru yazarı
olduğunu söylemek, çok da hatalı bir yargı olmasa gerek.
BÖLÜM III
AŞK-I MEMNU: YİTİK CENNETLER
Aşk-ı Memnu, Halit Ziya Uşaklıgil’in yapıtları arasında eleştirmenlerin en çok
dikkatini çekmiş olan romandır. Tarihsel açıdan ilk Türk romanı olmamasına rağmen,
pek çok kişi Aşk-ı Memnu’yu ilk “gerçek” Türk romanı olarak nitelendirmiştir. Fethi
Naci’nin “Aşk-ı Memnu” başlıklı yazısında yer alan “Aşk-ı Memnu yaşamasını sürdüren
ilk Türk romanı. Tarih açısından değil, edebiyat açısından ilk Türk romanı” (28)
şeklindeki sözleri kuşkusuz birçok eleştirmenin görüşünü de yansıtmaktadır. Öte
yandan, romanın neyi anlattığı ve “kimin romanı” olduğu konusunda çeşitli yorum
ayrılıkları doğmuştur. Aşk-ı Memnu’nun tek bir karakterin öyküsü olduğunu ileri
sürmek, üzerinde odaklanılan karakter için haklı saptamaları ortaya koyarken tüm
karakterler dikkate alındığında eksik kalacaktır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Mai ve
Siyah ve Aşk-ı Memnu” başlıklı yazısında “Pek az roman Aşk-ı Memnu kadar satranç
oyununa benzer” (280) sözleriyle ortaya koyduğu saptama, yorum ayrılıklarına da
açıklık getirir. Satranca benzeyen bu romanda çeşitli eleştirmenler, farklı hamlelerle
sonuca ulaşıldığını düşünmüşlerdir. Bu benzetmeye dikkatle bakıldığında, satranç
oyununda tüm taşların sonuçta etkin rolü olmasından dolayı romandaki tüm
karakterlerin romanın kurgusunda son derece önemli olduğunu söylemek mümkündür.
Roman, Firdevs Hanım ile Bihter ve Peyker adlı kızlarının sandal gezintisinin
anlatılmasıyla başlar. Adnan Bey’i gören anne ve kızları arasında Adnan Bey hakkında
bir konuşma geçmektedir. Anne ve kızları arasındaki ilişkide bazı sorunlar olduğu, bu
konuşmayla anlaşılır. Sonraki bölümlerde Firdevs Hanım ve kızlarının yaşamı ile
Adnan Bey’in köşkündeki yaşamın anlatılması, Bihter ile Adnan Bey evliliğinin
anlaşılmasını kolaylaştırır. Bihter, genç kızlık hayallerinin gerçekleşmesi umuduyla,
yaşlı ancak zengin olan Adnan Bey’le evlenir. İstediği her şeye sahip olacağını
düşünerek geldiği köşkte kendini bir “yabancı” olarak hissetmesi, evliliğinde istediği
doyumu elde edememesi, Bihter’i Behlül’le yasak bir aşk ilişkisine yöneltir. Bihter, iç
çatışmalarına Behlül’ün kendisine ihanet etmesi eklenince özkıyıma karar verir ve diğer
insanların gözünde “ahlâkî açıdan düşmüş” bir kadın konumuna düşmeden yaşamı sona
erer.
Aşk-ı Memnu, kurgusu dikkate alındığında, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
benzetmesini kullanırsak, tüm taşların etkin olduğu bir satranç oyununu
çağrıştırmaktadır. Böyle ustalıkla kurgulanmış bir roman için bugüne dek yapılan
çalışmalarda neler söylenmiştir? Yasak aşkın ahlâkî açıdan sorgulaması, yaş farkı fazla
olan evliliklerde olabilecek problemler, hazır yiyicilerin yaşamları ve Batılılaşma ile
birlikte gelen sorunlar, eleştirilerde en çok ele alınmış noktalardır. Belirtilenlerin
tümüne dayanan eleştiriler mümkündür; her biri çeşitli açılardan haklı çıkarılabilir.
Ancak, tek bir açıdan yapılan eleştiriler, romanın bütününe yönelecek kadar kapsamlı
olmayacaktır. Bu nedenle, çalışmanın bu bölümünde, tek karakter yerine tüm
karakterler üzerinde, tek bir olay yerine roman kurgusu açısından önemli tüm olaylar
üzerinde bir inceleme yapılması hedeflenmektedir.
Bihter, Aşk-ı Memnu üzerine yapılan pek çok çalışmada en fazla üzerinde
durulan karakterdir. Alison Sinclair, The Deceived Husband (Aldatılan Koca) adlı
kitabında, eşine ihanet sonucu okurların tüm ilgisini üzerinde toplayan ve Bihter’in
durumunda olduğu gibi sonraki edebiyat eleştirilerinin merkezinde yer alan karakterlerin
trajik yaşamları için şu noktaya dikkat çeker:
Edebiyat okumaları ve edebiyat yapıtlarının kendileri, başarılı—bu
terimin aynı zamanda “başarılı başarısızlık” fikrini de kapsayabileceğini
savunabilirim—yani trajik başarısızlığı bizim ilgimizi çekecek şekilde
anlatılan karakter üzerinde yoğunlaşma eğilimine sahiptir. (25)
Bu saptama göz önünde bulundurulduğunda, Aşk-ı Memnu okumalarının neden
şimdiye dek Bihter üzerinde yoğunlaştıkları anlaşılmaktadır. Ancak, Bihter’in
trajedisinin son derece açık olması, diğer karakterlerin trajedilerini göz ardı etmeyi haklı
çıkarmaz. Ayrıca romandaki tüm kurgusal kişilerin Bihter’in “başarılı başarısızlığında”
önemli paya sahip olduğu düşünüldüğü zaman romanı tüm karakterlerin öyküleri ve bu
öykülerin kesişim düzlemlerinde inceleme gerekliliği doğar. Bu nedenle, bu çalışmada
Bihter’in yanı sıra tüm diğer karakterler, aşk ve ihanet temasının yanı sıra kıskançlık,
yaşlanma korkusu, suçluluk gibi temalar açısından incelenecektir. Kuşkusuz böyle
kapsamlı bir romanın incelemesinde her zaman farklı okumalar mümkündür; burada ise
romana psikanalitik açıdan yaklaşılarak psikolojik dinamikler hakkında daha geniş bir
kavrayış elde edilmesi hedeflenmektedir.
Roman, Bihter’in yaşadığı ana süreç üzerinde yoğunlaşsa da ikinci bir süreçten
söz etmek de mümkündür: babasının Bihter’le evlenmesiyle birlikte başta babası olmak
üzere tüm sevdiklerini kaybeden Nihal’in yaşadıkları. Diğer karakterlerle ilgili her türlü
bilgi, bu iki sürecin psikodinamiklerini anlamak açısından önem taşır. Bu nedenle,
Adnan Bey-Bihter evliliği ve Bihter-Behlül ilişkisinden önce iki ilişki sürecinin
incelenmesi gereklidir: “Melih Bey takımı”ndan olan Firdevs Hanım ve kızlarının
ilişkileri ve eşinin ölümünden sonra Adnan Bey’in çocukları Nihal ve Bülend’le
ilişkileri. Böyle bir yaklaşım, mutluluk için ideal görünen bu evliliğin iki tarafa da
mutluluk vermemesinin neden-sonuç ilişkileri açısından son derece doğal bir durum
olduğunu ortaya koyar.
Firdevs Hanım ile kızlarının ilişkisine bakıldığında Bihter ya da Peyker’den çok
anneleri dikkati çeker. 45 yaşında, ancak Selim İleri’nin deyişi ile “ölümsüz dişiliğe
tutkun” (“Aşk-ı Memnu yada Uzun Bir Kışın Siyah Günleri”, 184) bu kadına kızlarının
sürekli ilerleyen yaşını anımsatması anne ve kızlarının ilişkisinde birtakım sorunlar
olduğunu ortaya koyar: “Peyker’in manalı bir kelimesi, Bihter’in insafsız bir tebessümü
güya bu iki genç vücudun gençlik muzafferiyetini hâlâ genç kalmak isteyen bu validenin
harap ve fersude [yıpranmış] kırkbeş senesine çarpardı” (20). Kızlarının doğumunun
daha ilk anda Firdevs Hanım için mutluluk nedeni olmak yerine “iki mühim musibet
darbesi hükmünde [iki önemli felâket değerinde]” (26) oluşu ve tüm davranışlarına bu
duygunun yansıması, anne ve kızları arasında sevgiye dayalı bir ilişki kurulmasının
olanaksız olduğunu düşündürür. Firdevs Hanım başta gençliği olmak üzere, ilgiyi,
parayı ve Adnan Bey’i elinden alan kızlarına karşı annelik duyguları değil, düşmanlık
beslemektedir. Evliliğinde istediklerinin hiçbirini elde edemediğini düşünen Firdevs
Hanım’ın çocuklarını adeta sahiplenmeyerek, gün geçtikçe gençliğe ve dişiliğe daha
fazla tutunması, belirgin kişilik özellikleridir.
İstanbul’un seyranları [gezinmeleri] takviminde ismi silinemeyen, hâlâ
silinemeyecek görünen, hayatından her sene geçtikçe gençliğe daha
ziyade asılan bu kadın, beyazlığını saklamak için sarıya boyadığı
saçlarıyla, taravetinin [tazeliğinin] izmihlalini [yok oluşunu] örtmek için
düzgünlere sıvadığı simasıyla [yüzüyle] kendisini o kadar aldatmış, henüz
tazeliği vehminin içine öyle bir fikir dalaletiyle [düşünce saplantısıyla]
nefsini tevdi etmiş [kendini bırakmış] idi ki, Peyker’le Bihter’in yaşlarını
– birinin yirmi beş, ötekinin yirmi iki senesini– unutarak onları bütün bu
tebessümlerden, bu takiplerden hisse alamayacak kadar çocuk
zannederdi. (19)
Yaşamın kendisine istediklerini vermediğini düşünen Firdevs Hanım, kızları da
dahil olmak üzere her şeyden bunun intikamını almak ister gibi görünür. Ancak,
erkeklere karşı tüm çekiciliğini sergilemek için farklı bir tutum takınır. Erkeklerin onun
yaşamında tek çıkış olması, bu tutumun altındaki nedeni açıklar: Zengin bir erkekle
evlenirse hem maddi hırslarını hem de dişiliğini tatmin edebilecektir. Böyle bir evlilik,
aynı zamanda, ilk evliliğinde kaybettiğini düşündüğü zamanı telafi etme duygusu da
verecektir. Ancak görünürde tüm sorunları çözme gücüne sahip bu evliliğin bir türlü
gerçekleşmemesi Firdevs Hanım’ın tatminsizliğini arttırır. Kızlarına yönelik düşmanca
tavrı da aslında tatminsizliğinin şiddetinden doğar. Kendisinin yaşamı boyunca
değerlendiremediği ya da karşısına çıkmayan fırsatların şimdi Peyker ve Bihter’e
sunulma olasılığı onun kızlarına olan düşmanlığını ve yaşam hırsını arttırır. Kızlarının
sahip olabileceği güzel şeylere engel olmaya çalışarak kendisinin elde edemediklerinin
intikamını alır. Firdevs Hanım’ın kızlarının yaşlarını unutması ise onun kendi gerçekliği
ile yüzleşmek istemediğini gösterir. Kızlarının artık birer yetişkin olması, kendisinin
yaşlanmakta olduğu anlamına geldiği için “gençliğine tutkun” olan Firdevs Hanım’ın
yaşları unutması, aynı zamanda zamanın geçtiğini yadsımasıdır.
