« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 Mar

2011

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL’İN ROMANLARINDA AŞK VE NESNE İLİŞKİLERİ

ARSEV AYŞEN ARSLANOĞLU 01 Ocak 1970

ÖZET

Aşk, başlangıçtan beri dünya edebiyatının vazgeçilmez izleklerinden biri

olmuştur. Aşkın insan yaşamı üzerindeki uzun süreli ve yoğun etkisi, aşkı, bireyin

ruhsal dinamiklerini en çok etkileyen yaşam olaylarından biri yapmıştır. Bu yüksek

lisans tezinde psikanalitik eleştiri kuramı temel alınarak Halit Ziya Uşaklıgil’in

romanlarındaki aşk ve kendini feda izlekleri incelenmiştir.



Halit Ziya Uşaklıgil, roman türü ortaya çıkarken verdiği yapıtlarının olgunluğu

ve psikolojik derinliği nedeniyle, Türk edebiyatında pek çok eleştirmen tarafından “ilk

roman yazarı” olarak kabul edilir. Edebiyatın hemen her türünde yapıtları bulunan

Uşaklıgil, romanlarında ve öykülerinde genellikle trajik bir kayıp, özkıyım ya da diğer

felaketlerle son bulan mutsuz aşkları ele almıştır. Uşaklıgil’in trajik olana eğimi,

romanlarının psikanalitik bir inceleme için zengin metinsel olanaklar barındırmasına

neden olmuştur.



Tez çalışmasında kuramsal açıdan Sigmund Freud’un libido kavramı ve Melanie

Klein’ın nesne ilişkileri üzerine görüşleri temel alınmıştır. İki analist farklı görüşler

ortaya atmalarına karşın, bireyin psikoseksüel gelişimine ve âşık olma sürecinde

karşılaştıkları problemler yaklaşımı birbirini tamamlar nitelikte görülebilir. Böylece,

aşkın doğası gereği “öteki”nin giderek “ben”in bir parçasına dönüşme süreci olduğu

sonucuna varılır.

Bunlar ve diğer analistlerin aşka ilişkin incelemeleri ışığında, aşkın, tüm



psikolojik sonuçlarıyla birlikte, “öteki”nin benliğin bir parçası durumuna geldiği bir

dönüşüm süreci olduğu sonucuna varmaktayız. Benliğin mutluluk arayışında, ötekiyle

bütünleşmesiyle sunulan güven duygusu, sevileni en üst nesne yapar. Ancak, ilişkinin

mutluluk getirip getirmeyeceğini aşka taraf olanların benlik yapıları belirler. Bu

nedenle, sevilen?Halit Ziya Uşaklıgil’in romanlarında olduğu gibi—tüm diğer

nesneleri bırakarak ve benlik yapısının bağımsızlığını tehlikeye atarak bireyin tek

varoluş nedeni haline gelir ve kaçınılmaz olarak aşk trajediye dönüşür.



Bu tezde, yazarın iki başyapıtı Aşk-ı Memnu (1900) ve Mai ve Siyah (1897) aşk

ve nesne ilişkileri açısından incelenmiştir. Her iki roman, benlik yapılarının benzer

yapılarından dolayı trajediye sürüklenen çeşitli karakterler sunar. Aynı zamanda bu

çalışma, bu başyapıtlarla karşılaştırma yapmak ve bulguları doğrulamak amacıyla,

yazarın erken dönem romanlarındaki aşk yapılarını incelemiştir.



GİRİŞ

ROMANCI İMGELEMİNE SAHİP BİR YAZAR: HALİT ZİYA

Bu tez çalışması, Halit Ziya Uşaklıgil’in romanlarındaki aşk izleğini psikanalitik

eleştiri kuramına dayanarak incelemeyi amaçlamaktadır. Türk edebiyatında önemli yere

sahip olan Uşaklıgil’in yapıtları bugüne dek eleştirel düzlemde kapsamlı şekilde

incelenmemiştir. Biyografik ve betimleyici olmanın ötesine giden yeterli sayıda çalışma

yoktur. Yazarın yapıtlarının pek çoğu hakkında yapılan yorumlar, roman ve öykülerinde

varolan toplumsal ve psikolojik derinlikten söz etmektedir. Ancak, yapılan

çalışmalarda, bu derinliğin niteliği hakkında ayrıntılı bir inceleme yapılmaması, bazı

saptamalarla sınırlı kalınması, bu tez çalışması için başlarken önemli bir gerekçe

oluşturmuştur. Yazarın yapıtlarının kapsamlı boyutu ve çok çeşitli açılardan incelemeye

uygun olması, bu çalışma için bir kapsam sınırlandırmasını kaçınılmaz kılmıştır. Bu

doğrultuda, romanlar üzerinde odaklanılmış ve yazarın romanlarındaki aşk, umutsuzluk

ve kendini feda izlekleri Sigmund Freud’un Psikanaliz Kuramı ve Melanie Klein

tarafından bu kuramdan türetilen Nesne İlişkileri Kuramı çerçevesinde incelenmiştir.

Halit Ziya, 1865 yılında İstanbul’da doğmuştur. Babasının İstanbul’da ticaretle

uğraşması nedeniyle çocukluğu bu kentte geçer. Ancak daha sonra ekonomik sıkıntıdan

dolayı aile İzmir’e taşınır ve Halit Ziya ve annesi, dedesinin konağına yerleşir. Bu

dönemde yazar, dedesine ve onun konuklarına kitap okuyarak önemli bir bilgi birikimi

edinir. İzmir’de önce Rüşdiye’ye verilir; daha sonra buradaki eğitimi yetersiz bularak

Mechitariste Rahipler Koleji’ne yazılır. Okulun tek Türk öğrencisi olan yazarın

Fransızcaya ve Batı kültürüne olan ilgisi bu yıllarda başlar. Okuldan mezun olduktan

sonra ekonomik sıkıntılar nedeniyle üniversiteye gidemeyen Halit Ziya, babasının

mağazasında çalışmaya başlar, bu yıllarda gazete çıkarma isteğine kapılır (Kırk Yıl 134).

Önce Bıçakçızade Hakkı ve Tevfik Nevzat ile Nevruz’u çıkarır. İzmir Rüşdiyesi’nde

Fransızca öğretmeni olduktan kısa süre sonra ise Hizmet gazetesini çıkarır. Hizmet, o

dönemde İzmir’in kültür yaşamında önemli bir yere sahiptir. Ayrıca, Halit Ziya’nın

tanınması ve yayın yaşamının başlaması da Hizmet ile olmuştur; yazarın Mensur Şiirler’i

ve Sefile adlı romanı ilk yılın sonunda bu gazetede yayımlanır.



İzmir limanında karşılaştığı Recaizade Ekrem’in de etkisi ile Halit Ziya

İstanbul’a gider ve Servet-i Fünun’da yazmaya başlar (Kırk Yıl 223-24). Edebiyatın her

türünde yapıtı olan Halit Ziya, bu dönemde romanlarının dışında öyküler de

yayımlamaktadır. Yazarın öykülerinin sayısının 150’den fazla olduğu tahmin

edilmektedir. 1908 yılında Meşrutiyet’in ilânından sonra İttihat ve Terakki’nin üyesi

olması nedeniyle Halit Ziya, yazın yaşamının yanı sıra siyasi yaşamda da aktiftir. Bu

döneme ilişkin anılarını yaşamının son döneminde yazdığı Saray ve Ötesi adlı kitabında

toplamıştır. Halit Ziya, siyasal yaşamda âyan üyeliğine kadar yükselmiştir; ancak,

çeşitli tartışmalardan dolayı istifa etmeyi ve yaşamının kalan bölümünü Yeşilköy’deki

evinde geçirmeyi tercih etmişti. Yazar, 27 Mart 1945’te ardında çok sayıda yapıt

bırakarak İstanbul’da yaşama veda etmiştir.



Daha çok Mai ve Siyah (1897)ve Aşk-ı Memnu (1900) adlı romanları ile tanınan

Halit Ziya’nın altı romanı daha vardır: Sefile (1885, tefrika), Nemide (1889), Bir Ölünün

Defteri (1889), Ferdi ve Şürekâsı (1894), Kırık Hayatlar (1924)ve Nesl-i Ahir (1909).

Ayrıca çok sayıda öykü kitabı olan yazar, mensur şiir, tiyatro oyunu, edebiyat tarihi gibi

pek çok türde ürün vermiştir. Anılarını ise Kırk Yıl (1936)ve Saray ve Ötesi (1940) adlı

kitaplarında toplamıştır. Oğlu Vedat’ın intiharını anlattığı Bir Acı Hikâye (1942) adlı

kitabı da anıları kapsamında görülebilir. Böyle geniş bir yelpazede yapıtları olan Halit

Ziya, Fransızca’nın yanı sıra İngilizce, Almanca, İtalyanca, Arapça ve Farsça bilirdi.

Hem Doğu hem de Batı kültürü hakkında bilgi sahibi olması ve çeşitli ulusların edebî

yapıtlarını okuyabilmesi, Halit Ziya’nın romanlarında anlatılan kişilerin yaşam

tarzlarında yansıtılır. Bu durum, yazarın Türk edebiyatı içindeki yerinde ve pek çok

eleştirmen tarafından ilk romancı olarak kabul edilmesinde önemli paya sahiptir.

Kendisi de Servet-i Fünun dergisinde yazmış olan Mehmet Rauf, Edebî Hatıralar’ında

Halit Ziya’yı şu sözlerle anar: “Ne zaman Fransızca ve İngilizce bir eser okurken beni

derin vecd ile titreten güzel bir sahifeye rast gelsem, aynı zamanda ‘Niçin bizde de yok’

diye derin bir elemle sızlardım. Ve Halit Ziya’dır ki beni bu öksüzlükten kurtardı” (20).

Halit Ziya’nın yalnızca Mehmet Rauf’u değil, Türk okurunu böyle bir öksüzlükten

kurtardığı açıktır.



Halit Ziya hakkında yapılan çalışmalara bakıldığında biyografilerin yoğunluğuna

karşın nitelikli eleştirilerin azlığı dikkat çeker. Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Fethi

Naci’ye kadar pek çok eleştirmen yazarın Türk edebiyatının gelişimindeki önemini

vurguda bulunmuş ve özellikle Aşk-ı Memnu romanını değerlendirmiştir; ancak, Selim

İleri’nin “Aşk-ı Memnû ya da Uzun Bir Kışın Siyah Günleri” başlıklı incelemesi ve

Berna Moran’ın Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış adlı kitabındaki incelemesi dışında

eleştirel nitelikte yeterli sayıda çalışma bulunmamaktadır. Eleştirel nitelikteki en önemli

çalışmalardan biri Orhan Koçak tarafından yapılmıştır. “Kaptırılmış ideal: Mai ve

Siyah Üzerine Psikanalitik Bir Deneme” başlıklı yazısında Koçak, Doğu ve Batı

sorunsalını ve “kaptırılmış ideal” olgusunu irdelemiştir. Bu incelemede “kaptırılmış

ideal”in narsisist kişilik özellikleri ile ilişkili olarak ele alınması, bu çalışma için de son

derece aydınlatıcı olmuştur. Bu incelemeler dışında, daha çok yazarın romancılığı,

romanımızdaki yeri ve yapıtlarında yer alan çeşitli öğeler üzerinde durulmuştur.

Moran’ın belirttiği önemli bir noktayı da burada vurgulamak yerinde olacaktır. Aşk-ı

Memnu üzerine yapılan L. Sami Akalın ve Cemil Yener’in çalışmaları gibi bazı

incelemeler, romanın anlamını tamamen değiştirmekte, romanı kurgusal bir yapıt olarak

değil, gerçek yaşamdan bir kesit olarak değerlendirerek romana ahlâkî nitelikte yorumlar

getirmektedir (75-76). Bu alandaki eksiklikten dolayı bu çalışmaya başlanmış ve

yazarın tüm romanlarında önemli yer tutan aşk izleği, psikanalitik açıdan incelenmiştir.

Bu çalışmada aşk izleğinin odağa alınması, hem bir tercih hem de bir

zorunluluktur. Halit Ziya, ilk romanından itibaren yapıtlarını aşka dayalı kurgular ile

oluşturmuştur. Bu nedenle yazar, hem İzmir dönemindeki hem de daha sonraki

romanlarında aşkın vazgeçilmez öğeleri olarak gördüğü umutsuzluk ve kendini feda

izleklerine de yer vermiştir. 1885’te Hizmet gazetesinde tefrika edilen ilk romanı

Sefile’de yazar, bir genç kızın yalan söyleyen bir aşığa kurban olmasını ve sefalete

düşmesini anlatır. Daha sonraki üç romanında aynı kıza ya da erkeğe aşık olan kişilerin

trajedileri konu alınmıştır. Yazarın en önemli yapıtlarından sayılan Mai ve Siyah’ta

yalnızca Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lâmia’ya değil, yazar olma idealine de aşık

olan Ahmet Cemil’in öyküsü anlatılır. Tanpınar’ın deyimi ile bir satranç gibi ustalıkla

kurgulanmış olan Aşk-ı Memnu’da (280), Adnan Bey’le evli olan Bihter’in Behlül’e olan

yasak aşkı ana konuyu oluşturur. Yazarın yazın yaşamında romantizmden realizme

gidiş çizgisi romanlarında kendisini gösterir. Hikâye adlı yapıtında realist akımı tercih

ettiğini belirten Uşaklıgil (141), son iki romanı olan Kırık Hayatlar ve Nesl-i Ahir’de

daha toplumsal konulara yönelir. Bu çalışmada aşk odağa alındığı için bu iki roman

kapsam dışı bırakılmıştır.



Halit Ziya romanında aşk kadar vazgeçilmez olan bir başka öğe de trajedidir.

Fethi Naci, “Aşk-ı Memnû” başlıklı makalesinde “ ‘kırık hayatlar’ sözünden pek

hoşlanıyor Halit Ziya Uşaklıgil. Altı romanındaki kişilerin de hep ‘kırık bir hayatları’

vardır” (27) sözleri ile bu duruma dikkat çeker. Yazar, romanlarındaki dramatik gerilimi

ve olayların sürükleyiciliğini, aşkın trajediye dönüşüm süreci ile sağlar. Karakterlerin

ebeveynlerden birinin ölümü, ekonomik zorluklar gibi etmenlerle oluşturulan trajik

yaşamları, romanların başından itibaren okura sezdirilmektedir; ancak, Halit Ziya için

trajik sonun vazgeçilmez kaynağı aşktır. Bu çalışmada, genel bir bakışta “kırık hayatlar

tamamlayıcısı” gibi görünen aşkın niteliği ve karakterlerin kişilik yapılarının bu nitelik

üzerindeki etkisi üzerinde odaklanılacaktır. Böylece aşkın trajediye dönüşüm sürecinin

açıklığa kavuşturulması hedeflenmektedir.



Dış etmenlerin etkisi bütünüyle yadsınamayacak olsa da aşk, doğası ve niteliği

tmelde aşık olan ve olunan tarafından belirlenen bir deneyimdir. Aşkı insan yaşamında

son derece önemli kılan nokta, kişinin yaşam kalitesi ve psikolojisi üzerindeki etkisinin

yoğunluğudur. Bu yoğun etki, aşk sona erse bile, bireyin kişilik yapısına bağlı olarak

sonraki yaşamında büyük ölçüde belirleyici olabilmektedir. Bu etkinin derinliği aşkın

sanat ve edebiyatta en çok ele alınan konulardan biri olmasından da anlaşılmaktadır.

Halit Ziya’nın yapıtlarında da trajik yazgının kişinin yaşamında mutlak etkiye sahip

aşklardan kaynaklandığı görülmektedir. Dolayısıyla, bu çalışmada bireyin yaşamına bir

kez girip daha sonra çıkmayan ya da, daha doğru bir deyişle, birey tarafından üstesinden

gelinemeyen, yaşamı cennetten çok cehenneme çeviren aşklar ele alınacaktır.

Yukarıda da belirtildiği gibi, aşkın psikolojik etkileri aşka taraf olan bireylerin

benlik yapıları ile doğrudan ilişkilidir. Bu durum, yazarın yapıtlarını psikanaliz

kuramını temel alan bir incelemenin kapsamı için uygun kılmaktadır. Bu çalışmada da

aşk deneyiminin nasıl trajik bir yazgı hâline geldiğini anlamak için psikanalitik eleştiri

yöntemine dayanılarak yazarın romanlarındaki karakterlerin benlik yapıları

çözümlenecektir. Bu bağlamda, yapıtlarda görülen umutsuzluk ve kendini feda etme

motifleri aşkın yaşanma biçimi ile bağlantılı olarak ele alınacaktır.



Tezin temel sorunsalı psikanalitik eleştiri kuramına dayandırılmıştır. Ancak, bu

yaklaşım tezin kuramsal çerçevesi için kuşkusuz çok geniş kapsamlıdır. Sigmund

Freud’un (1856-1939) öncüsü olduğu psikanaliz kuramı, geçtiğimiz yüzyılda hızla

gelişmiş ve bugün pek çok farklı okulu içinde barındıran bir bilim dalı hâline gelmiştir.

Bu nedenle, bu tez çalışması için psikanalizin kuramsal alanında da bir sınırlandırma

gereksinimi doğmuştur. Aşk, libido ve insanın doğasında bulunan nesne arayışı ile

doğrudan ilişkili bir olgu olduğu için Sigmund Freud’un libido kuramı ve Melanie

Klein’ın (1882-1960) kurucusu sayıldığı Nesne İlişkileri Okulu’nun görüşleri temel

kabul edilmiştir. Sigmund Freud’un görüşlerinin temel dayanaklardan biri olarak

alınmasının bir başka nedeni de kuramın öncüsü olmasından dolayı zaman içinde

kendisinden çok daha farklı görüşler ortaya atılmasına ve sıklıkla eleştirilmesine karşın,

ortaya koyduğu bazı temel kavramların neredeyse tüm psikanaliz okulları için geçerli

olmasıdır. Nesne İlişkileri Okulu’nun kurucusu Melanie Klein’ın görüşleri de bazı

önemli farklılıklara karşın Freud’un kuramsal savlarını yadsımadan geliştirilmiştir. Bu

çalışma açısından önemli bir nokta, iki kuramcının görüşlerinin çeşitli açılardan birbirini

tamamlayan özellikler taşımasıdır.



Bu çalışmada yararlanılan kaynaklar, kuramsal çerçevenin oluşturulmasında

yararlanılan kaynaklar ve Halit Ziya ve yapıtları hakkında daha önce yapılmış çalışmalar

şeklinde iki ana grupta toplanabilir. Bir başka kaynak grubu ise aşk, kıskançlık ve umut

gibi konuların edebiyatta ele alınış biçimlerini inceleyen ve psikanaliz kuramları ile

edebiyat eleştirisinin nasıl yapılabileceğine ilişkin bilgi veren kaynaklardır. Tezin

bölümlendirilmesi de kaynak grupları ile paralellik göstermektedir.



Birinci bölümde, Freud’un temel kavramları ve klasik psikanaliz kuramının

gelişimine kısaca değinilmektedir. Nesne ilişkileri üzerine görüşlerin ağırlıklı olduğu bu

bölümde, 20. yüzyılda psikanalizin aşkı yeryüzüne indirerek, psikodinamikleri hakkında

kuramsal varsayımlar oluşturması ele alınacaktır. İkinci bölümde ise Halit Ziya’nın ilk

önemli romanı olarak görülen Mai ve Siyah’ın asıl karakteri Ahmet Cemil’in kişilik

yapısı üzerinde odaklanılmaktadır. Üçüncü bölümde, Aşk-ı Memnu, tüm karakterlerin

yaşamlarının gelişimleri ve birbirlerinin yaşamları üzerindeki etkileri dikkate alınarak

psikanalitik açıdan incelenmiştir; bu nedenle, bu bölümdeki inceleme yalnızca Bihter’in

trajedisinin değil, romandaki tüm trajedilerin psikodinamiklerini açıklığa kavuşturmayı

hedeflemektedir. Dördüncü bölümde ise Halit Ziya’nın “ilk dönem romanları” olarak

adlandırılan Nemide, Bir Ölünün Defteri ve Ferdi ve Şürekâsı, romantik aşkın yaşam

kalitesi üzerindeki etkisini de değerlendiren bir tartışma yürütülmektedir. Çalışmanın

bölümlendirilmesinde tarihsel bir sıra izlenmemiştir. Yazarın ustalık dönemi

yapıtlarının psikanalitik çözümlemesi yapıldıktan sonra, ilk dönem romanlarında aşkın

psikopatolojisi üzerinde durulmaktadır. Bu tercih, Halit Ziya’nın yazın yaşamında

yansıttığı aşk ve kendini feda gibi psikopatolojik özellik taşıyan izleklerin birbirini

tamamlar nitelikte olmasından kaynaklanmaktadır.



BÖLÜM I

AŞKIN PSİKODİNAMİKLERİNE BİR YOLCULUK

Nesneye (sevilene) verilen değer dikkate alındığında aşk, kişiler arası iletişimin

en yoğun şeklidir. Bu durum, aşkı, psikanalizin nesne ilişkileri kuramının inceleme

alanına yerleştirir. Bu bölümde, sevenle sevilenin bütünleşmesi ve bir olma duygusuna

dek uzanan aşk ilişkileri, psikanalizin iki önemli ismi Sigmund Freud ve Melanie

Klein’ın görüşleri doğrultusunda ele alınacaktır.



A. Psikanalizde İki Öncü: Sigmund Freud ve Melanie Klein

Sigmund Freud’un araştırmaları sonucunda elde ettiği bulgulara dayanarak öne

sürdüğü varsayımlar, psikanalizin temellerini oluşturur. Freud’dan sonra farklı

psikanaliz akımlarının ortaya çıkmasına ve bu akımlar ile Freud’un görüşleri arasında

önemli farklılıklar olmasına karşın, Freud tarafından ortaya konulan temel kavramlara

büyük ölçüde bağlı kalınmıştır.