Firdevs Hanım’ın yaşamdaki duruşuna bakıldığında onu hasetli itkilerin
yönlendirdiğini söylemek hatalı olmaz. Bu noktada, Melanie Klein’in haset hakkındaki
tanımlamasını anımsamak gerekiyor: “Haset, arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu
ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur; hasetli itki, o
istenen şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya, kirletmeye yönelir (23). Bu tanım,
Firdevs Hanım’ın hem kızlarına zarar verme eğilimini, hem de adeta “yaşamın özünü
kurutmaya” yönelik tavrını açıklar. Yaşamın kendisine vermediklerini şimdi Adnan
Bey’le evlenme şansı şeklinde Bihter’e vermesi, onun hasetli itkilerini harekete
geçirmiştir. Behlül’ün Firdevs Hanım’a ilişkin gözlemi hasedinin şiddetini açığa
çıkarması bakımından önemlidir: “Bu kadının anneliğinde öyle bir yırtıcılık vardı ki
Behlül’ü korkutuyordu. Bu bir ana değil, kızlarının saadetine düşman bir rakip idi”
(399). Firdevs Hanım’ın kızlarının mutluluğuna düşmanlığı, onları kendisinden yıllarını
çalan rakipler olarak da görmesiyle ilişkilidir. Peyker’in evliliği, onun çocuk sahibi
olarak annesini “büyükanne” olma korkusu ile yüz yüze bırakması ve ardından Bihter’in
evliliği, Firdevs Hanım’a, sürekli geçen, onun bakış açısından kaybolan yılları anımsatır.
Kızları ona geçen yılların ve istediklerini elde edememesinin anıtı gibi görünür. Yaşam
insafsız bir süreçtir: “İşte seneler insaftan mahrum bir seri cereyan ile [akışla] hep
geçiyor ve Firdevs Hanım’ın hülya dolu gözlerine karşı altın iltimaı[pırıltısı] ile parlayan
o kesenin şaşaası [görkemi] hep taliin [kaderin] kıskanç elinde sönüyordu” (28). Firdevs
Hanım’ın bakış açısından yaşam insanın tüm istediklerine sahiptir: bol eğlence, iyi bir
evlilik ve zenginlik. Bu anlamda, yaşam, Firdevs Hanım için kızları gibi rakip değil,
onun tüm istediklerine sahip ancak bunları ondan esirgeyen bir süreçtir. Tüm istenenlere
sahip olması ve Firdevs Hanım tarafından sonsuz mutluluk kaynağı olarak görülmesi
nedeniyle yaşamı, sınırsız süt ve sevgi kaynağı olan anne memesine benzetmek hatalı
olmayacaktır. Haset duygusunun kökeninde sınırsız süt ve sevgi verme yetisi olan anne
memesinin bunları kendi doyumu için alıkoyduğu inancı vardır (Klein 25). İlksel nesne
olan anne memesinin çocuğu sütten yoksun bıraktığı yanılsaması, Firdevs Hanım’ın
yaşamında, onun tüm istediklerini kendisinden esirgediğini düşündüğü yaşam için
geçerli hâle gelmiştir. Sürekli rekabete dayalı olan kişiler arası ilişkilerinde bu sanı
önemli rol oynar. Ölümü ve geçen yıllarını sürekli yadsıması, bilinç dışında, yaşama
karşı elde edilemeyen başarıyı ölüme karşı elde etme arzusundan kaynaklanıyor olabilir.
Geçen yılları reddederek bir anlamda zamanı durdurmakta ve ölümü kendisinden uzak
tutmaktadır. Kendisi için asıl acının Adnan Bey’in köşkünde yalnız kaldığında
başlaması, bir anlamda bu yanılsamanın sarsıntıya uğradığını gösterir:
Burada kendisini o büyük sofanın bir köşesinde köhne, metruk
[kullanılmayan] bir kırık sandalye kabilinden yapyalnız bırakılmış
görünce derhal hissetmiş idi ki bu yeni hayatta elim can sıkıntılarından
mürekkep [oluşan] uzun saatlerle mütemadi [sürekli] bir azap saklıyor.(397)
Kuşkusuz bu yeni hayat, Firdevs Hanım’ın hiçbir şekilde değiştiremeyeceği bir
gerçekle yüzleşmesini zorunlu kılar: yaşlanmaktadır, yalnızdır ve bunlar artık kendisinin
tek gerçeğidir. Firdevs Hanım’ın bu yeni süreçteki tavrı romanda verilmemiştir; ancak,
hiç kuşkusuz, verilen bilgilerden romanın Firdevs Hanım düzleminde bir trajik sonu
vardır. Neden-sonuç ilişkileri açısından, romanın baş karakteri Bihter’in, otuz yılını
mesire yerlerinde eğlencelerde geçiren annesinin yaşamdan istediği hiçbir şeye
ulaşamadan giderek yaşamının sonuna yaklaştığı ve etrafına sevgisizlik saçtığı süreçte,
kendi kurtuluşunu Adnan Bey’le evlenmekte bulması son derece doğaldır. Bihter,
yalnızca kendi trajik yazgısının bedelini değil, annesinin trajedisinin kendi üstüne düşen
gölgesinin bedelini de ödemiştir.
Bihter’in evliliği, annesi ve kardeşi ile olan rekabetinde öne çıkmaktan çok
annesinin yazgısından kurtulma amacına yöneliktir. Bihter annesinin otuz yıl süren
eğlence hayatını kendi talihine engel olarak görmektedir. Bu engellenmişlikten dolayı
hissettiği düşmanlık, kocasız kalma korkusunun geçmesiyle duyduğu rahatlık, Bihter’in
Adnan Bey’in evlilik teklifini büyük bir kararlılıkla kabul etmesine neden olur:
[F]akat annesinin hayat tarzı bütün ailenin şöhreti o emelleri kapayan
birer set şeklinde yükseliyordu. Böyle kendisini emellerinin husulü
[gerçekleşmesi] imkânını ümit edebilmekten menettikleri için ailesine
kalbinde derin bir husumet vardı. Oh! Şimdi onlardan ne güzel bir
intikam vesilesi bulmuş olacaktı!..
Artık tamamıyla karar vermiş idi. Bu kararından döndürebilecek
hiçbir kuvvete mağlup olmayacaktı. (47)
Bihter’in Adnan Bey’le evliliğinin anlamı sağlayacağı zenginlikle sınırlı değildir;
bu evlilik, aynı zamanda Firdevs Hanım’ın hırsından, hasedinden ve toplum tarafından
onaylanmayan yaşam tarzından kurtuluştur. Bihter, elli yaşındaki Adnan Bey’i kocalığa,
çocukları Nihal ve Bülend’i evlatlığa kabul ederken bir anlamda onurlu bir yaşam tarzı
ile “evlenmektedir”. Ancak, Bihter’in böyle bir kararlılıkla ve ümitle gittiği köşkte her
şey arzuladığı gibi olmayacaktır. Adnan Bey ve çocukları arasındaki ilişki, özellikle
Adnan Bey ve kızı arasındaki ilişki, Bihter’in kendisini her zaman bir yabancı olarak
görmesine neden olur.
Burada Nihal önemli bir kişilik olarak ortaya çıkar. Nihal’i belirleyen özelliğin
Adnan Bey’e bağlılığı ve aşkı olduğunu söylemek hatalı olmaz. Freud’un Oedipus
kompleksini kuramsallaştırmasından itibaren erkek çocukların anneye, kız çocuklarının
babaya olan düşkünlükleri, hattâ aşkları, bilinmektedir. Bu kurama göre, Oedipus
evresinde, karşı cinsten ebeveyne olan aşktan dolayı rakip olarak görülen aynı cinsten
ebeveyne kin ve rekabet duyguları oluşur. Ancak, erkek çocuğun penisini, kız çocuğun
da annesinin sevgisini yitirmekten duyduğu korku Oedipus kompleksinin sona ermesini
sağlar. Nihal’in durumuna bakıldığında ise annenin ölümü önemli bir etken olarak
ortaya çıkar. Bu ölüm, Nihal’in babasına duyduğu aşktan ve sahiplenmeden
vazgeçmesini sağlayacak annenin olmaması anlamına gelir. Bu duruma Nihal’in
sevgideki sağlıksız tavrı eklenince Adnan Bey’in evliliği onun için tam bir travma
olmuştur. Bihter, Nihal’in yaşamında şimdiye dek olmayan rakip konumunu alır, çünkü
Adnan Bey artık ona âşıktır.
Nihal’in sevgi anlayışı son derece sorunludur. Nihal sevdiklerini sahiplenmekte
ve hiç kimseyle paylaşmamaktadır. Adnan Bey’in ve köşkte bulunan diğer kişilerin bu
sağlıksız anlayışı düzeltmeye çalışmak yerine desteklemesi, bu durumu Nihal’in
kişiliğinin en belirgin özelliği hâline getirmiştir.
Onun babasına bir iptilası [düşkünlüğü], bir meftuniyeti [tutkunluğu]
vardı ki hiçbir zaman tatmin edilmiş olmazdı. Daima sevilmek, her
vakitten ziyade, saniyeden saniyeye teşeddüt edecek [kuvvetlenecek] bir
muhabbetle sevilmek için ruhunda asla teskin edilemeyen
[sakinleştirilemeyen] bir ihtiyaç vardı. (101)
Burada belirtilen sahiplenme ve paylaşımı kabul etmemenin yanı sıra sevgide
tatminsizlik de bir özellik olarak ortaya çıkar. Nihal, sevdiği kişileri denetim altında
tutarak onları sevgi nesneleri konumuna getirir. Eşitlik temeline dayandığı düşünülen
kardeş sevgisi bile romanda Nihal’in Bülend’le ilgili her konuda söz hakkına sahip
olmasına ve onun yaşamını kontrol etmesine dönüşmüştür. Bülend’i diğer insanlarla
paylaşmaya tahammülü olmaması, beraberinde kıskançlığı da getirir: “Onun
kıskançlığında başka bir şey vardı: Herkesi Bülend’den değil Bülend’i herkesten
esirgiyor, başkalarıyla onun arasına kendi kalbini koyarak ona herkesten ziyade yakın
olmak istiyor zannolunurdu” (94).
Nihal’in bu tavrının köşk içinde babası ve çevresindeki diğer kişiler tarafından
değiştirilmeye çalışılmaması, onun bencillik ve kıskançlık gibi duygularının
güçlenmesine ve kişiliğinin temel özellikleri olmasına neden olur. Onun sevgisi,
paylaşımdan çok bağımlılık olduğu için sevgi nesnesini yitirme korkusu karşısında derin
kıskançlık hisseder ve bencilliği yoğun şekilde ortaya çıkar. Bülend’in ondan gizli
olarak annesinin odasına götürülmesi ya da Adnan Bey’in onun yanında Bülend’le
ilgilenmemeye dikkat etmesi gibi davranışlar Nihal’in tavrını pekiştirmiştir. Erich
Fromm, Sahip Olmak ya da Olmak adlı kitabında insanın yalnızca sevgi nesnelerinden
ibaret olması durumunda onları yitirdiği zaman kendisini de yitireceğini, kim olduğunu
bilemeyeceğini belirtir (159). Adnan Bey’in Bihter’le evliliği Nihal için tüm sevgi
nesnelerini yitirmek anlamına gelmiştir. Yaşadığı hiçbir sorunu babasına aktarmaz,
çünkü Bihter’in köşke gelişi ile kendisini kayıp, hiçbir şeye hakim olmayan bir kişi
olarak hisseder. Böyle bir ortamda kendisini feda etmekten kaçınmaz. İlk bakışta
mazoşizm izlenimi veren bu tutum, bencilce bir özellik de taşır. Nihal, babası Adnan
Bey’e bu şekilde acı vereceğini, ondan bu şekilde intikam alacağını düşünür.
Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları’nda Freud sevgi nesnesinin yitirilmesi
durumunda öznenin kaybettiği nesne ile özdeşleşerek onu kendi egosuna yerleştirdiğini
ve böylece kendisini dengelediğini belirtir (85). Ancak Nihal hemen hiçbir zaman
Oedipus karmaşasına bağlı dürtülerini bastırmak zorunda kalmadığı için böyle bir
dengelemeden yararlanamaz. Erken çocukluk döneminde annesini kaybetmesi
nedeniyle, anne konumunu da babanın doldurması Adnan Bey’in Nihal’in yaşamındaki
önemini daha da arttırmıştır. Bihter’in köşke gelişi, Bihter’in kişiliğinden bağımsız
olarak, Nihal için yeni bir trajedinin başlangıcı olmuştur, çünkü babasını da kaybetme
tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır.
Roman dikkatli okunduğunda Halit Ziya’nın Bihter’i bazı eleştirmenlerin
belirttiği gibi “düşkün ve ahlâkî açıdan zayıf” bir kadın olarak resmetmediği görülür.
Adnan Bey’in köşkünün sahibi olma düşüncesi Bihter için yalnızca serveti değil,
annesinin hiçbir zaman sahip olamayacağı erdemli bir yaşamı da içine alır. Annesine
benzediğinin farkında olan Bihter, babasına benzeme kararlılığı ve annesinden tamamen
kopma arzusu ile, iyi bir eş ve anne adayı olarak köşke gelir. Ancak Nihal’in belirtilen
özellikleri ve köşkteki hakimiyeti?Adnan Bey üzerinde Nihal’in hakimiyeti sarsılsa da
köşkün çalışanları üzerinde sürmektedir?bu evliliğin Bihter’in düşlediği cennet
bahçesine kavuşamayacağının habercisidir. Diğer taraftan, Firdevs Hanım’ın Bihter’e
yönelik düşmanca tutumunun devam etmesi de zor günleri kaçınılmaz kılar. Belki de
Bihter üzerinde annesinin davranışlarından çok hiçbir zaman onun kızı olduğunu
unutturamayacak olmasının baskısı olmuştur. Behlül ile yaşadığı aşktan sonra söylediği
şu sözler yenilgisinin ilânı olarak okunabilir:
Demek onun kanında, kanının zerrelerinde bir şey vardı ki onu böyle
sürüklemiş, sebepsiz, özürsüz Firdevs Hanım’ın kızı yapmış idi. Bütün
bu günahın, bu levsin mesuliyetini [kirin sorumluluğunu] annesine
atfediyordu [yüklüyordu]. Bu kadına bir düşman idi, ondan nefret
ediyordu, kendisini bu kadının kızı yapan kadere küsüyordu. (256)
Romanın en önemli olaylarından biri hiç kuşkusuz Adnan Bey’le Bihter’in
evliliğidir. Ancak Adnan Bey karakterini yeterince tanıyabilmemiz için yeterli ipucu
romanda yer almaz. Yalnızca son derece sakin bir hayatı olan Adnan Bey’in
yaşamındaki en büyük olay evliliği olmuş, ancak eşinin hastalığı nedeniyle bu yıllar
fedakârlıkla geçmiştir. Eşinin ölümünden sonra da çocuklarını düşünen bir baba olan
Adnan Bey, ilerleyen yaşıyla giderek daha fazla artan yalnızlık kaygısı nedeniyle
Bihter’le evlenmeyi ve onun gençliğine sahip olarak kaygılarından kurtulma yolunu
seçer:
O zaman bu boşluğun yanında yalnız, ara sıra yalnızlığına tesliyet
[avutma] bahşetmek için uğrayan çocuklarının birkaç tebessüm
sadakasıyla metruk [terkedilmiş] kalp ısınamayarak, o yalnızlığın bütün
kar parçaları hayatının semereden [verimden] mahrum kalmış
fedakârlıklarını kalın bir kefenle örterek, evet, yapayalnız kalacaktı. (62)
Hem Bihter’in hem de Adnan Bey’in daha önceki yaşamlarında kendilerini
mutsuz eden olaylardan kurtulma aracı olarak gördükleri evliliklerinde mutluluk
yanılsaması ancak bir yıl sürer. Bihter, köşkün tek hakimi olmak hayaliyle geldiği
köşkün ruhunun kendisinden kaçtığını hissetmektedir. Yalnızlığının giderek artması ve
sevme isteğinin, tutkularının doyuma ulaşmaması, sonunda, Bihter’i gerçeği itiraf
etmeye zorlar. “Artık itiraf etmeliydi: İşte bir seneden beri bu hakikati görmemek için
lüzum görülen mücahedeler [savaşmalar] onu daha ziyade yormuş, daha ziyade ezmiş
idi; evet, itiraf etmeliydi, hep böyle olacaktı” (205).
Bu noktadan sonra Bihter’in iç çatışmaları yoğunlaşır. Ancak, bu iç sorgulama
sürecinin niteliği de Bihter’in yaşamında Melih Bey Takımı’ndan olmanın ve Firdevs
Hanım’ın kızı olmaktan duyduğu sıkıntının ne denli önemli olduğunu gösterir. Bihter,
yasak bir aşk ilişkisini, toplumsal ahlâktan olan çekincelerinden dolayı değil, Firdevs
Hanım’a benzememek için istemez. Tüm bu süreçte Adnan Bey’in tamamen etkisiz
kalışı, Nihal’in bir çocuktan çok bir rakip konumuna gelişi Bihter’i yasak aşk ilişkisine
bir adım daha yaklaştırır. Romanın bu aşamasında Behlül’ün önem kazanması,
Tanpınar’ın deyişiyle satranca benzer kurguda Halit Ziya’nın önemli bir hamlesidir.
Behlül’ün ahlâkî kimliğinin “sorgulanabilir” nitelikte sunulması da yine satranç terimleri
ile ifade edilecek olursa stratejiyi tamamlamaktadır.
Behlül’le ilgili olarak anlatılanlar, okurun onun hakkında yeterli bilgi elde
etmesini sağlar. Galatasaray’da yatılı olarak okuyan Behlül, Adnan Bey’in yalısına
haftada bir gitmektedir. Ancak romanda onun köşk halkı ile ilişkilerinden çok yaşam
felsefesine yer verilmiştir. Bu çalışmada kullanılan inceleme yöntemi açısından
Behlül’ün yaşam felsefesi son derece önemlidir. Behlül’ün kişiliğine de büyük oranda
yansıyan dünya görüşü, Bihter’le olan ilişkisinin dinamiklerinde de belirleyicidir.
Behlül’le ilgili en uygun saptama, onun yaşamı uzun bir eğlence olarak görmesidir.
Ancak, ilişkilerine bakıldığında bu hedonist bakış açısına narsisist kişilik özellikleri de
eklenir. Behlül, çok fazla kişi tanıyan, çok sayıda toplumsal gruba girip çıkan ancak
derin insan ilişkileri kuramayan biridir. Herkes tarafından taklit edilmeye duyduğu
merak, romanda özellikle vurgulanmıştır. Köşkte kalmasına rağmen Nihal dışındaki
kişilerle olan ilişkileri hakkında ayrıntılı bilgi verilmemiştir. Ancak, ahlâk anlayışından
uzun uzun söz edilmesi, dış dünyaya kapalı köşk yaşamında tek seçenek olarak
sunulması ile ilgilidir. Behlül, Bihter’in sevgi ve cinsel gereksinimlerini giderecek tek
kişidir. Her koşulda kendisini haklı çıkaran Behlül’ün kadınlar hakkındaki görüşleri,
narsisist eğilimleri olduğuna ilişkin düşünceyi güçlendirir:
Bence işte aşkın felsefesi bundan ibarettir: Bu demetlerden mümkün
mertebe çok bağlayabilmek... (160)
[. . . . ]
Bu demetler o kadar çoğalacak, o kadar çoğalacak ki nihayet odamın
hücrelerinde boş yer kalmayacak. (161)
Narsisist kişilerin diğer kişilerle eşduyum kuramaması nedeniyle, bu kişilerin
âşık olması, narsisist kişilik bozukluğunda bir iyileşme belirtisi olarak değerlendirilir.
Saffet Murat Tura’nın Arnold Cooper’a dayanarak narsisizmin temel özelliklerinin mitte
bulunduğunu vurgulaması son derece yerindedir, çünkü buradan, aşkın bu kişiler için,
neredeyse olanaksız hâle gelme nedeni anlaşılabilir:
Arnold Cooper da Nunberg’e katılarak narsisizmin temel özelliklerinin
bu mitin ögelerinde bulunduğunu söyleyecektir. Cooper’a göre bu
özellikler kibir, ben merkezcilik, büyüklenmecilik, duygudaşlık ya da
eşduyum yoksunluğu, beden imgesinde belirsizlik, kendilik ve nesne
sınırlarının zayıfça ayrışmış olması, sürekli nesne bağının yokluğu ve
psikolojik tözün eksikliğidir. (Tura, Günümüzde Psikoterapi 223)
Behlül’ün “bu demetlerden mümkün mertebe çok bağlayabilmek” şeklinde ifade
ettiği amacı, bu karakterde eşduyum yoksunluğunun ve sürekli nesne bağının
yokluğunun kanıtıdır. Ancak bir sonraki alıntı, bu demetlerin çoğalarak odada boş yer
bırakmaması, hem Behlül’ün varoluşsal arayışının ve kendilik imgesinin
tamamlanmadığını, hem de doyumsuzluğunun olduğunu düşündürür. Bu
doyumsuzlukta açgözlülük de vardır. Behlül aşkı aramaktan çok onu tüketmektedir.
Açgözlülük, sürekli uyaran, ancak doyurulması olanaksız bir duygudur. Bu nedenle,
açgözlülük, kişinin ihtiyacından ve nesnenin verebileceğinden fazlasını istemesine neden
olur (Klein 23). Bu özelliklerin baskın olduğu bir kişide ahlâkî kaygıların ön planda
olması beklenemez. Bu nedenle, Behlül, romanın teması açısından kilit bir figürdür.
Bu bağlamda, Bihter’in yeni bir aşka hazır olması, Behlül’ün bu ilişkinin
başlaması için çok fazla çaba harcamasını gereksiz kılar. İlişki süresince Bihter’in iç
sorgulamaları, çelişkileri devam ederken Behlül, Bihter’in Adnan Bey’le evliliğinin bir
hata olduğunu düşünerek kendisini rahatlatır:
Bu izdivaç dünyanın en çılgın bir şeyi idi. Elbette böyle bir kadın böyle
bir kocaya sadık kalamazdı. Şu halde onun ne kabahati olabilirdi?