Freud, araştırmalarına nevrotik kişiler üzerinde çalışarak başlamıştır. Ancak

nevrotik hastalarda görülen direnç, Freud’u kendi kendini gözleme ve öz-çözümlemeye

yöneltmiştir. Bu evrede, düşlerin çözümlemesi de önem kazanmıştır. Bu süreç sonunda

Freud, zihinde mevcut bilinçdışı süreçleri ve bu süreçlerin bilinç düzeyine çıkmasını

engelleyen direncin nedenlerini ortaya koymuş, bilinçdışı süreçler ile bilinçli süreçlerin

işleyiş mekanizmalarının farklılıklarını saptamıştır.



Aklın bilinçdışı içeriğinde enerjilerini içgüdülerden alan davranışsal yönelimler

vardır. Bu yönelimler anında doyum sağlama isteğine sahiptir, gerçekliğe uygun işleyişe

sahip olan bilinçli süreçlere uyum sağlayamamaktadır. Bunun da ötesinde, Freud’a

göre, cinsel ve yıkıcı doğaya sahip bu eğilimler, daha toplumsal olan zihinsel güçlerle

çatışma içindedir. Nevrozların dinamiklerini açıklamak için Freud’un saptadığı bu

neden, onun düşlerle ilgili çalışmalarından elde ettiği sonuçlarla da desteklenmiştir.

Freud’un doyum sağlama amaçlı saydığı dürtüler, psikanalitik kuram açısından

nesnelerin önemini arttırır, çünkü dürtülerin doyum sağlaması ancak nesneler

aracılığıyla olabilir. Daha sonra yeni bir psikanaliz eğilimine de adını veren “nesne

ilişkileri” Freud’un yaklaşımında libido kuramıyla açıklanmaktadır. Freud’un 1905

yılında yazmış olduğu “Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme”den itibaren dürtüleri

nesne ilişkilerinin odak noktasında kabul ettiği görülür (“Three Essays on the Theory of

Sexuality”). Haz ilkesinin temel olduğu bir süreç olan dürtü tatminine yönelik arayışlar,

nesne bulma sürecini ve nesne ilişkilerinin gelişimini belirlemektedir. Bu nedenle, aşkın

niteliği konusunda da önemli yorumlar getiren libido kuramı, bu incelemede önemli bir

yere sahiptir.



Nevroz ve psikozların nedenleri incelenirken libido gelişiminin ilk evrelerinin

sağlıklı bireylerin yaşamlarında da son derece etkin ve önemli olduğu ortaya çıkmıştır.

Libido, içgüdünün kendisini gösterdiği güce verilen isimdir; tanımın da ortaya koyduğu

gibi, bu güç, doyum arayışı içindedir. Libido, doyum sağlamak için nesnelere yayılma

yolunu seçer. Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları’nda Freud, kuramında libidonun

doyuma ulaşamaması durumunda, ciddi nevrotik sorunların ortaya çıkabileceğini

belirtmektedir (299-300). Ancak, libidonun her engellenişi mutlak olarak nevrozla

sonuçlanmaz. Freud, Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları’nda bu önemli noktayı

“[mantıkçıların anlatımıyla] önerme karşılıklı değildir” sözleri ile belirtir (343).

Her engellenmenin nevrozla sonuçlanmaması, libido kuramından yola çıkarak nesne

ilişkilerinin psikodinamiğini anlamayı sağlar. Freud’un amip benzetmesiyle açıkladığı

libido ve nesneler arasındaki ilişkiye göre, libido, nesnelere yayılma ve daha sonra geri

çekilebilme yetisine sahiptir (412). Bireyin nesneyle olan ilişkisinde ortaya çıkan her

problem bir libidinal kilitlenmeye ve hastalığa yol açmaz. Bu noktanın bilincinde olarak

kişiler arası iletişimin ve sevginin en yoğun şekli olan aşk olgusunu nesne ilişkileri

açısından ele almak, aşkın doğası ve niteliği hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmemizi

sağlar. Önermenin karşılıklı olduğunun varsayılması durumundaysa, aşk ilişkilerindeki

her sorunu psikopatolojik niteliği olan bir olgu olarak ele alma zorunluluğu doğardı.

Freud, libido kuramını geliştirdiği süreçte ego libidosu ve nesne libidosu şeklinde

bir ayrım yapma zorunluluğu duymuştur. Ego libidosu nesnelere yayılma yoluyla

doyum sağlama eğilimindedir (412). Ancak, sorunsuz nesne ilişkilerinin olabilmesi için

ego libidosunun kendisini nesnelerden çekebilmesi de gerekir. Aşık olma durumunda

libido sevilen kişiye yönelir; sevilen kişinin aşka karşılık vermemesi durumundaysa

seven kişinin libidosunu geri çekebilmesi gerekir. Aşk sonucu özkıyımlar, aşık olunan

kişinin öldürülmesi gibi durumlar, ego libidosunun belirtilen esnekliğinin olmaması ile

ilişkili olarak ele alınabilir.



Freud’un libido kuramında ortaya koyduğu görüşler, kendisinden sonraki

analistler tarafından değerlendirilmiş, eleştirilmiş ve farklı doğrultularda geliştirilmiştir.

Nesne İlişkileri Okulu’nun kurucusu olarak kabul edilen Melanie Klein (1882-1960),

kendisini bir Freud yorumcusu olarak tanımlar, ancak içgüdüyü fantazmatik içsel

nesnelere bağlaması ve süper ego oluşumunu nesne ilişkilerinin gelişimi ile

ilişkilendirmesi bakımından klasik kuramdan oldukça uzaklaşmıştır. Klein’ın nesne

ilişkileri kuramına burada ayrıntılı olarak yer verilmeyecektir. Ancak, bu çalışmanın

sonraki bölümlerinde çeşitli göndermeler yapılacağından Klein’ın görüşlerinde insanın

erken dönem ilişkilerinin, özellikle bebeğin anneyle olan ilişkisinin çok önemli bir yer

tuttuğunu belirtmekte yarar vardır. Klein, kuramını,“bebek içgüdüsel olarak kendisini

bekleyen anneden haberdar olarak dünyaya gelir” varsayımı üzerine kurmuştur (Tura 10,

“Editörün Önsözü”). Bebek iç dünyasındaki ölüm içgüdüsü ve saldırganlık dürtüsü

nedeniyle bunların bir bölümünü anneye yansıtır. Ancak, çocuk “iyi nesne” olarak

algıladığı anneye sevgi, “kötü” olarak algıladığı nesneye ise saldırganlık yatırımı yapar.

Diğer bir deyişle, bebek anneyi “iyi” ve “kötü” olarak ikiye ayırır. Bebek zamanla

olgunlaştıkça nesnenin bütünselleşerek iyi ve kötü yanları ile birlikte algılanması ise

“çift-değerlilik” olarak adlandırılır. Çift-değerliliğin oluşumu, süper ego oluşumu olarak

da görülebilir, çünkü nesnenin iyi ve kötü yanlarıyla bütünsel olarak algılanması,

öznenin kendi davranışları üzerindeki denetimini de arttıracaktır. Klein, Haset ve

Şükran adlı kitabında bebeğin anne memesiyle ilişkisinin niteliğine bağlı olarak haset,

kıskançlık, açgözlülük, şükran kavramlarını ele alır.



Klein’a göre, ilk nesne olarak anne ve anne memesiyle ilişki son derece önemlidir.

Anne memesi yalnızca fiziksel olarak anlamlandırılmaz; besin kaynağı olan

meme, daha derinde yaşam kaynağıdır. Dolayısıyla ilk nesnenin bireyde kök salması

(içselleştirilmesi) bireyin temel özgüvenini sağlamaktadır. İlk nesne ile olumlu ilişki

kurabilmek, anne sevgisinden her an emin olma gereksiniminin kaynağı olarak kaygıdan

kurtulmak anlamına gelir. Dolayısıyla, ilk nesne ile olumlu bir ilişki, yaşamın ilerleyen

dönemlerinde kaygıyı azaltacaktır. Haset ve Şükran adlı klasik yapıtında Klein,

memenin birey için anlamını şöyle ifade eder:

Hastalarımızın analizinde görmüşüzdür, meme, iyi halinde, bütün anne

iyiliğinin, tükenmez sabır ve cömertliğin ve aynı zamanda yaratıcılığın ilk

örneğidir. Böyle fanteziler ve içgüdüsel ihtiyaçlarla zenginleşir ilksel

nesne; böylece umudun, güvenin ve iyiliğe inancın temeli olarak kalır.(22)



Klein, en erken dönemlerde oluştuğunu düşündüğü hasedin bu ilişki üzerindeki

etkilerine de değinir. Haset iyi nesneyi korumada güçlüklere neden olmaktadır, çünkü

bebek elde edemediği doyumun meme tarafından kendisinden esirgendiğini

düşünmektedir. Hasedin kökeni, anne ile olan ve tüm diğer bireyleri dışlayan ilişkide

bulunur. Bu nedenle, haset duyulan ilk nesne de anne memesidir. Bebek anne

memesinde istediği her şeyin bulunduğunu, ancak annenin bunu kendi doyumu için

kendisine sakladığını düşünür. Böyle bir düşünce, anne ile olan ilişkinin sağlıklı

olmasını engeller. Haset öznenin bir kişi ile olan ilişkisinde olup arzulanan şeyin diğer

kişiye ait olmasından dolayı duyulan kızgınlıktır (23); bu kızgınlıkla birlikte, arzulanan

şeye sahip olmaya veya o şeyi bozmaya, kirletmeye yönelik bir eğilim vardır (23).



Klein’ın kendisinden alıntı yaptığı Geoffrey Chaucer’ın hasedi en büyük günah olarak

tanımlaması, bu eğilimi fark etmesinden kaynaklanmış olmaktadır:

İnsanlarda, hasetin aslında en büyük günah olduğuna ilişkin bilinçdışı bir

duygu vardır, çünkü haset yaşamın kaynağı olan iyi nesneyi kirletiyor,

bozuyor ve yaralıyordur. Chaucer da Vaizin Öyküsü’nde bunu söyler:

“Haset, hiç kuşkusuz en büyük günahtır; çünkü bütün öbür günahlar

sadece bir erdeme karşı günah işler, oysa haset her türlü erdeme ve bütün

iyiliklere karşıdır”. (33)



Hasedi bireyin yaşantısında en önemli konuma yerleştiren neden, kuşkusuz bu

duygunun bireyin sevme ve şükran duygularını zedelemesidir. Haset duyulması sonucu

anne memesinin iyi bir nesne olup olmadığı konusunda düşülen kararsızlık, açgözlülük,

kıskançlık ve diğer yıkıcı itkileri güçlendirir. Özne sonunda nesnenin tamamen iyi

olduğu yargısına varsa bile hasedin bireyde yol açtığı zararı tamamen yok etmez:

“Özne, sonunda nesnenin her şeye rağmen iyi olduğunu gördüğünde de, onu daha da

açgözlü bir biçimde arzulayacak ve içine alacaktır” (Klein 30).



Görüldüğü gibi, Klein’a göre, “açgözlülük” de hasetle ilişkili olarak ortaya çıkar.

Klein açgözlülüğü hem bireyin gereksiniminin hem de nesnenin verebileceğinin çok

daha fazlasına yönelen bir istek olarak tanımlar (23). Nesne ilişkileri açısından

açgözlülüğün içe yansıtmanın yıkıcı şekilde gerçekleşmesinden kaynaklandığını öne

sürer: “Açgözlülük, bilinçdışı düzlemde, memeyi boşaltmaya, kurutuncaya kadar emip

tüketmeye ve yutmaya yönelir esas olarak” (Klein 23). Klein haset ve açgözlülük

arasındaki ayrımı, hasedin yansıtma açgözlülüğün ise içe yansıtma ile ilişkili olduğunu

öne sürerek dile getirir.



Hasetle ilişkili olan ve yine Haset ve Şükran’da Klein’ın üzerinde durduğu bir

diğer kavram, kıskançlıktır. Kıskançlık, açgözlülük ve hasetten farklı olarak bireyin en

az iki kişi ile ilişkili olmasını gerektirir. Bu durumda nesne ve birey arasına bir üçüncü

kişi girmiştir. Haset ve açgözlülükle karşılaştırıldığında, kıskançlık toplum tarafından

daha kabul edilebilir bir duygu ve davranıştır. Klein’a göre bu tavır farklılığı,

kıskançlıkta, kıskanılan nesneye bireyin “zarar vermemesinden” kaynaklanmaktadır

(43).



Haset, bireyin haz alma ve memnunluk duyması ile doğrudan ilişkili olduğu için

bireyin nesne ilişkilerinde kalıcı etkiye sahiptir. Haset duygusunu yoğun şekilde

barındıran ilişkiler yaşayan bireylerin diğer kişilerle ilişkilerinde, ilişkinin devamı için

gerekli özdeşleşmelerinin sorunlu olmasına neden olur (30). Diğer taraftan, iyi nesnenin

sağlıklı şekilde içselleştirildiği ilişkiler yaşayan bireyler, zaman zaman haset, kıskançlık,

açgözlülük hissetseler bile iyi nesne ile güçlü bir ilişki kurulmuş olduğu için bu duygular

gelip geçicidir (30-31).



Sevme yetisinin gelişimi ile yakından ilişkili olan bir başka duygu da şükrandır.

Olumsuz bir gelişimin sonucu olan hasedin tersine şükran, iyiliğin içselleştirilmesinin

bir sonucudur. Klein’a göre, bireyin hem kendisinde hem de başkalarında bulunan

iyiliği görmesini sağlayan şükran duygusunun temeli bebekliğin erken dönemindedir

(31). Klein, şükranın oluşumunu da bireyin anne memesiyle olan ilişkisi ile bağlantılı

sayar: “Memedeyken yaşanan eksiksiz doyum ve memnunluk, bebeğin anneden eşsiz bir

armağan aldığını ve onu korumak istediğini gösterir. Şükranın temeli de budur” (31).

Klein’a göre, memede yaşanan doyum ve memnunluk deneyiminin yaşanma oranı

arttıkça şükran duygusunun oluşum olasılığı da güçlenmektedir. Klein, iyi nesnenin

özümsenmesi sonucu duyulan zenginliği paylaşma isteği cömertlik olarak kendisini

gösterdiğini belirtmektedir (32). Ancak, haset ve açgözlülük duyguları yaşayan

bireylerin suçluluk duygularını gidermek için “cömert” bir tavır sergilemeleri de

olasılığına dikkat çeker. Ancak, bu bireylerin davranışları sonunda abartılı takdir

istemleri, cömert tavrın ardında yatan itici gücün ayırt edilmesi için bir ölçüt olabilir

(32).



Melanie Klein’ın kuramında vurgulanan sevme yetisinin, şükranın, hasedin,

açgözlülüğün nesne ilişkileri açısından çok önemli olan “bölme” ve “idealleştirme”

üzerindeki etkileri de bu tez kapsamında dikkate alınan kuramsal yaklaşımlardır. Bu

konuda Klein başlangıçta şöyle bir varsayım ortaya koyar: “Sevme yetisi hem

bütünleştirici eğilimlere hem de sevilen ve nefret edilen nesneler arasındaki başarılı

ilksel bölünmeye yardım eder” (34). Bu varsayımın ilk bakışta çelişkili göründüğünü

Klein da kabul etmektedir. Ancak, Klein, ilk bütünleşmeden sonra yeniden iyi

nesnelerle bütünleşme deneyiminin yaşanması için bölme sürecinin gerekli olduğunu

vurgular (35). Sevme yetisinin yeterince gelişmediği durumlarda ise idealleştirme

gereksinimi artar. İdealleştirmenin doğuştan geldiği ve iyi nesnenin bulunduğuna olan

inançtan kaynaklandığı düşünülmektedir (37). Klein’a göre, idealleştirme, bireyin iyi

nesne arayışını doyurma amacıyla seçtiği bir yoldur (37). Ancak, haset ve açgözlülük bu

süreçte de oldukça etkindir. İdealleştirme sürecinde birey nesnenin olduğu şekline değil,

olmasını arzu ettiği şekline bağlanır (38). Daha sonra iç dünyada bulunan ve

bilinçdışında olan nesneye yönelmiş haset ve açgözlülük duyguları nesnenin

idealleştirilmiş yanına da yansıtılır. İdealleştirme üzerine kurulmuş ilişkilerin, özellikle

aşk ve arkadaşlık ilişkilerinin, sürekli olmamasının en önemli nedeni, hiçbir zaman

idealleştirmede tam doyum sağlanamamasıdır: “İdealleştirmeye dayanan ilişki çökmeye

yatkındır; sevilen nesnenin yerine sık sık bir başkasını geçirme zorunluluğu doğar;

çünkü hiçbiri beklentileri tam karşılayamıyordur” (Klein 38).



Bireyin iç dünyasında yaşanan nesne ilişkilerinin gelişim süreçleri, kişiler arası

ilişkilere ve dünyaya bakış açısında da doğrudan yansıdığı için, Nesne İlişkileri Okulu,

insan ilişkilerinin ya da âşık olma durumunun incelenmesi için önemli bir kuramsal

açılım sağlamaktadır. İnsan ilişkilerini Freud’un libido kuramı ve Klein’ın haset ve

şükran üzerine görüşleri aracılığı ile incelemek, anlamsız görünen pek çok olayın

ardındaki dinamikleri aydınlatma potansiyeline sahiptir.



B. İdealleştirilmiş Bir Tutku Olarak Aşk

Sevilene karşı ölçülemeyecek bir bağlılık ve tutku, ona sahip olma istemi ve

onunla bir bütün hissetme ve aynı zamanda “kendi” olarak kalma... Bugüne dek

yapılmış birçok aşk tanımının ortak noktaları bir araya getirildiğinde karşımıza bu

özellikler çıkıyor. Tüm bu özelliklerin bir araya geldiği idealleştirilmiş aşklar hakkında

yazılmış pek çok yapıt vardır. Julia Kristeva, aşkın ideal imgesi ile özdeş olmadığını şu

sözlerle belirtir: “Aşk konuşulan bir şeydir ve yalnızca budur: Şairler daima bunu

bilmekteydiler” (277). Birçok aşk söylemi aşkı olumlu ve ideal değerler toplamı olarak

kurgulamış ve bu kurgular, antik Yunan’dan 19. yüzyıla kadar büyük ölçüde kabul

gördüğünden aşkın dokunulmaz sayılan alanına pek girilememiştir. Enis Batur, “Aşk

Üzerine Marazî Bir Deneme Daha” başlıklı yazısında, kültür tarihçisi Denis de

Rougemont’un “Mutlu aşkın yazılı tarihi yoktur” (5) sözünü aktararak önemli bir

noktayı vurgulamıştır. Aşk, yüzyıllar, hattâ bin yıllar boyunca, sanat ve edebiyatta ana

konulardan biri olmasına karşın sanat eserlerinde çoğu kez mutsuz aşkın yüzleri

sergilenmiştir. Aşkın “doğa”sına ilişkin “nesnel” sayılabilecek kuramsal görüşler ancak

Romantik dönem sonralarında ifade edilmeye başlamıştır. Psikanalizin gelişimi sonucu

psikoterapi süreçlerinde yansıyan aşkların ideal aşk imgesinden uzak oluşu, kuşkusuz

“daha normal” sayılabilecek görüşlerin ortaya atılmasında önemli bir paya sahiptir.

Aşkın idealleştirilmesi ve bir anlamda dokunulmaz konuma getirilişi, âşık olma

hâlinin çözümlenmesiyle bu idealleştirmenin sorgulanmasını olanaklı kılmıştır.

Psikanaliz, nesne ilişkileri kuramların da gelişimi ile aşk kavramını idealleştirilmiş

imgesinden koparmış ve deyim yerindeyse, yeryüzüne indirmiştir. Psikanalitik yaklaşım

felsefe ve teolojiden farklı olarak, bütünsel bir aşk tanımı ortaya koymayı hedeflemez.

Freud’dan sonra, ideal bir tutku sayılmayan aşkın farklı yönlerinin, birey gelişimi ile

ilgisi açısından incelenmesi mümkün olmuştur. Psikanalitik kuramların gelişimi ile

bireysel aşkların yanı sıra mutsuz aşkların tarihi de insan zihninin anlaşılması

bağlamında önem kazanmıştır.



Romantik aşk, Halit Ziya’nın romanlarında da olduğu gibi, birçok kişiyi ölüme,

deliliğe ya da cinayete sürükleyebildiği için özellikle inceleme konusu olmuştur.

California Üniversitesi’nde yetişkinlerde bağlılık konusunu araştıran Dr. Phillip Shaver,

“Romantic Love and Attachment Styles” (Romantik Aşk ve Bağlanma Şekilleri) adlı

makalesinde, romantik aşk ilişkilerinde üç ana biyolojik davranış sisteminin etkin

olduğunu belirtir. Shaver’a göre, bu davranış sistemleri, bağlanma, bakım ve cinsellik

olarak belirlenir. Bağlanma, âşık bireylerin birbirlerine karşı bir bebeğin annesine

duyduğu duygulara benzer duyguları taşımasını tanımlarken, bakım, bireylerin birbirini

bakıma gereksinimi olan çocuklar olarak görmesini belirtir. Romantik aşkta cinsellik,

bağlanma ve bakımdan sonra gelmektedir. Bu üç sistem dışında da aşk ilişkilerinde

farklı davranış sistemleri bulunabilir. Ancak, bağlanma tipi özellikle önemli yer tutar.

Kendisine bakan anne ile etkileşimine bağlı olarak kişinin bağlanma şekli doğduğu

günden itibaren şekillenmeye başlar. Yaşam boyu aşk da içinde olmak üzere bireyin

tüm ilişkileri, anne ve çocuk ilişkisinin niteliğinden etkilenir. Klein’ın nesne ilişkileri

kuramının da bu ilişkinin niteliğine verdiği önem nedeniyle, kuram aşkın psikodinamiği

hakkında da açıklayıcı bir nitelik kazanmıştır.