Kabahat asıl izdivacın idi. Hususuyla madem ki o bu hıyanetin vukuu
esbabını ihzar [ihanetin gerçekleşmesinin sebeplerini hazırlamak] için bir
şey yapmamış idi. (252)
Yaşamı uzun bir eğlence olarak gören Behlül için bu ilişki “yeni bir demet”tir.
Oysa Bihter, bu ilişki ile Firdevs Hanım’ın kızı olduğu yenilgisini kabullenmektedir.
Yine de bir savunma mekanizması olarak bu ilişkide büyük bir aşk yaşanırsa “etinin
çağrısını dinleme” günahından arınacağına inanır. Böyle bir inançla bu ilişkiye girmesi
Bihter için Behlül’ü “her şey” konumuna getirir. İlişkide paylaşım değil, sahip olma
istemi ön plandadır. Adnan Bey’le olan evliliğinde elde edemediği sevgi ve cinselliği
Behlül’de bulan Bihter, hem Adnan Bey’e hem de Behlül’e sahip olmaya çalışır.
Kendisine genç kızlık hayallerini veren evliliğinin kadınlığını aç bırakması, yasak aşkı
haklı çıkarma çabasında Bihter’e yardımcı olur; ancak, Bihter, mutsuzluğunu yenerken
Firdevs Hanım yaşantısının uçurumuna yuvarlanmıştır. Behlül ile ilişkisinde kendisini
“silinmeyecek şekilde lekelenmiş” (225) hisseden Bihter, “lekeli, pis ve murdar” (225)
kabul ettiği Firdevs Hanım’la özdeşleştiğini düşünmektedir. Bihter için gerçek uçurum
Firdevs Hanım olmaktır:
Demek bu sabah Bihter, her sabahkinden başka bir Bihter’di. Artık
bedbaht [mutsuz], bedbahtlığına acınacak bir kadın değil, bir daha
silinmeyecek bir leke ile televvüs etmiş [kirlenmiş], sefil, murdar [pis] bir
mahluk idi. Nihayet işte şimdi büsbütün Firdevs Hanım’ın kızı olmuş idi.
(255)
Romandaki en ilginç noktalardan biri, Bihter’in başlangıçta Behlül’e âşık
olmamasıdır. Ancak ihanetinden dolayı duyduğu suçluluktan aşk ile arınma fikri,
Bihter’i tutkulu ve kıskanç bir âşık yapar. Behlül’ü kaybederse kaderine tamamen yenik
düşeceğine inanan Bihter, bu ilişkiye sevgisini değil benliğini koymuştur; bu nedenle,
ilişkinin sona ermesi onun ölümü demektir. Bihter’in bu ilişkiye girme nedenleri ve
Behlül’ün kişiliği dikkate alındığında böyle dinamikler üzerine kurulu bir ilişkinin
yürümeyeceği son derece açıktır.
Bihter’le yaşadıkları, Behlül için, Halit Ziya’nın deyimiyle “emellerinin üstünde,
hatta arzu edilmeye cesaret olunamamış” (247) bir deneyimdir. Ancak Behlül bu
ilişkiye geçici bir macera olsun diye değil, yaşamındaki kısa aşk öykülerinin yerini
alacak bir sevda romanı açılsın diye girmiştir. Bihter’in onu kaybetme kaygısından
doğan tamamen teslimiyetçi, her isteğini onaylayan tavrı, kısa sürede ilişkinin heyecan
ve çekiciliğini yitirmesine neden olmuştur. Tarafların birbirine sahip oldukları güvenini
hissettikleri an aşkın büyüsünü kaybetmesi de ilişkinin sona ermesinde önemli bir paya
sahiptir. Francesco Alberoni, Âşık Olma ve Aşk adlı yapıtında bu duruma şu şekilde
değinmektedir:
Yüzyıllar boyu, aşık olma, eşlerin birbirini aldatmasına, zinaya neden
olan bir olay olarak algılanmıştır. Ancak zina, genel bir kuralın sadece
özel bir durumudur ve aşık olma olgusu, yalnızca birlikte olanı ayırdığı
ve ayrı olması gerekeni birleştirdiği zaman var olabilir. (Alberoni 17)
Bihter ile Behlül’ün ilişkisini başlangıçta Behlül için ilginç yapan, Bihter’in “ayrı olması
gereken” oluşudur. Bihter’in tamamen kendisinin olduğunu, ne isterse yapacağını
hissettiği anda Behlül onu kocasını aldatan herhangi bir kadın konumuna iterek
değersizleştirmiştir. Kuşkusuz burada Behlül’ün sürekli nesne ilişkileri kuramayan,
eşduyumdan yoksun bir kişilik oluşu da etkilidir. Ancak Behlül’ün değersizleştirme şekli,
onun bencilliğini bir kez daha ortaya çıkarır: “[N]ihayet Bihter’de izdivaç haclesinden
[gelin odasından] kaçarak başka birinin mahremiyet hücresine giren bir kadın görmeye
başlamıştı...” (345). Behlül’ün ilişkide her şeyi kolaylıkla elde edeceğine olan inancı onun
heyecanını yavaş yavaş yok ederken Bihter, kaybetme korkusuyla, giderek
kıskançlaşmaktadır. Önceleri bir şaka olarak köşkte yayılan Behlül ve Nihal’in
evlenmeleri düşüncesi, Firdevs Hanım’ın çabaları ve hem Bihter’in hem de Behlül’ün
hissettiği tehditkar tavrı nedeniyle ciddiye dönüşür. Firdevs Hanım tarafından yapılan,
Bihter’den intikam alma planıyla Nihal’in bir anda dişi bir rakip durumuna getirilmesi
Bihter’i uçuruma daha da yaklaştırır. Bihter’in Behlül’ün Nihal’le evliliğinin
gerçekleşmesine engel olmak için her şeyi göze alması, kıskançlığının ve sahip olmaya
dayalı sevgi anlayışının sonucudur.
Bihter, kıskançlığın kendisine verdiği öfkenin yanında kendisiyle birlikte
Behlül’ü ve Nihal’i de mahvetmeyi düşünmenin acısını yaşamaktadır. Yoğun bir hayal
kırıklığı içindedir; ancak bu durum, onun tatminsizliğinden değil, Behlül’ün tavrından
kaynaklanır. Behlül’ün kolaylıkla Nihal’le evlilik fikrine kapılması, hattâ gerçek aşkı
bulma ümidinin bir kez daha etkin duruma gelmesi, onun nesne ilişkilerinin ne derece
sorunlu olduğunu kanıtlar niteliktedir. Bihter’le ilişkisinden hemen sonra Behlül’ün
kendisini yeni bir ilişkiye hazır hissetmesi, onun aşık olduğu kişiyi bir bütün olarak
değerlendirme yetisinden yoksun olmasından kaynaklanır:
Narsisist hastalar tarafından önemli ötekilerin geçici idealleştirilmesi “salt
cinsel bir ilgi”, kişinin bütünüyle idealleştirilmesine uzanmayan bir beden
idealleştirmesi ötesinde bir şey üretmeye yetmez. (Kernberg, Aşk
İlişkileri 105)
Behlül’ün Bihter’le olan ilişkisini bitiren en önemli nedenlerden biri olan bu
özellik, onu sürekli sevda arayışına da yönelten bir öğedir. Firdevs Hanım’ın Behlül’ün
Nihal’le evlenmesini sağlayarak Bihter’i mutsuz etme ve ondan öç alma planının
işlemesinde Nihal’in ruh durumu da yardımcı olmuştur. Bihter, Behlül’ü Nihal
yüzünden kaybettiğini düşünerek kıskançlığa esir olurken Nihal de başta hasta babası
olmak üzere tüm sevdiklerini Bihter yüzünden yitirdiğini düşünür ve Bihter’i kıskanır.
Babasının kendisine olan ilgisizliği de kıskançlığına eklenen Nihal, bu evliliği kabul
ederek kendisini feda etmeyi düşünmektedir. Bihter’in bu evlilik düşüncesinden rahatsız
olduğunu fark etmesi, Nihal için ek bir motivasyon olmuştur. İkisi de kıskançlık içinde
kıvranan Bihter ve Nihal arasında Behlül’ün konumu bir anda ikinci bir sorun oluşturur
ve iki kadının rekabeti öne çıkar. Çalışmanın buraya dek olan bölümünden de
anlaşılacağı gibi, Bihter, “ahlâkî açıdan zayıf, kötü bir üvey anne” değildir; romandaki
tüm karakterlerin kişilik yapıları bu koşullar altında bu sona gidilmesini kaçınılmaz
duruma getirmiştir. Bihter yalnızca cennet bahçesine girip orada kalmayı ümit etmiştir
ancak Alberoni’nin de belirttiği gibi “oraya sadece bir gün kovulmak ve hayal
kırıklığına uğramak üzere girilir” (104). Ancak, Bihter, bu hayal kırıklığının üstesinden
gelemeyerek özkıyıma yönelmiştir. Bu yönelimde, Freud’un vurguladığı şu noktanın da
önemi dikkate alınmalıdır:
Olasılıkla hiç kimse kendisini öldürmek için gereken zihinsel enerjiyi,
öncelikle bunu yapmakla aynı zamanda özdeşleştirmiş olduğu bir nesneyi
de öldürmüyorsa ve ikinci olarak önceden başkasına yöneltilmiş bir ölüm
isteğini kendisine doğru çevirmiyorsa bulamaz. (Olgu Öyküleri 337)
Bihter’in durumuna bakıldığında, onun kendisini öldürmesinin hem Firdevs
Hanım’ın yaşantısına hem de Behlül’ün ihanetine son verme anlamına geldiği
söylenebilir. Tabii ki bu düşünceler de Bihter’in özkıyıma yönelik süreçte gerekli
enerjiyi bulmasını sağlamıştır. Aynı zamanda Bihter, özkıyımla, kendisini “Firdevs
Hanım’ın kızı Bihter” durumuna getiren her şeye karşı gelmiştir. Julia Kristeva’nın “On
the Melancholic Imaginary” (Melankolik İmgelem Üstüne) başlıklı yazısında belirttiği
özkıyımın yalnızca bir tür dolaylı savaş değil, aynı zamanda alttaki üzüntü ve elde
edilmesi olanaksız aşkla bütünleşme olduğu gerçeği, kuşkusuz Bihter için de geçerlidir
(Kristeva 107).
Adnan Bey’in Bihter’in Behlül’le olan yasak aşkını öğrenmesinden ve Bihter’in
özkıyımı seçerek baba ve kızın yaşamlarının eskiye dönmesinden sonra, Adnan Bey ve
Nihal arasında açılan mesafe kapanır ve Adnan Bey ve Nihal, birbirlerinin yaşamında en
önemli kişiler konumuna gelir. Bu dönemde, yaşanan her şey yadsınarak “kötülükten
uzak, mutluluk dolu bir yaşam” oluşturulmaya çalışılır. Nihal’in babası ile olan
bağımlılık ilişkisi tüm olanlardan hiç etkilenmemiş gibidir. Yine yanılsamaya dayanan
bir cennet kurulmaktadır; ancak, Nihal’in yalnız kalma korkusu devam etmektedir.
Şimdi bu baba kız yaşamak için birbirine merbut [bağlı], muhtaç idiler.