Romantik aşk, mutsuzluğun seven birey üzerine anîden değil, yavaşça, bir çeşit

tatlılıkla sokulması sürecidir. Âşık olunan kişi, âşık olan tarafından idealleştirilir.

İdealleştirme sonucunda âşık olunan kişi, dünya üzerindeki en yüce değerlere sahip olan

nesne konumuna getirilir. Ancak, romantik âşığın yazgısı bu noktada mitolojik

öyküdeki Narcissus’un yazgısı ile aynı noktada buluşur. Narcissus’un suda görüp âşık

olduğu yüzün kendisinin olduğunu ve bir yansıma olduğunu anlamasından sonraki

ümitsizliğini, romantik âşık idealleştirdiği kişinin kendisinin oluşturduğu bir yanılsama

olduğunu anladığı anda yaşar. Mutsuz aşk tarihi de bu yanılsama anlarının sanat

eserlerine aktarılmasıdır.



Bu noktada “romantik aşkta trajik son kaçınılmaz mıdır?” sorusu akla

gelmektedir. Freud’un libidonun enerjisini nesnelere yayma ve geri çekebilme yetisine

sahip bir depo olduğunu anımsamakta yarar vardır. Romantik aşklarda çoğu kez

nesnelere yayılan libidinal enerjinin geri çekilememesi sonucu bir kilitlenme

yaşanmaktadır. İdealleştirmenin başat olduğu bu tip aşklarda, sevgide doyumun sahip

olma ile özdeş sayılması, aşkın giderek patolojik niteliğe bürünmesine neden olur.

Libido kilitlenmesi, ilksel nesne olarak anne ile kurulan ilişkiyle yakından bağlantılıdır.

Anneyle ilişkide güven duygusunun oluşmaması, başta haset olmak üzere saldırganlık ve

öfke benzeri duyguların yansıtılması, yaşamın daha sonraki dönemlerde yaşanan

ilişkilerde idealleştirme gereksinimini arttırır. Ancak ilişkide idealleştirilen nesnenin

(sevilen kişinin) imgelemdeki özelliklere sahip kişi olmadığını, aslında bir başka kişi

olduğunu görmek, yaşanan bütünleşme duygusunun, “biz” olma duygusunun,

zedelenmesine neden olur. Gerçeğe dönüşü kabul etme yetisine sahip bireylerde

romantik aşklar “hüzünlü birer anı” olarak kalırken nesne ilişkilerinin gelişimi sorunlu

bireylerde trajik sonlara sıklıkla rastlanır.





BÖLÜM II

ELMAS YAĞMURUNDAN SİYAH İNCİ YAĞMURUNA: MAİ VE SİYAH

Halit Ziya Uşaklıgil’in birçok yapıtında karakterler mutlu olmadıkları

yaşamlarından kurtulmanın, huzura kavuşmanın bir aşk veya bir idealde gizli olduğunu

düşünürler. Tüm yaşamlarını bu aşk veya ideale ulaşmak için harcarlar. Ancak, Halit

Ziya’nın tüm romanlarında aşk ve idealler, sonuçta yaşanan trajedilerin bir parçası

olurlar. Bu kadar güçlü idealleri ve aşkları kendi içinde yutan, “elmas yağmurlarını

siyah inci yağmurlarına dönüştüren” trajik sonlar neden daima Halit Ziya’nın

karakterlerini bulur? Bu bölümde, Ahmet Cemil’in yaşadığı bu dönüşüm sürecinin

işleme mekanizması psikanalitik açıdan ele alınarak bu soruya Mai ve Siyah romanı

kapsamında yanıt aranmaktadır.



Ahmet Cemil, Mülkiye Mektebi’nin son sınıfına geçtiği yıl babası ölür; on dokuz

yaşına dek ailesiyle mutlu bir yaşam süren Ahmet Cemil, annesinin ve kız kardeşi

İkbal’in geçimini sağlamak zorunda kalır. Yaşamının yeni dönemi bu zorluklarla başlar.

Okul yıllarından beri edebiyat tutkusu olan Ahmet Cemil, Fransızca’dan çeviriler yapar.

Ancak, zevkle okuduğu Fransız klasiklerini çevirmek sandığı kadar kolay bir iş değildir.

Ekonomik zorluklar nedeniyle Mir’at-ı Şuûn gazetesinde iş bulur ve basit öyküler

çevirir. Aynı dönemde ek bir iş daha bulur ve akşamları zengin bir ailenin çocuğuna

ders vermeye başlar. Artık evlerinin geçimi düzene girer; hattâ Ahmet Cemil zengin

olmaya başladıklarını düşünür.



Ahmet Cemil’in en büyük hayali, edebiyat dünyasında ünlü bir yazar olmaktır.

Yoğun çalışmasının arasında kendisini üne kavuşturacak yapıtı da yazmaya başlar.

Çevresindeki tüm olaylara karşı nispeten duyarsız davranır, çünkü zihni sürekli

hayalinin gerçekleşmesini sağlayacak yapıtla meşguldür. Kız kardeşi İkbal’in

evliliğinden önce bile onu isteyen kişi hakkında araştırma yapma gereği duymamıştır.

Aileye katılan Vehbi, onda yalnızca hafif bir huzursuzluk oluşturur. Ahmet Cemil o an

bu duygu üzerinde fazla durmaz.



Yapıtı dışında tek ilgisini çeken kişinin en yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi`nin

uzun süredir görmediği kız kardeşi Lâmia olduğu görülür. Ona âşık olduğunu anlaması,

yapıtı üzerinde yoğunlaşmasına ve onu bitirme isteğinin artmasına neden olur.

Lâmia’nın karşısına “ünlü yazar” Ahmet Cemil olarak çıkma isteği de hayallerinde

önemli bir yer alır. Bu sırada, gazete sahibi Tevfik Efendi’nin felç olmasından dolayı,

oğlu, yani İkbal’in eşi Vehbi yönetime geçer. Başlangıçta durumdan rahatsız olan

Ahmet Cemil, bir süre sonra baş yazar olur ve bir miktar para ile yeni makineler

alınmasını sağlayarak gazeteye ortak olur. Babasının ölümünden sonraki dönemde,

Ahmet Cemil için belki de ilk kez her şey yoluna girmektedir. Yapıtını tamamlaması da

bu döneme rastlar. Arkadaşı Hüseyin Nazmi`nin evinde yapılacak olan bir toplantıda

yapıtın okunmasına karar verilir. Sonunda Ahmet Cemil beklenen yapıtını dönemin

önemli yazarlarına okur ve beğeni toplar. Kendisini kutlayanlara Lâmia bile bir fırsatını

bulup, gizlice, eserin sonuna “Tebrik ederim” yazarak katılır.



Ahmet Cemil’in mutluluğu, eniştesinin kötü yanlarını görmesi ile bozulmaya

başlar. Bir gün bir gazetede, hiçbir zaman kendisini sevmediğini ve kıskandığını

düşündüğü Râci tarafından yazılmış, kendisini ve yapıtını sert bir üslûpla eleştiren bir

yazı çıkar. Vehbi, bu yazının gazetesini kötü yönde etkileyeceğini öne sürerek baş

yazarlığı başka birisine verir. Bir akşam evde bu konuda çıkan bir tartışmada eniştesi,

hamile karısı İkbal’in karnına tekme atarak bebeğin düşmesine ve İkbal’in ölümüne

neden olur. Bir süre sonra Hüseyin Nazmi’den, Lâmia’nın bir subaya verildiğini

öğrenmesi ile Ahmet Cemil’in hayatta aşkı bulmaya ilişkin hiçbir umudu kalmaz.

Düşlerine bu kadar kapıldığı için kendisini suçlayarak edebiyattan bütünüyle kopar,

ülkenin uzak bir vilâyetine gitmek üzere annesiyle birlikte İstanbul’u terk eder. Elmas

yağmuru düşüyle başladığı yolculuğun siyah inci yağmuruna dönüşmesi ile Ahmet

Cemil bu kez düşlerinden uzak, bilmediği bir yolculuğa çıkmaktadır. Kendisini gerçek

Ahmet Cemil ile karşı karşıya getiren “umutlarının yıkıntılarından kaçan” (389) Ahmet

Cemil’in şu sözleri onun yaşamını en iyi şekilde özetlemektedir:

Ah! Biçare hırpalanmış, ezilmiş hayat!.. Mai bir gece ile siyah bir gece

arasında geçen şu nasipsiz, bahtsız [talihsiz] ömür!.. Bir bârân-ı elmas

altında inkişaf ederek [belirerek] şimdi bârân-ı dürr-i siyahın altında

gömülen o emel çiçekleri!.. (398)



Halit Ziya Uşaklıgil üzerine yapılan değerlendirmelerde Mai ve Siyah, Türk

edebiyatında bir dönüm noktası olarak görülmüştür. Berna Moran, Türk Romanına

Eleştirel Bir Bakış adlı yapıtında, yazarın Mai ve Siyah’tan önceki romanlarını “okurun

özellikle acıma duygularını uyandırmak için” yazılmış acıklı aşk hikâyeleri olarak

değerlendirir (68). Mai ve Siyah, Halit Ziya’nın ruhbilimsel gerçekçiliğe dayanan ilk

romanıdır. Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri adlı kitabında Kenan Akyüz,

romanın en önemli yönünün toplumsal yaşama yer vermesi olduğunu belirtir. Akyüz’e

göre aşkın ikinci plana alındığı Mai ve Siyah’ta toplumsal yaşama yer verilmiş olması,

onun en önemli yönünü oluşturur (115). Akyüz’ün vurguladığı bu nokta romanın

dönemin tartışmaları düzleminde okunmasına da yol açmıştır. Dönemin özelliklerini ve

edebiyattaki arayış ve yenilikleri değerlendirerek bu romanı okumak, Ahmet Cemil’in

ünlü bir yazar olma isteğini, yeni bir edebî anlayış getirme isteği ile ilişkilendirerek

değerlendirmek mümkündür. Ancak, dikkatli bir okuma, Tanpınar’ın “Kitaba bulunacak

asıl kusur, bu ideal iştiyâkını çok dar bir çerçevede alması ve yüzeyde kalmasıdır”

şeklinde ifade ettiği gözlemini haklı çıkarır (“Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu” 276). Halit

Ziya, bu yapıtında, Nemide veya Aşk-ı Memnu’da mekânı oluşturan köşk gibi kapalı

ortamlarda geçen romanlarındaki gibi toplumsal çevreyi bütünüyle yok saymamıştır;

ancak, Mai ve Siyah’ı döneminin edebî ortamını yansıtan bir roman olarak okumak için

yeterli metinsel ipucu bulunmaz. Mai ve Siyah baştan sona Ahmet Cemil’in yaşamı

üzerinde odaklanır ve toplumsal çevre de ancak Ahmet Cemil’i ilgilendirdiği ölçüde

verilir. Bu nedenle, bu çalışmada dış etkenlerden çok Ahmet Cemil incelenmiştir; dış

etkenler karakter üzerindeki etkileri oranında ele alınmıştır.