Bunu tekrar ederken zihninden bir şimşek süratiyle bir korku geçiyordu:
Ya ikisinden biri yalnız kalırsa? Sonra bu korkudan kaçmak için babasını
çekiyor:
– Artık kaçalım, diyordu ve gözlerini kapayarak, kalbi bir dua ile o
korkuya cevap veriyordu:
– Beraber, hep beraber, yaşarken ve ölürken... (514)
Romanın bu satırlarla sona ermesi, trajedinin sona erdiğini gösterdiği kadar devam
etmesinin kaçınılmaz olduğunu da göstermektedir. Roman, Nihal’in psikolojik süreci
açısından okunabilirse de Nihal’in ruhsal gelişimi açısından temelde bir değişiklik
olmadığı açıktır. Nihal, sonuçta, hâlâ babasına bağımlı, kendisini, sevdiklerine sahip
olduğunda güvende hisseden bir kişidir. Bihter’in sonunun tamamen trajik şekilde
sunulmasına karşın diğer karakterlerin bireysel sonları romana dahil edilmemiştir.
Ancak romanın sonunda karakterlerin cennet bahçesindeki mutluluğa kavuşabildikleri
iddia edilemez. Halit Ziya’nın satrancı andıran romanındaki hamleler, yalnızca
Bihter’in değil tüm karakterlerin trajik sonunu kaçınılmaz kılmıştır.
BÖLÜM IV
AŞK GİRDABINDA KENDİNİ FEDA
Halit Ziya Uşaklıgil’in Türk edebiyatında birer klasik kabul edilen iki romanını
inceledikten sonra bu bölümde yazarın “İzmir dönemi romanları” olarak da adlandırılan
üç romanı ele alınacaktır: Nemide (1885-86), Bir Ölünün Defteri (1889) ve Ferdi ve
Şürekâsı (1894). Bu romanlar yazarın sonraki romanlarından romantik akımın etkisinin
yoğunluğu ile ayrılmaktadır. Aşırı idealleştirilmiş, iyi ve kötü şeklinde ayrılmış
karakterler, bu romanları, yazarın erken dönem yapıtları olarak okumamız gerektiğini
gösterir. Berna Moran, bu romanların “okurun özellikle acıma duygularını uyandırmak
için” yazıldığını öne sürer (Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I 68). Halit Ziya’nın ilk
dönem romanları, aşk serüvenlerinin gelişimiyle Moran’ın savını haklı çıkarır
niteliktedir. Ancak, romanların yalnızca acıma duygusu uyandırma amacıyla yazıldığı
söylenemez. Nemide, Ferdi ve Şürekâsı ve Bir Ölünün Defteri, kendini mutsuzluğa yada
ölüme feda eden karakterleriyle belirgin bir psikopatolojinin Halit Ziya tarafından
anlatımı olarak okunabilir. Bu nedenle, bu çalışmada Nemide, Ferdi ve Şürekâsı ve Bir
Ölünün Defteri yazarın ilk dönem romanları olarak ilk bölümde değil, Halit Ziya’nın iki
başyapıtını inceledikten sonra, benzer psikopatolojilerin yazarın ilk dönem yapıtlarında
nasıl görüldüğünü incelemek için son bölümde ele alınmaktadır. Birbirinden farklı
kurgularla sunulan bu üç roman, aşk ilişkilerine yaklaşımda benzerlikler gösterir. Her
üç romanda da aşk serüveni ve bu serüvenler sonunda kendini feda eden karakterler
anlatılır. Romanlar, ilk bakışta, karakterlerin kişilik çizimlerinin aynı olduğunu
düşündürecek kadar benzerdir; ancak, dikkatli bir okuma, karakterler arasında bire bir
koşutluk olmadığını ortaya çıkarır. Çalışmanın bu bölümünde bu nokta göz önünde
bulundurularak yüceltilmiş kendini feda olgusunun psikodinamikleri ele alınacaktır.
Nemide adlı romanda romantik etkinin yoğunluğu, karakterlerin aşırı idealize
edilmiş tipler olması nedeniyle dikkat çeker. Muzaffer Uyguner, Halit Ziya’nın ilk
sevgilisi olan bir kızı “Nemide” ile yaşattığını belirtir (65). Ancak, yazarın bu genç
kızdan bahsederken kullandığı üslûp, Nemide’nin pek de gerçeğe uygun olarak
tasarlanmadığını gösterir. Yazarın anılarının yer aldığı Kırk Yıl adlı yapıtında bu hayalî
genç kıza (Nemide’ye) şu sözlerle değinilmektedir:
Her genç gibi bende de bir hayal istek ve amaçlarımın, heyecanlarımın
arasında çizgilenmeye başlayarak duygusallığımın sürekli konuğu olan
bir genç kız hayali vardı [. . . . ]
Pencerenin kenarında, bir şişe içinde, açılıp genişlemesi beklenilen bir
sümbül gibi, düşlerimin ışıkları ile beslenerek, dokunulursa solacak,
kendisine yakından bir soluk dokunursa ölüverecek kadar inceydi.
İşte Nemide adlı romanım bu hayalden doğdu. Karanlıkta çekilmiş bir
klişe gölgesiyle... (228)
Romanda Şevket Bey, mutluluğu bulmak amacıyla evlenir; ancak, eşinin
hastalanarak ölmesi ve ardında Nemide’yi bırakması Şevket Bey’i bunalıma sürükler.
Nemide için doktora söylediği aşağıdaki sözler, romanın yoğun trajik havasının
azalmayıp artacağının habercisi niteliğindedir: “Zavallı çocuk... kendisinin ne acı bir
felaketin hediyesi olduğunu bilse...” (22). Şevket Bey, tüm varoluş nedenini
Nemide’nin varlığıyla ilişkili şekilde oluşturmuştur; roman boyunca, kendisinin önemli
başka bir uğraşı olduğu görülmez. Nemide ve babası, dış dünyadan uzak bir köşk
yaşantısı sürmektedir. Düzenli olarak ziyarete gelen Nail ve doktor dışında bu yaşama
dış dünyadan katılan da yoktur. Olaylar, Nemide’nin Nail’e aşkı çevresinde
geliştirilmiştir.
Halit Ziya’nın diğer erken dönem romanı Ferdi ve Şürekâsı’na bakıldığında yine
benzer bir olay gelişimi görülür. Ancak, burada önemli bir fark göze çarpar. Babasının
ölümünden sonra para kazanmak zorunda kalan ve bu yüzden matbaada çalışan İsmail
Tayfur’un ve ona sürekli gerçekçi tavsiyelerde bulunan Hasan Tahsin Efendi’nin varlığı
romanı daha gerçek bir dünyaya çeker. İsmail Tayfur’un patronu ve Hacer’in babası
olan Ferdi Bey, Nemide’deki Şevket Bey’den tamamen farklı bir baba olarak çizilmiştir.
Paraya meraklı olan bu adam, kızı Hacer’e olan düşkünlüğü ile de tanınmaktadır. Ferdi
Bey, işi nedeniyle toplumsal yaşamda yer alsa da Hacer gazetenin arka tarafında bulunan
evlerinde, toplumdan uzak, Nemide gibi annesiz büyümektedir. İradesiz ve kendisinin
oyuncağı gibi gösterilen Melekzat dışında Hacer’in tanıdığı tek genç İsmail Tayfur’dur.
Romanın gelişimi Hacer’in İsmail Tayfur’a olan aşkı üzerine kurulmuştur. Her iki
romandaki dramatik gerilim ise Nemide ve Hacer’in aşık olduğu Nail ve İsmail Tayfur’a
aşık olan Nahit ve Saniha’nın varlığı ile sağlanır. Nahit ve Saniha arasında büyük bir
benzerlik vardır; her ikisi de annesiz ve babasız kalmıştır. Nemide ve Hacer’in tersine,
yaşamda çok fazla destek görmemişlerdir. Bu nedenle, şanssızlıklarından ancak
evlenerek kurtulabileceklerini düşünürler. Bu durum, romanlarda aşkın neden olduğu
rekabetin şiddetini arttırır. Ancak, Nemide ve Hacer karşısında Nahit ve Saniha’nın
mücadelesi çok daha edilgendir. Arzu Özzayim, “Trajik Bireyin Romanı: Ferdi ve
Şürekâsı” başlıklı yazısında trajik olayın pasif kurbanı olarak Saniha’yı değerlendirir:
“[A]ilenin mutluluğu için Saniha aşkından vazgeçer, kaderinin çizdiği sona katlanır.
Müzehher Erim’in başka bir bağlamda belirttiği gibi, [Saniha] yaşadığı trajik olayın
pasif bir kurbanıdır” (96). Özzayim’in saptaması dikkate alındığında evliliğin kurtuluş
yolu olması daha da anlamlı hâle gelir; çünkü evlilik en hem Saniha hem de Nahit için
edilgen bir kurtuluştur. Arzu ettikleri evliliğe ulaşma şansının her şeye sahip Nemide
ve Hacer’in varlığı ile ortadan kalkması, Nahit ve Saniha’yı aşkları uğruna mücadeleye
iter. Bu nedenle, Nemide ve Ferdi ve Şürekâsı, her şeye sahip ancak aşka da sahip
olmayı isteyen Nemide ve Hacer’in karşısında yaşamda hiçbir şeyi olmayan ve bu
yoksunluğu aşk ile kapatmaya çalışan Nahit ve Saniha’nın savaşımının romanları olarak
okunabilir.
Yazarın Bir Ölünün Defteri adlı romanı ise yine umutsuz bir aşkı ele almakla
birlikte diğer iki romandan daha farklı bir kurguya sahiptir. Bu romanda Nigâr adında
bir genç kıza aşık olan Osman Vecdi ve Hüsam’ın öyküsü anlatılır. Diğer iki romanda
rastladığımız etkin bir baba figürü bu romanda görülmez. Uzağa giden, ilgisiz bir baba
ile dünyadan elini eteğini çekmiş bir halanın varlığı, diğer romanlardaki Şevket Bey’in
yada Ferdi Bey’in varlığına koşutluk göstermemektedir. Osman Vecdi aşkta kaybeden
taraf olsa da o, her üç romandaki karakterlerin hepsinden farklı özellikler gösterir.
Nigâr’ın Hüsam’a olan aşkını ifade etmesiyle birlikte başlayan kendini feda sürecinde
annesinin ölümünden sonra yaşayamadığı yası da sahiplenmiş görünmektedir. Bu
bölümde romanda yer alan aşk üçgeni kadar etkin olan yas birleştirme sürecine de
değinilecektir.
Halit Ziya’nın diğer romanlarında olduğu gibi bu üç romanında da ebeveynlerden
birinin kaybı söz konusudur. Diğer ebeveyn ise ya Ferdi Efendi ve Şevket Bey gibi
çocuklarına aşırı düşkün ya da Osman Vecdi’nin görevi nedeniyle uzak bir ile giden
babası ve Nahit’in annesinin ölümünden sonra evlenen babası gibi tamamen ilgisizdir.
Baba tipi olarak Ferdi Efendi ele alındığında kızına karşı aşırı korumacı ve verici bir
kişilik okur karşısına çıkar. Her şeye sahip olan bu baba, sahip olduğu kızı Hacer’in de
her şeye sahip olmasını, böylece mutlu olmasını ümit eder. İsmail Tayfur’u da hem
matbaada yararlı olacak bir işçi hem de kızına alınacak bir oyuncak gibi görmektedir.
Ferdi Efendi’nin kaybettiği eşiyle ilişkisi hakkında pek bir şey bilinmemektedir; ancak,
yaşadığı nesne kaybını (eşinin ölümü) her istediğini elde ederek gidermeye yönelik
tutumu dikkati çeker. Ferdi Efendi’nin gerçek sevgi yatırımının ne kızına ne de eşine
olmadığını söylemek çok da haksız bir yargı olmaz. Romanda belirtildiği gibi, “Ferdi
Efendi, parasından sonra kızını severdi, ama bu sevgiyi, o paranın mirasçısına sevgi
olarak yorumlamak, gerçeğe daha yakındır” (21). Kızının ölümüne yol açan yangında
kendisinin ilk sorusunun kasa hakkında olması, bu yargıyı destekler niteliktedir: “Ferdi
Efendi, sokakta kendine geldiği zaman yanındakilere sordu: ‘Kasa ne oldu?’ ” (176).
Nemide’de ise aileden zengin olan ve çalışmayan Şevket Bey, tüm sevgi yatırımını
kızına yapmıştır. Eşinin ölümünden sonra yaşamının tek anlamını kızının varlığı
oluşturur. Şevket Bey, dış dünyanın gerçeklerinden uzak “sanal bir cennet” olan köşkte
kızı ile ilgilenirken aslında yaşamın dışındadır. Şevket Bey’in sevgisi saplantı
düzeyindedir ve romanda da bu durum “delilik derecesine varan sevgi” (37) tanımlaması
ile ifade edilir.
Ferdi Efendi ve Şevket Bey’in ortak yönü, kızlarını her türlü mutsuzluktan ve
kayıptan, ama aslında gerçek yaşamdan korumaya yönelmeleridir. Bu iki babanın
Nemide’ye ve Hacer’e her istediklerini sağlamalarının ardında anne kaybının yol açtığı
eksikliği giderme arzusu yatıyor olabilir. Ancak, daha güçlü bir varsayım, “sahip olmak,
mutlu olmaktır” görüşünün her iki babada da egemen görüş olmasıdır. Ne Nemide ne de
Hacer aşık olana dek insan ilişkilerinde bir çaba harcamak zorunda kalmamış, emek
gerektiren nesne ilişkileri kurmamışlardır. Aşık oldukları gençleri de yine babaları
onlara almaktadır; ancak aşık olunan Nail ve İsmail Tayfur’un çevresinde başka
insanların da olması, bir başka deyişle bu gençlerin sanal cennetle sınırlı olmaması, bu
durumu olanaksız kılar. Yaşam, Nemide ve Hacer’in karşısına ilk kez, aşk aracılığıyla
çıkar ve bu aşklar her ikisinin de trajedisini hazırlar.
Her iki romanda da okurun dikkati, Hacer ve Nemide’nin trajedisine yoğunlaşsa
da Saniha ve Nahit’in trajik yaşamları da bu inceleme açısından önem taşımaktadır.
Saniha, annesi öldükten sonra İsmail Tayfur ve ailesinin evine İsmail Tayfur’un babası
tarafından getirilir. Birlikte büyüdüğü İsmail Tayfur’u kaybetme olasılığı ile karşı
karşıya kalana dek “sorunsuz”, daha doğru bir deyişle, İsmail Tayfur’un varlığıyla mutlu
bir yaşam sürmektedir. Tek yaşam nedeni İsmail Tayfur’dur: “Benim için yalnız bir
umut, yaşamamda yalnız bir amaç var: Sen!..” (55). İsmail Tayfur’u kaybetme
olasılığının ortaya çıkışına dek, Saniha’nın yitirdiği ailesi ile ilgili duygularına çok fazla
değinilmez. Hacer ve Melekzat’ın yaptığı ziyaretten sonra ise Saniha’nın o ana kadar
bastırdığı duygularının tamamı etkin duruma gelir:
Büyük bir kaygı, duygularını uyuşturdu; az daha iskemlesinin üzerine
kapanarak hüngür hüngür ağlayacak, çığlıklar kopararak, “Hayır, hayır!
Onu almayınız! Bakınız, neyim var benim? Dünyada neye sahibim?
Hayatta payıma ne düşmüş? Yalnız onunla avunuyorum, gönlüm yalnız
onunla seviniyor!.. Hacer Hanım! Oh! Kimbilir, o, ne kadar zengindir,
neleri vardır? Benim yalnız Tayfur’um var. Almayacaksınız, onu bana
bırakacaksınız, değil mi? Ne kadar sevdiğimi görüyorsunuz. O
olmadıktan sonra hayat hiçtir, dünya hiçtir, ben de hiçim. Evet, bırakınız,
onu bana bırakınız!..” diyecekti. (93-94)
Saniha, aşkını kaybetme düşüncesi ile birlikte adeta bir gerileme yaşamış ve
kendini kimsesiz bir çocuk gibi hissetmeye başlamıştır. Nemide romanında, bu kez son
derece gerçekçi ve güçlü bir karakter olarak çizilen Nahit’in tepkileri de Saniha’ya çok
benzer. Nemide’nin Nail’le nişanlandığı haberi karşısında o da tüm kimsesizliğini
haykırmaktadır:
Ben, beni bekleyen geleceği düşünüyorum da ürküyorum, zavallı Nahit;
babasız, annesiz bir kız!.. Daha korunmaya muhtaç iken anasını
kaybetmiş, bu büyük kaybın acısı altında inlerken duygusuz bir baba
tarafından kovulmuş, öksüz, kimsesiz bir zavallı!.. (81)
Saniha gibi Nahit de kötü talihinden Nail’le kurtulacağını, onun sevgisi ile
yaşama bağlanacağını düşünmektedir. Yaşamları boyunca her istedikleri kendilerine
sunulmuş olan Hacer ve Nemide’nin karşısında, yaşamlarında ilk kez bir emele
kavuşacak olan bu iki talihsiz genç kız vardır. Saniha kendisini feda edip Hacer’in
yanındaymış görünürken Nahit duygularını Nemide’ye aktarır. Bunun sonucunda
Nemide aradan çekilerek kendisini feda etmeye karar verir. Ancak, ölümü Nahit’e bir
ceza niteliğinde olmuştur; Nemide’nin ölümü karşısında Nahit kendisini sorumlu
hissetmektedir: “Nemide’yi kendisi öldürüyormuş, bu babanın kollarından kızını kendisi
alıyormuş gibi vicdanında acı duyuyordu” (142). Nemide ise kendi aşkını feda edip
ölüme yaklaşırken Nahit’in mutluluğuna da engel olmaya yönelmiştir. Romanlarda
Hacer ile Saniha, Nemide ile Nahit arasında yaşananlar aslında bir sahip olma
mücadelesidir. Sevginin “sahip olma” olarak algılanması ise nesne yatırımı yapmamış
olan libidonun saldırganlığa dönüşmesine yol açar. Freud, bu konuda şu görüşleri dile
getirir:
[Ö]znenin kendi Egosuna terk edilmiş nesne gibi davranılır ve nesneye
yöneltilmiş olan tüm saldırgan eylemler ve kindar anlatımlar ona
yöneltilir. Hastanın kırgınlığının hem kendi Egosuna hem de sevilen ve
nefret edilen nesneye aynı anda vurduğu göz önüne alındığında bir
melankoliğin özkıyım eğilimi daha anlaşılır hale gelir.
(Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları I 423)
Nemide’nin sandal gezintisindeki davranışları ve Hacer’in evliliğinin ilk
gününde duyduğu hayal kırıklığı sonucu çıkardığı yangın, bu dönüşümün
göstergeleridir. Her iki eylemin aynı zamanda birer özkıyım eylemi olduğu da göz ardı
edilmemelidir. İlkinde hiç kimse yaşamını yitirmese de Hacer’in çıkardığı yangında
Hacer ölmüş, İsmail Tayfur delirmiştir.
Halit Ziya’nın bu romanlarında, aşkları uğruna bu kadar savaşım verilen Nail ve
İsmail Tayfur’un diğer karakterlerin yanında silik kalması ilginçtir. Tıp eğitimi almış
olan Nail, hem Nemide’yi hem Nahit’i sever gibidir, ancak tutkulu bir aşk yaşadığını
söylemek mümkün değildir. İsmail Tayfur ise Saniha’yı sevmektedir ama o da kendi
düşüncesinde kendisini feda ederek Hacer’le evlenmeyi kabul eder: “İşte, şimdi benim
için hayat bitmiştir” diye düşünür; “Artık bana ölmüş gözüyle bakınız!.. İsmail Tayfur,
kendisini Ferdi Efendi’ye satıyor; İsmail Tayfur, insanlıktan çıkıyor, onu bugün bir mal
gibi satın alıyorlar!...” (122). İsmail Tayfur, Saniha’yı sevmesine karşın olayların
gidişini değiştirecek bir eylemde bulunmaz. Tüm yaptığı, Hasan Tahsin Efendi’ye
yakınmaktır. Bu nedenle, sevilen erkeklerin, kadınların aşk savaşında neredeyse hiçbir
rolü yoktur.
Bir Ölünün Defteri adlı romanda yine bir aşk üçgeni ele alınır. Bu romanda, her
ikisi de Nigâr’ı seven Osman Vecdi ve Hüsam’ın rekabetinden çok Osman Vecdi’nin
nasıl yaşamı kendisi için bir işkence sürecine dönüştürdüğü görülmektedir. Osman
Vecdi hiçbir zaman Nigâr’ı sevdiğini ilân etmemiş, Nigâr’ın Hüsam’ı sevdiğini
söylemesinden sonra da bu aşk üçgeninden çekilmiştir. Osman Vecdi, ölmek üzereyken
Hüsam’a verdiği defterde o güne dek hissettiklerini anlatmaktadır.
Osman Vecdi’nin yaşamında anımsadığı ilk olayın annesinin ölümü oluşu
önemlidir. Annesinin ölümünden sonra halasının evine götürülür ve ortamdaki hüzne
rağmen annesinin ölümü yok sayılır. İlk akşam ağladığı zaman babasının “Ne için
ağlıyorsun Vecdi?” (25) şeklindeki sorusu bu yadsımanın somut bir göstergesidir.
Ancak bu yadsımanın annenin kaybının verdiği acıyı yok etmediği ve daha sonra Osman
Vecdi’nin sürekli bu üzüntüyle bütünleşme eğiliminde olduğu roman boyunca
gözlemlenir: “Evet, Hüsam, seni gördüğüm vakit sana değil, fakat haline, halindeki
üzüntüye kapılmıştım” (31). Ancak, Osman Vecdi, kendisinin tersine babasının
ölümünün verdiği acıyı ve kimsesizlik duygusunu yenmeyi başaran Hüsam’a karşı öfke
ve kıskançlık da duymaktadır. Nigâr’ın tercihini yapması üzerine Osman Vecdi’nin
daha başlangıçta rekabetten çekilmesinden dolayı, bu duygular, diğer iki romanda
olduğu gibi, saldırganlık şeklinde kendisini göstermemiştir. Tüm duyguların bir deftere
yazılması ve yıllar sonra Hüsam’a okutulması ise aslında Nigâr ve Hüsam’ın
mutluluğuna yönelen önemli bir saldırıdır. Bu davranışla Osman Vecdi’nin vicdan azabı
yaratmayı ve aşık olarak olmasa da ölü olarak Nigâr’ın yaşamında yer almayı
hedeflediği düşünülebilir. Osman Vecdi ölüme tek başına sürüklenmemiştir; mutlu bir
çift olan Hüsam ve Nigâr’ı da kendi trajedisine sürüklemiştir.