Romanın başından beri ünlü bir edebiyatçı olmak ve kitap yazmak isteğinin

Ahmet Cemil’in tüm yaşamını ele geçirmiş olması, romana psikanalitik yaklaşımı akla

getirir . Ahmet Cemil’in kitapta “Henüz yirmi iki yaşında, bütün maneviyatı [ruh haleti]

yalnız bir ümidin tahakkukuna muntazır [gerçekleşmesini beklemekte]...” (39) şeklinde

ifade edilen kitap yazarak ünlü bir yazar olma ideali, düşündüğünün tersine onu elmas

yağmurunun kaynağına götürmek yerine yitirilen ümitlere sürüklemiştir. Ne var ki

Ahmet Cemil bu durumu ancak tüm ümitlerini yitirdikten sonra fark eder. Romanın

sonunda, yaşamdan beklentisi kalmamış, yokluğa teslim olmak üzere olan genç bir adam

olarak annesine sığınır:

O vakit titreyerek ayağa kalktı: “Geliyordum, anne!...” dedi ve hayatta

bir ümidi kalmamış bu çocuk, yavaş yavaş, bu siyah geceden, şu kendisini

çekip almak isteyen ademden [yokluktan] ayrılarak mevcudiyetini

[varlığını] daha kuvvetle çeken bu sese uyarak, annesini takip etti... (400)



Psikanalitik açıdan nesne ilişkileri düşünülerek ele alındığında romanın burada

verdiğimiz kısa özeti, Ahmet Cemil’in sorunlu nesne ilişkilerinin varlığına işaret eder.

Freud’dan bu yana egonun, libidonun nesnelere gönderildiği ve nesnelerden gelen

libidonun alınabileceği bir depo olduğu bilinmektedir. Ego ve nesneler arasındaki bu

dinamik ilişkiyi Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları’nda Freud, aşağıdaki

benzetmeyi kullanarak açıklar:

Konuyu özet olarak ortaya koymak için ego-libidosunun nesnelibidosuyla

ilişkisini, sizler için anlaşılır kılabileceğim bir yolla,

zoolojiden bir benzetmeyle düşündük. Çok az farklılaşmış bir

protoplazmik madde küreciğinden oluşan canlı organizmaların en

basitlerini [amipleri] düşünün. Bunlar yalancı ayak denilen çıkıntılar

oluşturup gövdesini oluşturan maddeyi bu ayaklara akıtarak hareket

ederler. Ancak bu çıkıntıları bir kez daha geri çekebilir ve bir kez daha

kendilerini bir küreciğe dönüştürebilirler. Bu çıkıntıların uzamasını ana

libido kütlesi Egoda kalabilirken libidonun nesnelere yayılmasıyla

kıyaslıyor ve normal koşullarda Ego-libidosunun engellenmeksizin nesnelibidosuna

dönüşebileceğini ve bunun bir kez daha Egoya geri alınabileceğini düşünüyoruz. (412)



Psikanalizde sağlıklı bir libidonun nesnelere yayılma ve geri çekilme

esnekliğinin olduğu düşünülmektedir. Nesnelerle bu dinamiği kuramayan ve dolayısıyla

bu ilişkiyi sürdüremeyen egonun sorunlu olduğunu söylemek mümkündür. Mai ve

Siyah’ta Ahmet Cemil’in durumuna bakıldığında, nesnelerle ilişkisinde böyle bir

dinamiğin sağlıklı şekilde yaşandığı söylenemez. Karakterin libidosu yazacağı yapıta ve

bu sayede elde edeceği üne odaklanmış ve karşılaşılan başarısızlık durumunda libidonun

geri çekilmesi mümkün olmamış, bir anlamda, libido kilitlenmesi yaşanmıştır. Ahmet

Cemil’in nesne ilişkilerinin sorunlu olmasının yanı sıra yaşamının tüm hedefinin ileride

olmak istediği şeye, gelecekteki Ahmet Cemil’e odaklanmış olması okura narsisist

kişilik özelliklerini düşündürmektedir.



Konunun daha iyi anlaşılmasının sağlanması açısından bu sorunlara geçmeden

önce Freud’a göre nesne bulma sürecinin evrelerini anımsamakta yarar vardır. Freud’a

göre nesne bulma sürecinin başlangıcında öncelikler, beslenme arzusunun

doyurulmasına bağlıdır ve çocuk ilk nesne olarak doyum sağlayan anne memesine

bağlanır. Daha sonraki dönemde çocuk kendisini anneden ayırır ve bağımsızlığını elde

ederken “oto-erotik” deneyimi yaşar. Bu dönemde çocuk, nesne olarak kendi bedenini

seçer. Bir sonraki aşamada ise dış nesneye yönelim gerçekleşir. Ahmet Cemil’in

durumunda dış nesneler ile olan ilişkilerde birtakım sorunlar olduğu düşünülebilir.

Ancak, karakterin yaşamının ilk yıllarına ilişkin ayrıntılı bilgi sahibi olunmadığı için,

nesne bulma sürecinde sorun olduğunu ileri sürmek bir varsayım olarak kalacaktır. Bu

çalışmada görüşlerinden büyük ölçüde yararlanılan Sigmund Freud ve Melanie Klein’ın

kuramları, bu varsayımı doğrulamaktadır. Bu noktada nesne bulma ve nesne seçimi

açısından Klein’ın “nesne ilişkileri” kuramının Freud’un görüşlerinden farkının ne

olduğu sorusu akla gelebilir. Freud’a göre nesne seçimi temelde dürtü tatminine

bağlıdır. Ancak, Klein’da durum farklılaşmaktadır. Saffet Murat Tura, Melanie

Klein’ın Haset ve Şükran adlı kitabına yazdığı önsözde bu farkı şu şekilde ifade

etmektedir:

Klein’a göre içgüdü daha doğumdan itibaren türün evriminden intikal

eden fantazmatik içsel nesnelere bağlıdır. Bir başka ifadeyle, çocuk daha

baştan içgüdü tatminine yönelik nesne ve ilişki arayışlarıyla donatılmıştır.

İlk bakışta önemsiz görülen bu varsayım farklılığı gerek ilgili klinik

malzemenin yorumunda gerek kuramın bütününde ciddi ayrılıklara yol

açmaktadır. (“Editörün Önsözü”, 7-8)



Klein’ın kuramının temelinde yer alan içe yansıtılmış nesneler, özdeşleşmeler, erken

fantezi oluşumları gibi kuramsal kavramların bu farklılıktan doğduğunu varsaymak

hatalı olmayacaktır. Ancak, kesin bir yargıya ulaşmak için her iki analistin yaklaşımları

ayrıntılı şekilde ele alınmalıdır.



Romana geri dönecek olursak Ahmet Cemil’in erken çocukluk dönemine ilişkin

bir bilgi okura verilmemektedir. Dolayısıyla, Ahmet Cemil’in nesne ilişkilerinde

karşılaştığı sorun Freud’un son evre olarak ifade ettiği dışsal bir nesne arama sürecinde

ortaya çıkabilecek soruna denk gelmektedir. Edebiyata çok meraklı olan, özellikle

Fransız yazarları okuyan ve onları kendisine örnek alan Ahmet Cemil, onlardan biri

olduğu takdirde bir kişilik kazanacağına inanmaktadır:

Ah; o eser yazılıp da intişar ettiği [yayımlandığı] zaman ben büsbütün

başka bir adam olacağım! Öyle sanıyorum ki iştihar perisi [şöhret perisi]

gelip makhur, mağlup [yenilerek] ayaklarımın altına atılacak; kendimi

birden yükselmiş göreceğim, o zaman: “Ben bugün şu toprak parçasının

üzerinde birisiyim!..” diyebileceğim... (134-35)



Ahmet Cemil’in edebiyat alanında başarıyı yakaladığı ve “peri” olarak nitelediği

üne sahip olduğu zaman kendisinin birey olacağına olan inancı, narsisist kişilik

özelliklerine sahip olduğu şeklindeki ilk varsayımı güçlendirmektedir. Yukarıdaki

alıntıdan, Ahmet Cemil’in “kendisinin ileride olacağı kişiyi” sevdiği anlaşılmaktadır.

Bu nedenle, Ahmet Cemil karakteri ele alınırken narsisist kişilik özelliklerinin analizine

ağırlık verilecektir. Ancak, buradan Ahmet Cemil’in patolojik narsisizme sahip olduğu

sonucu çıkarılmamalıdır. Bu nedenle öncelikle genel olarak narsisizm ve normal

narsisizm ile patolojik narsisizm ayrımı üzerinde durulacaktır.



Kişilik özellikleri ve bozuklukları arasında, narsisizm, ilk tanımlanan kişilik

özelliklerinden biridir. Freud’un Narsizm Üzerine adlı çalışmasından bu yana

“narsisizm” kavramı bilinmektedir. Ancak, Freud, bu çalışmasını yaptıktan sonra

narsisizm kuramında pek çok farklılıklar ve gelişmeler olmuştur. “Narsisizm” kavramı

hakkında gerek Freud, gerekse Otto Kernberg ve Heinz Kohut gibi önde gelen

psikanalist kuramcılar tarafından çeşitli görüşler belirtilmiştir. Bu çalışmada özellikle

Kernberg’in görüşlerinden yararlanılacaktır. Bunun en önemli nedeni ise bugün

Kernberg’in Klein’ın görüşlerini yorumlayan en önemli analistlerden olmasıdır. Ancak,

bu durum Kernberg ve Kohut arasındaki farklılıkların göz ardı edildiği anlamına

gelmemelidir.



Freud’un 1914 yılında yazdığı “Narsisizm Üzerine Bir Giriş”başlıklı yazısında

normal bir evreyi adlandırmakta kullanılan narsisizm kavramına Raşit Tükel, “Freud

Metinlerinde Ego İdeali” adlı yazısında şöyle değinmektedir:

Narsisizm, bireyin, o ana kadar oto-erotik etkinlikler içinde yer almış olan

cinsel dürtülerini, bir sevgi nesnesi elde etmek üzere birleştirdiği;

kendisini, kendi bedenini sevgi nesnesi olarak aldığı ve ancak bunun

ardından kendinden başka bir insanı nesnesi olarak seçmeye doğru

ilerlediği bir evreyi temsil etmektedir. Diğer bir ifadeyle, narsisizm,

sınırsız ve nesneden bağımsız olan, egonun enerji yatırımı (cathexis)

olarak görülmektedir. (12)



Ancak, narsisizmin bu evre geçildikten sonra da kişilikte etkin hâle gelmesi

narsisist kişilik özelliklerini akla getirmektedir. Freud’a göre bu durumu, narsisist ve

yaslanma tipleri olarak ikiye ayırmak mümkündür. Birinci tipte kişi, kendini, kendisinin

bir zamanlar olduğu şeyi, kendisinin olmak istediği şeyi veya kendisinin parçası olmuş

bir şeyi sevebilir. İkinci tipte ise, kendisini besleyen kadını, kendisini koruyan erkeği ve

bunların yerini alan bir dizi ikame nesnelerini sevebilir (Narsizm Üzerine 37-38).