Osman Vecdi, Nigâr’a olan aşkının karşılıksız kalması ile birlikte girdiği süreçte
yalnızca karşılıksız aşkının değil, tüm acılarının ve kayıplarının yasını yaşamıştır.
Osman Vecdi’nin Hüsam’la birlikte annesinin öldüğü eve gitmesi, annesinin ölümünden
sonra hissettiği acıyla Nigâr’a olan karşılıksız aşkının neden olduğu acıyı birleştirdiği
hakkında ipucu vermektedir:
Şimdiye kadar ben buna benzer bir istek göstermemiştim. Annemin
hatırasına mezar olmuş bu evin sessizliğini bozmak, kutsallığına
dokunacak sanıyorum. Bugün bilmem ne için oraya gitmek isteğini
duydum, sana söylemeğe cesaret edemediğim şeyi orada sana
söyleyebileceğimi sanıyordum. (76)
Bir Ölünün Defteri, aşkına karşılık bulamayan Osman Vecdi’nin öyküsünden
çok, yaşamda bir “kaybeden” olan ve bundan gizli bir zevk duyan Osman Vecdi’nin
öyküsüdür. Osman Vecdi, davranışlarına bakıldığında, Nigâr tarafından aşkına karşılık
verilmiş olsaydı bile acı çekecek ve umutsuzluğa kapılacak bir kişi olduğu izlenimi
vermektedir. Bu nedenle, bu romanı diğer iki romandan farklı bir yerde tutmak
gerekmektedir. Diğer romanlarda aralarında rekabet olan Hacer, Nemide, Saniha ve
Nahit, dönemin koşulları dikkate alındığında bir başka erkekle ilişki yaşama şansına pek
sahip değillerdir. Ancak Osman Vecdi, hem erkek olması hem de doktor olarak
toplumsal statüsü nedeniyle insan ilişkilerinde daha az sorun yaşayacaktır. Tüm bu
olanaklara karşın “her şeyi kaybeden” konumunu benimseyerek kendisini ölüme adım
adım yaklaştırması, karşılıksız aşktan bağımsız olan bir psikopatolojinin varlığını da
okura düşündürmektedir.
Bu bölümde ele alınan üç romanda yazarın sonraki romanlarındaki usta anlatımı
bulmak mümkün değildir. Aşırı yoğun romantik etki ve melankoliye esir düşmüş
karakterler bu üç romanı birbirine epey yaklaştırır. Robert Finn, benzer bir düşünceyi şu
şekilde ifade eder:
İzmir dönemi romanları, yazarın da belirttiği gibi “gençlik eserleri”dir.
Kişilik çizimi, olay örgüsü ve betimlemeler aşağı yukarı hepsinde aynıdır.
Doğa imgelerinin duygu durumlarını aydınlatmada kullanılması,
Nemide’de bir yeniliktir; Bir Ölünün Defteri’nde geliştirilmiş bir
tekniktir; Ferdi ve Şürekâsı’nda ise bıkkınlık vermeye başlar. (147)
Bu romanlarda pek çok açıdan birbirini tekrarlayan yönler olduğu şüphesizdir.
Ancak, benzer olay ve karakterlerin üç ayrı romanda ele alınması Halit Ziya romanında
trajediye yol açan öğeler hakkında okura yeterli bilgi sağlamaktadır. “Sahip olma”ya
dayalı sevgi anlayışının hakimiyeti yazarın tüm romanlarında görülür. Yaşamla
mücadele etmek zorunda kaldığı anda ümitsizliğe kapılan karakterler bir araya
geldiğinde trajik son kaçınılmaz olur. “Sevilen”, her üç romanda da idealleştirilir ve
gerçek özelliklerine abartılmış birtakım özellikler eklenir. Hacer, Nemide ya da Osman
Vecdi için İsmail Tayfur, Nail ya da Nigâr’ın vazgeçilmez konuma gelmesinin en
önemli nedeni olarak bu durum görülebilir. İdealize edilen “sevilen”lerin gerçekle
bağdaşmaması ve “sevilen”e sahip olmanın olanaksızlığı, karakterleri kavuşma anlarında
bile düş kırıklığına sürükler. Her üç romanda bu sürecin son derece açık şekilde
verilmiş olması, okurda “trajedi geliyor” düşüncesi oluşturur. Bu romanlar edebî
başarılarından çok Halit Ziya’nın zihninde aşkın gelişimine ilişkin süreçler ve sorunlar
hakkında okura bilgi vermektedir. Bu nedenle yazarın İzmir dönemi romanlarını, tüm
yapıtlarındaki aşk izleğinin gelişimini anlamak için okumak daha uygun olacaktır.
SONUÇ
Servet-i Fünûn döneminin en önemli romancısı olarak görülen Halit Ziya
Uşaklıgil, ününü büyük ölçüde Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilen Mai ve Siyah ve
Aşk-ı Memnu romanlarıyla kazanmıştır. Dönemin pek çok yazarı gibi Halit Ziya’nın da
eserlerinde romantizm etkileri yoğun olarak görülür; ancak, Halit Ziya’yı romantik bir
yazar olarak nitelendirmek, yazarın romantizmden realizme yönelişini göz ardı etmek
olur. Yazarın Kırık Hayatlar ve Nesl-i Âhir dışındaki romanlarında aşk, kendini feda ve
ölüm ana izlekler olarak okur karşısına çıkar. Bu çalışmada, Halit Ziya’nın İzmir
dönemi romanları olarak da adlandırılabilecek olan Nemide, Bir Ölünün Defteri ve Ferdi
ve Şürekâsı ile İstanbul döneminden Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu romanlarında
belirtilen izlekler nesne ilişkileri açısından incelenmiştir.
Halit Ziya’nın ele alınan tüm romanlarının özellikle aşk izleği açısından benzer
psikodinamiklere sahip olması, hem bu çalışmaya bütünlük kazandırmış, hem de
kuramsal yaklaşım açısından tutarlılık sağlamıştır. Bu çalışmada aşkın psikodinamikleri
ele alınırken aşkın doğasına ilişkin kapsamlı bir tanım getirme hedeflenmemiştir. Halit
Ziya’nın romanlarında anlatılan aşk ilişkileri, nesne ilişkileri açısından benzer sorunlar
içermektedir. Tüm aşk ilişkilerinde karakterlerin sevgi anlayışlarının idealleştirme ve
sahip olmaya dayalı olması, psikanalizin Nesne İlişkileri Okulu yaklaşımının
benimsenmesinin uygun olabileceğini akla getirmiştir.
Aşkın aşırı idealize edildiği veya sorunsallaştırıldığı uzun bir dönemden sonra
psikanalizin gelişimi ile birlikte, doğumdan itibaren sevgi gelişimi üzerinde etkili olan
nesne ilişkileri sorunları üzerinde durulmuş ve belki de ilk kez somut, günlük yaşamdaki
aşklar aşk üzerinde incelemelerin odağına alınmıştır. Edebiyatta önemli yer tutan büyük
romantik aşklara çözümleyici bir açıdan bakma şansı da psikanalizin gelişimi ile
mümkün olmuştur.
Freud’un psikanalizi yalnızca nevroz ve psikozları incelemekle sınırlı bir kuram
olarak değil, insan zihninin genel işleyiş mekanizmalarını incelemeyi de hedefleyen bir
kuram olarak geliştirmesi, psikanalizin sanat eleştirisinde de önemli bir eleştiri kuramı
olmasını sağlamıştır. Kuşkusuz, psikanaliz bir edebî yapıtın estetik değeri hakkında bir
yorum yapmayı amaçlamaz. Ancak, bir yapıtın anlaşılmasını sağlaması nedeniyle yapıt
üzerinde farklı açılardan yapılacak değerlendirmelere büyük katkıda bulunur. Türk
edebiyatı alanında Bihter karakterini “ahlâkî açıdan zayıf, düşmüş kadın olmayı hak
etmiş” bir kadın olarak değerlendiren eleştirilerin Halit Ziya üzerine yapılan az sayıdaki
çalışmalar içinde önemli bir oranda olduğu düşünülürse psikanalitik bakışın edebiyat
eleştirisine, özellikle Türk edebiyatı alanında yapılan çalışmalara katkısının önemi, daha
da açık görülür.
Bu çalışmada Halit Ziya’nın yalnızca romanları ele alınmıştır. Yazarın ilk
dönem romanları olan Nemide, Ferdi ve Şürekâsı ve Bir Ölünün Defteri, aşkta etkili olan
idealleştirme sürecinin incelenmesini olanaklı kılmıştır. Her üç romanda da yazarın aşka
benzer yaklaşımı, romanlardaki aşk izleğinin psikodinamiklerini ortaya koyar.
İdealleştirmeye dayalı bu aşk ilişkilerinde, “sevilen”e sahip olma istemi çok yoğun
olduğundan trajik sonlar kaçınılmaz olur. Yazarın ustalık dönemi romanı Mai ve
Siyah’ta ise asıl karakter Ahmet Cemil’in Lâmia’ya olan aşkının yanı sıra tüm yaşamını
ileride yazacağı kitaba adaması dikkat çeker. “Sevilen öteki” yerine Ahmet Cemil’in,
gelecekte olmak istediği büyük yazar Ahmet Cemil’i sevmesi, onu sorunlu narsisist
kişilik özellikleri açısından değerlendirmeyi olanaklı kılar. Aşk-ı Memnu romanında,
Bihter’le yasak aşk yaşayan Behlül’ün kişilik özellikleri de dikkate alındığında, Halit
Ziya’nın romanlarından sorunlu narsisist kişilik yapısının tüm açılardan verildiğini
söylemek hatalı olmaz.
Halit Ziya’nın “ilk gerçek Türk romancısı” olarak kabul edilmesini sağlayan
Aşk-ı Memnu hem yazarın yapıtları hem de Türk edebiyatı içinde bir başyapıttır. Eşine
ihaneti ve sonunda özkıyımı seçmesiyle bugüne dek yapılan incelemelerin odağında yer
alan Bihter’in yanı sıra, Adnan Bey ve Nihal’in baba-kız ilişkisi, Firdevs Hanım ve
kızları Peyker ve Bihter’in ilişkileri, Behlül’ün narsisist kişilik özellikleri ve Firdevs
Hanım’ın ölümsüzlük aşkı, romanı pek çok farklı ilişki düzeyinde ilerletir. Bu
incelemede tek bir ilişki üzerinde değil, karakterlerin tüm ilişkileri ve kişilik özellikleri
üzerinde durulmuştur. Böylece, bu zengin romanın yalnızca Bihter ve Behlül’ün değil,
tüm karakterlerin cehennemini yansıttığı sonucuna varılmıştır. Romanda Bihter’in
yaşadığı süreç kadar dikkat çekici bir başka süreç de Nihal’in yaşadıklarıdır. Ancak,
roman boyunca psikolojik açıdan gelişim göstermeyen Nihal’in sonunda babasıyla
yalnız kalması, aslında mutluluk verici bir olay değildir, çünkü Nihal’in, babasını
kaybetme korkuları sürmektedir. Nesne ilişkileri kuramı açısından sorunlu kişiliğe sahip
çok sayıda karakterin bir araya geldiği Aşk-ı Memnu, yazarın yapıtları içinde psikanalitik
yaklaşım için en zengin romanıdır.