Ahmet Cemil karakterine bakıldığında, onun birinci tipe uygun özellikler gösterdiği

görülmektedir. Ahmet Cemil, yayımlayacağı kitap sayesinde elde edeceği ün ile

kendisinin olmak istediği şeye tutku derecesinde bağlıdır. Burada kitap, bağlanılan

nesne olmaktan çok, bağlanılan hayale gitmekte kullanılacak araç olarak görülmelidir.

Ferdinand de Saussure’ün kavramları ile ifade edecek olursak, kitap bir göstergedir,

gösterileni ise gelecekte Ahmet Cemil’in elde edeceği ün ve saygıdır. Burada dikkat

çekilmesi gereken bir diğer nokta da kitabın Ahmet Cemil’in ölümsüzlük düşüne de

hizmet eden bir nesne olmasıdır. Romanda buna ilişkin bir ipucu verilmemiştir. Ancak,

varoluşsal açıdan düşünüldüğünde, Ahmet Cemil adı, kitap sayesinde, gelecek kuşaklara

da aktarılacaktır. Bu durum, Ahmet Cemil’in narsisizmini daha da güçlendirmektedir.

Ahmet Cemil’in en yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi ile olan ilişkisi de onun

kişiliğindeki narsisist belirtiler kapsamında ele alınmaya uygundur. Hüseyin Nazmi,

Ahmet Cemil’in şu andaki yaşamında yer almasına karşın onun gelecekte olmak istediği

kişiyi temsil etmektedir. Ahmet Cemil’in Hüseyin Nazmi’nin konumuna olan hayranlığı

bu arkadaşlığı sürdüren en önemli nedenlerden biridir. Bu arkadaşlık da Ahmet Cemil

için olmak istediği şeyle özdeşleşme aracıdır. Ancak Otto Kernberg’in Sınır Durumlar

ve Patolojik Narsisizm adlı kitabında bu tip ilişkilerin içlerinde yoğun şekilde

özdeşleşme ve idealleştirme barındırmasının yanı sıra yoğun haset de barındırdığı

belirtilmektedir: “Bu hastalar [narsisist kişilikler], kendilerinin sahip olmadığı şeylere

sahip görünen ya da hayatlarından memnun görünen kişilere çarpıcı bir biçimde yoğun

haset duyarlar” (200). İlk bakışta, hiçbir şekilde haset barındırmadığı izlenimi veren bu

arkadaşlıkta Ahmet Cemil’in duyduğu haset ve bu nedenle yaşadığı suçluluk duygusuna

ilişkin ipuçları romanda görülmektedir:

Ah! O da böyle bir odaya, şöyle bir kütüphaneye, böyle kitaplara malik

[sahip] olabilseydi!.. Hüseyin Nazmi’nin evinde bu his birinci defa

olarak onun temiz dimağına düştü. Bir kar tabakasının tertemiz beyazlığı

üzerine düşmüş bir katre [damla] leke gibi... Kendi kendisine utandı.(72)



Ahmet Cemil’in, Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lâmia’ya olan aşkı yine

hayranlık duyduğu kişinin sahip olduğu bir şeyi elde etme isteği olarak da

yorumlanabilir. Çevresinde başka genç kızlar olup olmadığı bilinmemektedir; ancak,

Lâmia dışında hiçbir bayana ilgi duymuyor olması ve Lâmia’yı idealleştirmesi bu

yargının haklılığını düşündürmektedir. Bu aşamada, dikkate alınması gereken önemli

bir nokta da Ahmet Cemil’in Lâmia’ya aşkını kitabını tamamladıktan sonra ilân edecek

olmasıdır. Bunun nedeni irdelendiğinde, Lâmia’nın da Hüseyin Nazmi’nin dünyasına,

dolayısıyla Ahmet Cemil’in gelecekteki dünyasına ait olması, önemli bir nokta olarak

ortaya çıkmaktadır. Ahmet Cemil’in özgüven eksikliği burada dikkati çekmektedir. Bu

durumu yenmek için Ahmet Cemil, narsisist kişilik özellikleri taşıyan kişilerin çoğunun

kullandığı bir savunma mekanizmasını kullanmaktadır; “umut vadeden genç” olması

Ahmet Cemil’e ileride bu özgüven eksikliğini yeneceği güvencesi vermektedir.

Görüldüğü gibi, Ahmet Cemil’in yalnız yazacağı kitaba olan bağlılığı değil,

yakın çevresindeki kişilerle olan ilişkiler de kişiliğindeki narsisist özellikleri ortaya

çıkarmaktadır. Kız kardeşinin evliliğine karşı takındığı tavır bunun en iyi örneğini

oluşturur. Kız kardeşinin mutsuz evliliğinden kendisini sorumlu hisseder gibi görünse

de aslında bu sorumluluğu üstlenmemektedir, çünkü kendisini de benzer şekilde

yaşamda “kaybeden” sınıfında görmekte ve kız kardeşine gerçekten yardım

edebileceğini düşünmemektedir. Onun tüm yaşamı, yazacağı kitap sayesinde ulaşacağı

gelecekteki yaşamına odaklanmıştır. Bu nedenle, yaşadığı hiçbir durumda?çünkü tüm

bu durumlarda o, bir “kaybeden”dir?gerçek anlamda sorumluluğu kendi üzerinde

hissetmemektedir. Otto Kernberg’in narsisist kişiliklere ilişkin betimlemesi bu aşamada

dikkat çekici olabilir:



Narsisist kişiliklerin başlıca özellikleri, büyüklenmecilik, aşırı bencillik

ve başka insanlardan hayranlık ve takdir elde etmeye çok hevesli

olmalarına karşılık, başkalarına karşı çarpıcı bir ilgi ve eşduyum

yokluğudur [. . . .] Özellikle içten üzüntü ve yas dolu özlem duyguları

hissetmezler; depresif tepkiler yaşayamamaları, kişiliklerinin temel bir

özelliğidir. (Kernberg, Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm 200)



Narsisizmin patolojik bir tanımlama kategorisi olmaktan çok bir nesne ilişkisi

tarzı olduğu, Ahmet Cemil’in incelenmesi açısından son derece önemlidir. Ahmet

Cemil’in kız kardeşinin içinde bulunduğu duruma somut bir müdahalede bulunmaması,

onun ailesinden bütünüyle soyutlanmış ve ailesinin yaşadığı acılara duyarsız bir karakter

olarak değerlendirilmesini haklı çıkarmayacaktır. Ahmet Cemil’in insan ilişkilerindeki

mesafeli tutumu, onun kişiliğinin zedelenmesi ile yakından ilişkilidir. Ahmet Cemil,

eniştesi Vehbi Bey’in davranışları karşısında olduğu gibi, genel olarak karşılaştığı tüm

zorlu durumlarda küskün ve çaresiz bir tutum sergilemektedir.



“Bari mesut olsa!” diyordu. Onun saadetinden emin olabilse, değil ufak

tefek istirahat esbabını [dinlenme sebeplerini], demin sekteye

uğrayacağından [bozulacağından] korktuğu için hayat sükûnunu belki

bütün istikbal emellerini [gelecekle ilgili arzularını] feda ederdi. (187)



Bu davranış biçiminde kayda değer bir özgüven eksikliği görülürken

idealleştirdiği kişiler ile olan ilişkilerinde sergilediği tavır bir anlamda gelecekteki

Ahmet Cemil’i belirlemektedir. Kız kardeşi de dahil olmak üzere roman boyunca

Ahmet Cemil’in hiçbir ilişkisinde sağlıklı bir özdeşleşme görülmemektedir. En yakın

arkadaşı olan Hüseyin Nazmi ile olan ilişkisi bile idealleştirme üzerine kurulmuştur. Bu

ilişkide, yukarıda da belirtildiği gibi, hasedin görülmesi de sağlıklı bir özdeşleşme

ilişkisinin yokluğuna işaret eder. Özdeşleşme sürecinde kişi, özdeşleşilen kişi gibi

olmaya çalışırken idealleştirmeye dayalı ilişkilerde kişi, idealleştirilen kişiye sahip

olmaya çalışır. Bunun olanaksızlığı da idealleştirilen kişiye karşı haset duygusunu

yoğunlaştırır. İdealleştirme sürecinde idealleştirilen nesneye sahip olma eğilimi baskın

olduğundan bu ilişkilerin uzun sürmesi olanaklı değildir. Ahmet Cemil’in Hüseyin

Nazmi’yle özdeşleşme sürecinde başarısızlığı ve toplum içinde de engellenme duygusu

yaşaması, onu, günlük yaşamla ilgisiz görünen bir karakter yapar. Ancak, ilişkilerindeki

bu “yaşamdan çekilmiş” tutum, zedelenmiş kişiliği korumaya yönelik bir savunma şekli

olarak da görülebilir. Ahmet Cemil’in yaşamındaki dönüm noktasını ise kitabı da dahil

olmak üzere yaşamındaki hemen her alanda birbiri ardı sıra gelmeye başlayan

başarısızlıkları oluşturmaktadır. Bu başarısızlıklar ile Ahmet Cemil belki de ilk kez

kendini irdelemeye başlamıştır. Narsisist kişilik özelliklerine sahip bazı kişiler, yaratıcı

olmaları ve bu nedenle diğer kişilik bozukluklarına oranla toplumsal yaşamla daha iyi

bütünleşmeleri ile bilinmektedir (Kernberg, Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm

201). Ahmet Cemil de aslında bu kişilere örnek gösterilebilir. İyi bir evlat, iyi bir

arkadaş ve entellektüel bir gençtir. Ancak, kendisi için önemli olan, yazacağı kitapla

yaratacağı “mucize”dir. Yalnızca kendisini değil, çevresini de bu duruma inandırmış

görünmektedir.



İlk bakışta, Ahmet Cemil’in yaşamakta olduğu başarısızlıklar ile kitabına olan

inancını yeniden gözden geçireceği ve yaşamına yeni bir yön vereceği düşünülmektedir.

Burada yine bir narsisizm mekanizması devreye girer:

Kaygı yaratan durumlarda özdenetim uygulayabilirler ve bu da

başlangıçta iyi kaygı tahammülü gibi görünebilir; ancak, analitik

açımlama, kaygı tahammülünün, narsisist fantezilerinin artması ve

“muhteşem tecrit”e çekilme pahasına elde edildiğini gösterir. (Kernberg,

Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm 201)



Ahmet Cemil’in yaşamında karşılaştığı sorunlar, başlangıçta onun kitap idealine

daha da çok sarılmasına neden olmuştur; Ahmet Cemil, sarıldığı idealin kendisine

vereceği doyumu düşündüğünde yaşamakta olduğu kaygı ve çaresizlikten sıyrılmaktadır.