Yazarın tüm romanları ele alındığında, aşk izleğinin okurda acıma duygusu
yaratmak için dramatik hâle getirilmediği görülür. Karakterlerin kişilik yapıları, aşk
izleğinin romanlarda kendini feda etme noktasına doğru gidişini kaçınılmaz kılar.
Bundan sonraki incelemelerde yazarın yaşamı ile aşkı ele alış tarzı arasındaki ilişki
irdelenebilir. Bu ilişkinin irdelenmesinde yazarın anılarını topladığı Kırk Yıl, Saray ve
Ötesi ve oğlu Vedat’ın özkıyımını anlattığı Bir Acı Hikâye adlı yapıtları son derece
yararlı olacaktır. Psikanalitik yaklaşıma dayanan incelemelerin artması ve bir araya
gelmesiyle Halit Ziya romanı kuşkusuz daha iyi anlaşılacaktır.
SEÇİLMİŞ BİBLİYOGRAFYA
Akalın, Lütfullah Sami. Halit Ziya Uşaklıgil (Hayatı, Sanatı, Eserleri). İstanbul: Varlık
Yayınları, 1962.
Akyüz, Kenan. Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923. İstanbul: İnkılap Kitabevi,
1995.
Alberoni, Francesco. Aşık Olma ve Aşk. Çev. Gül Çetinor. İstanbul: Düzlem Yayınları,
1990.
Batur, Enis. “Aşk Üzerine Marazî Bir Deneme Daha”. Cogito 4 (Bahar 1995): 5-8.
Bayley, John. The Characters of Love. London: Chatto & Windus, 1968.
Celani, David P. The Illusion of Love. New York: Columbia University, 1994.
Charney Maurice ve Joseph Reppen. Psychoanalytic Approaches to Literature and
Film. NJ: Associated University Presses, 1987.
Chasseguet-Smirgel ve diğer. Female Sexuality. USA: The University of Michigan
Press, 1992.
Dowrick, Stephanie. Intimacy and Solitude. London: The Women’s Press, 1992.
Eskikök, Hatice. Halit Ziya’nın Romanlarında Erkek Tipleri. Türkiyat Enstitüsü, 1964.
Tez: 651.
Fethi Naci. “Aşk-ı Memnu”. 50 Türk Romanı. İstanbul: Oğlak Yayınları, 1997. 27-33.
Finn, Robert P. Türk Romanı (İlk Dönem 1872-1900). Çev. Tomris Uyar. İstanbul:
Bilgi Yayınevi, 1984.
Fletcher, John ve Andrew Benjamin, ed. Abjection, Melancholia and Love. London:
Routledge, 1990.
Frankland, Graham. Freud’s Literary Culture. United Kingdom: University of
Cambridge, 2000.
Freud, Sigmund. Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası. Çev. Banu Büyükkal ve Saffet
Murat Tura. İstanbul: Metis Yayınları, 1998.
——. “Düş ve Primal Sahne”. Olgu Öyküleri II. Çev. Doç. Dr. Ayhan Eğrilmez.
İstanbul: Payel Yayınları, 1996. 222-240.
——. On Sexuality: Three Essays on the Theory of Sexuality and Other Works.
England: Middlesex, 1977.
——. Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları I-II. Çev. Dr. Emre Kapkın ve Ayşen
Tekşen Kapkın. İstanbul: Payel Yayınları, 1998.
——. Ruhçözümlemesinin Tarihi. Çev. Dr. Emre Kapkın ve Ayşen Tekşen Kapkın.
İstanbul: Payel Yayınları, 2000.
——. Sanat ve Edebiyat. Çev. Dr. Emre Kapkın ve Ayşen Tekşen Kapkın. İstanbul:
Payel Yayınları, 1999.
——. The Ego and the Id. Çev. John Riviere. Ed. James Strachey. London: Hogarth
Press, 1974.
Fromm, Erich. İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri. Çev. Şükrü Alpagut. İstanbul: Payel
Yayınları, 1993.
——. Sahip Olmak ya da Olmak. Çev. Aydın Arıtan. İstanbul: Arıtan Yayınevi, 1990.
——. Sevme Sanatı. Çev. Yurdanur Salman. İstanbul: Payel Yayınları, 1991.
Greenberg, Jay R. ve Stephen A. Mitchell. Object Relations in Psychoanalytic Theory.
Cambridge, Massachusetts ve Londra: Harvard University Press, 1983.
İleri, Selim. “Aşk-ı Memnu yada Uzun Bir Kışın Siyah Günleri”. Biten (İki) Yüzyıl.
İstanbul: Kaf Yayıncılık, 1999. 175-296.
——. “Üç Kadın, Üç Aşk”. Cogito 4 (Bahar 1995): 33-36.
Kerman, Zeynep. Halit Ziya Uşaklıgil’in Romanlarında Batılı Yaşayış Tarzı ile İlgili
Unsurlar. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür
Merkezi Yayını, 1995.
Kernberg, Otto. Aşk İlişkileri. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000.
——. Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm. Çev. Mustafa Atakay. İstanbul: Metis
Yayınları, 1999.
Kierkegaard, Sören. Ölümcül Hastalık Umutsuzluk. Çev. Mehmet Mukadder
Yakupoğlu. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1997.
Klein, Melanie. Haset ve Şükran. Çev. Orhan Koçak ve Yavuz Erten. İstanbul: Metis
Yayınları, 1999.
Kohut, Heinz. Kendiliğin Çözümlenmesi. Çev. Cem Atbaşoğlu, Banu Büyükkal ve
Cüneyt İşcan. İstanbul: Metis Yayınları, 1998.
Kristeva, Julia. “On the Melancholic Imaginary”. Discourse in Psychoanalysis and
Literature. Çev. Louise Burchill. New York: Methuen & Co, 1987. 104-123.
——. Tales of Love. Çev. Leon S. Roudiez. New York: Columbia University Press,
1987.
Kudret, Cevdet. Türk Edebiyatı’nda Hikaye ve Roman. İstanbul: Varlık Yayınları,
1965.
Leader, Darian. Kadınlar Neden Yazdıkları Her Mektubu Göndermezler? Çev. Nedim
Çatlı. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998.
Lechte, John. “Art, Love and Melancholy”. Abjection, Melancholia and Love. Ed.
John Fletcher ve Andrew Benjamin. London ve New York: Routledge, 1990.
Lloyd, Rosemary. Closer and Closer Apart. Ithaca ve London: Cornell University
Press, 1995.
Moran, Berna. “Psikanaliz ve Eleştiri”. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: Cem
Yayınevi, 1991. 134-45.
——. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I. İstanbul: İletişim Yayınları, 1997.
Mehmet Rauf. Edebî Hatıralar. İstanbul: Kitabevi, 1997.
Norwood, Robin. Women Who Love Too Much. New York: Simon & Schuster Inc.,
1985.
Oygur, Güney. Halit Ziya’nın Romanlarında Kadın Tipleri. Türkiyat Enstitüsü, 1961.
Tez: 564.
Önertoy, Olcay. Halit Ziya Uşaklıgil (Romancılığı ve Romanımızdaki Yeri). Ankara:
Ankara Üniversitesi Basımevi, 1965.
Özzayim, Arzu. “Trajik Bireyin Romanı: Ferdi ve Şürekâsı”. Edebiyat ve Eleştiri 59.
92-100.
Paris, Bernard J. Imagined Human Beings. New York: New York University Press,
1997.
Rogers, Robert. Self and Other. New York: New York University Press, 1991.
Sacksteder, James L. “Psychoanalytical Conceptualizations of Narcism from Freud to
Kernberg and Kohut”. New Perspectives on Narcissism. Ed. Eric M. Plaukun.
Washington: American Psychiatric Press, 1990. 1-76.
Schwarz, Oswald. “On Love”. The Psychology of Sex. Melbourne, Londra ve
Baltimore: Penguin Books, 1953. 94-113.
Segal, Hanna. Introduction to the Work of Melanie Klein. New York: Basic Books Inc.,
1974.
Shaver, Philiph. “Romantic Love and Attachment Styles”.
http://psychology.about.com/library/weekly/aa022001a.htm
Simmel, Georg. “Aşk Üzerine Parçalar”. Çev. Bahadır Gülmez. Cogito 4 (Bahar
1995): 163-187.
Sinclair, Alison. The Deceived Husband. Oxford: Clarendon Press, 1993.
Sternberg, Robert J. ve Michael L. Barnes, ed. The Psychology of Love. New Haven ve
London: Yale University Press, 1988.
Tanpınar, Ahmet Hamdi. “Halit Ziya Uşaklıgil”. Edebiyat Üzerine Makaleler. Haz.
Zeynep Kerman. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1977. 275-78.
——. “Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu”. Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler. Haz.
Zeynep Kerman. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1977. 79-83.
——. 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Çağlayan Kitabevi, 2001.
Theweleit, Klaus. Object-choice (All you need is love...). Çev. Malcolm Green.
London: Verso, 1994.
Tura, Saffet Murat. Günümüzde Psikoterapi. İstanbul: Metis Yayınları, 2000.
——. “Editörün Önsözü”. Haset ve Şükran. Çev. Orhan Koçak ve Yavuz Erten.
İstanbul: Metis Yayınları, 1999. 7-13.
Tükel, Raşit. “Freud Metinlerinde Ego İdeali”. Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası.
Çev. Banu Büyükkal ve Saffet Murat Tura. İstanbul: Metis Yayınları, 1998.
Uşaklıgil, Halit Ziya. Aşka Dair. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1986.
——. Aşk-ı Memnu. İstanbul: Özgür Yayınları, 2001.
——. Bir Acı Hikâye. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1991.
——. Bir Ölünün Defteri. İstanbul: İnkılâp ve Aka, 1972.
——. Bir Şi’r-i Hayal. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1992.
——. Bir Yazın Tarihi. İstanbul: Hilmi Kitabevi, 1941.
——. Ferdi ve Şürekâsı. İstanbul: İnkılâp ve Aka, 1973.
——. Hikâye. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1988.
——. İzmir Hikâyeleri. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1991.
——. Kırık Hayatlar. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1989.
——. Kırk Yıl. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1987.
——. Mai ve Siyah. İstanbul: Özgür Yayınları, 2001.
——. Nemide. İstanbul: İnkılâp ve Aka, 1984.
——. Nesl-i Ahîr. İstanbul: İnkılâp Kitabevi,1990.
——. Onu Beklerken. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1992.
——. Saray ve Ötesi. İstanbul: İnkılâp ve Aka, 1981.
——. Valide Mektupları. İstanbul: Kaf Yayınları, 1999.
Uyguner, Muzaffer. Halit Ziya Uşaklıgil: Yaşamı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler.
İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1992.
Yener, Cemil. Bir Romancının Dünyası ve Romanlarındaki Dünya. İstanbul: M. Sıralar
Matbaası, 1959.
Yalom, Irvin. Varoluşsal Psikoterapi. Çev. Zeliha İyidoğan Babayiğit. İstanbul:
Kabalcı Yayınevi, 1999.