Ancak, bu mekanizmanın işlevini yitirmesi, narsisist egonun kendisi hakkında yazılan

alaycı eleştiriyi gördüğünde yoğun şekilde zedelenmesinden kaynaklanmaktadır. Raci

tarafından kendisinin de çalıştığı gazetede “Bir Edebi Müsamere??!!” başlıklı alaycı

eleştiriyi okumasıyla birlikte Ahmet Cemil, kendisi hakkında oluşturduğu yanılsamayı

yitirir. Şimdi bir kitabı vardır; ancak, bu onun büyük bir yazar olarak kabul edilmesi

yerine alaycı eleştirilere maruz kalmasına neden olmuştur. Bu olaydan sonra kız

kardeşinin yaşadığı sorunlara daha duyarlı olması ve daha önce müdahale etmediği için

suçluluk hissetmesi, Ahmet Cemil’in özdeşleşme yetisini tamamen yitirmediğinin

kanıtıdır: “Kardeşini bu bedbahtlıktan kurtarmak için bütün vasıtalara, bütün kuvvetlere

malik [sahip] imişçesine yalnız şimdiye kadar lakayt [ilgisiz] kalmış olmasına

kızıyordu” (278). Ancak, idealleştirmenin baskın olmasından dolayı yoğun bir hayal

kırıklığı yaşamaktadır: “Kendi kendisine: ‘Ah! Hulyalarım [hayallerim]!..’ diyordu.

Şimdi İkbal, matbaa, eseri, eniştesi, bütün bu yaralar hepsi birden kanamaya başlamıştı”

(310).



“Bütün yaralarının hepsinin birden kanamaya başlaması”, Ahmet Cemil’in

yaşamında yeni bir dönemin başladığını okura bildirir. Bu sürecin başlaması ile Ahmet

Cemil, “günden güne eksildiği görülen vücut” (338) tamlaması ile söz ettiği kız kardeşi

ile özdeşleşir; Ahmet Cemil’in yaşamını ona bağışlama istemi hem hayal kırıklığının

şiddetini göstermekte, hem de kız kardeşi ile özdeşleşme ve giderek “eksilme” ile

dolaylı intiharı imlemektedir.



Bu önemli değişim noktasından sonra yaşamında ilk kez Ahmet Cemil “sıradan”

insanın yerinde olmayı arzulamış ve bir memur olmayı, ün perisinin peşinde koşmamış

olmayı istemiştir. Yaşamının hayal kırıklığından inandığı ideali terk ederek

kurtulacağını düşünmektedir. İdealize edilmiş nesnenin işlevini istenilen şekilde yerine

getirmediği zaman hissedilen nefret Ahmet Cemil’i de sarar:

Okumak?.. Artık bunların hepsinden nefret ediyordu. O şairler, o sevgili

kitaplar, bunlar bütün yaşanmış yahut yaşamaktan yorulmamış adamların

sahte şiirleri, sahte felsefeleriydi. Bütün şiir ve felsefe işte şu dakikada

onun bu melal ve yeisinde muhtevi idi [onun bu acı ve ümitsizliğindeydi].(370)



İdealindeki yaşama ulaşma yolunda başarısızlığa uğrayınca Ahmet Cemil,

kendisine ve idealine giden yoldaki her şeye karşı bir değersizleştirme tavrı sergiler.

Yukarıda alıntıda belirtilen nefret duygusu da bu değersizleştirmenin bir parçasıdır.

Kendisine yönelik öfke ve başarısızlık duygusundan ise, annesine sığınarak kurtulma

eğilimdedir. Anneye sığınma, çocukluğa geri dönmeyi ve korunma istemini

göstermesinin yanı sıra yeni bir yaşama başlamayı, tüm yaşananlardan bir çeşit arınmayı

da temsil eder.



Ahmet Cemil’in bu çalışmanın başından bu yana “normal narsisizm” gibi

yorumlanmaya çalışılan kişilik özellikleri, “umutlarının yıkıntılarından kaçmak” (389)

isteğiyle annesine sığınmasından sonra, patolojik narsisizmin özelliklerine yaklaşır.

Ahmet Cemil, “ayrıcalıklı, özel bir birey olma” yanılsamasını yitirmiştir. Kitap

yazmaya ve ünlü olmaya aktardığı libidosunu geri çekmeyi uzun süre başaramamıştır.

Geri çektiği anda ise libidosu kendi egosuna yönelmiştir; narsisizmin neden olduğu tüm

yanılsamalarının çökmesinin karakter üzerindeki etkileri romanda verilmektedir.

Sıradanlığa dönme arzusu Ahmet Cemil’i sarmıştır ve tamamen güçlü kendilik imgesi

bütünüyle yok olmuştur.



Romanın sonunda, Halit Ziya romanının karakteristiği olarak adlandırılabilecek

olan trajedi, bu psikolojik temel üzerinde yapılandırılmıştır. Ahmet Cemil, hayal

kırıklığının büyüklüğü ile orantılı ölçüde uzak bir yere gitmeyi tercih etmiştir.

Kendisinin bir ölü gibi yaşayacağını düşünürken annesine sığınma ile yaşama tutunmayı

denemektedir:

— Anne, müsaade eder misin? Senin dizine yatayım... Haniya, bir

vakitler beni dizine yatırır da saçlarımı okşardın? İşte yine öyle yatayım,

beni yine öyle, güya sekiz on yaşında bir çocuk gibi okşa... Ah! Bilsen,

anneciğim, bugün okşanmak, sevilmek için ne kadar ihtiyacım var!

Hususiyle çocuk olmak, o mesut zamana biraz avdet etmeye [dönmeye]

nasıl muhtacım!.. (392)



Tüm bu çocukluğa dönme, anneye sığınma ve her şeye yeniden başlama

isteklerine rağmen Ahmet Cemil artık bunların mümkün olmadığının bilincindedir.

Başlangıçtaki normal narsisizm artık patolojik narsisizm belirtileri göstermeye

başlamıştır. Ancak romana dayanarak patolojik narsisizmin Ahmet Cemil örneğinde

mutlak son olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu konuya biraz daha açıklık

getirmek için kuramsal olarak, bu iki narsisizm tipi arasındaki farkın belirtilmesi yerinde

olacaktır:



Kernberg, yalnızca narsisist kişilik bozuklukları olan bireylerde diğerleri

ile olan ilişkinin terk edildiğini düşünür. Burada, ilişki artık nesne ve

“kendi” arasında değildir, ancak, ilkel, patolojik, büyük görülen “kendi”

ile aynı büyük görülen “kendi”nin daha sonradan idealize edilen nesneler

üzerinde geçici olarak içselleştirilmesi arasındadır. İlişki artık ne “kendi”

ve nesne arasında ne de nesne ve “kendi” arasındadır; fakat “kendi” ve

“kendi” arasındadır. Burada “kendi”nin “kendi”ne ilişkisi olarak

tanımlanan toplam narsisist ilişki nesne ilişkisinin yerini alır. Kernberg’e

göre, patolojik narsisizmin en şiddetli şeklini bu durum oluşturur.

(Sacksteder 46)



Romanın olay örgüsü ilerledikçe Ahmet Cemil’in patolojik narsisizme doğru yol

aldığı görülmektedir. İdealize edilen nesnelerin içselleştirilme sürecinde yaşanan

sorunlar, Ahmet Cemil’de narsisizmin sağlıklı bir öz farkındalık sınırını aştığını gösterir.

Ahmet Cemil’in kişilik özellikleri sonucunda, yaşamı, elmas yağmuru düşünün sonuna

doğru hızla ilerlemektedir. Bu çalışma boyunca irdelenmeye çalışılan gidiş, aynı

zamanda elmas yağmurlarının yavaş yavaş siyah inci yağmurlarına dönüşümüdür.

Romanın sonu beklenmeyen bir son değildir. Her şey psikanalitik açıdan birbiri ile

neden-sonuç ilişkisi içindedir. Başlangıçta narsisist yatırım ve nesne yatırımı aynı anda

yapılır ve birbiri ile etkileşim içindedir. Nesne ilişkilerinin gelişim şekline bağlı olarak,

bu romandaki Ahmet Cemil karakterinde olduğu gibi, narsisist kişilik gelişimi ortaya

çıkabilir. Bu beklenmeyen bir trajedi değildir; tam tersine, böyle bir olay örgüsü içinde

büyük bir trajedinin yaşanmaması beklenmeyen bir durum olurdu. Sonuç olarak, nesne

ilişkilerinin sağlıksız şekilde yapılandığı tüm karakterlerin elmas yağmurları bir süre

sonra siyah inci yağmurlarına dönüşecektir. Hem bu romanındaki hem de diğer

romanlarındaki karakterler incelendiğinde Halit Ziya’nın bir siyah inci yağmuru yazarı

olduğunu söylemek, çok da hatalı bir yargı olmasa gerek.



BÖLÜM III

AŞK-I MEMNU: YİTİK CENNETLER

Aşk-ı Memnu, Halit Ziya Uşaklıgil’in yapıtları arasında eleştirmenlerin en çok

dikkatini çekmiş olan romandır. Tarihsel açıdan ilk Türk romanı olmamasına rağmen,

pek çok kişi Aşk-ı Memnu’yu ilk “gerçek” Türk romanı olarak nitelendirmiştir. Fethi

Naci’nin “Aşk-ı Memnu” başlıklı yazısında yer alan “Aşk-ı Memnu yaşamasını sürdüren

ilk Türk romanı. Tarih açısından değil, edebiyat açısından ilk Türk romanı” (28)

şeklindeki sözleri kuşkusuz birçok eleştirmenin görüşünü de yansıtmaktadır. Öte

yandan, romanın neyi anlattığı ve “kimin romanı” olduğu konusunda çeşitli yorum

ayrılıkları doğmuştur. Aşk-ı Memnu’nun tek bir karakterin öyküsü olduğunu ileri

sürmek, üzerinde odaklanılan karakter için haklı saptamaları ortaya koyarken tüm

karakterler dikkate alındığında eksik kalacaktır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Mai ve

Siyah ve Aşk-ı Memnu” başlıklı yazısında “Pek az roman Aşk-ı Memnu kadar satranç

oyununa benzer” (280) sözleriyle ortaya koyduğu saptama, yorum ayrılıklarına da

açıklık getirir. Satranca benzeyen bu romanda çeşitli eleştirmenler, farklı hamlelerle

sonuca ulaşıldığını düşünmüşlerdir. Bu benzetmeye dikkatle bakıldığında, satranç

oyununda tüm taşların sonuçta etkin rolü olmasından dolayı romandaki tüm

karakterlerin romanın kurgusunda son derece önemli olduğunu söylemek mümkündür.

Roman, Firdevs Hanım ile Bihter ve Peyker adlı kızlarının sandal gezintisinin

anlatılmasıyla başlar. Adnan Bey’i gören anne ve kızları arasında Adnan Bey hakkında

bir konuşma geçmektedir. Anne ve kızları arasındaki ilişkide bazı sorunlar olduğu, bu

konuşmayla anlaşılır. Sonraki bölümlerde Firdevs Hanım ve kızlarının yaşamı ile

Adnan Bey’in köşkündeki yaşamın anlatılması, Bihter ile Adnan Bey evliliğinin

anlaşılmasını kolaylaştırır. Bihter, genç kızlık hayallerinin gerçekleşmesi umuduyla,

yaşlı ancak zengin olan Adnan Bey’le evlenir. İstediği her şeye sahip olacağını

düşünerek geldiği köşkte kendini bir “yabancı” olarak hissetmesi, evliliğinde istediği

doyumu elde edememesi, Bihter’i Behlül’le yasak bir aşk ilişkisine yöneltir. Bihter, iç

çatışmalarına Behlül’ün kendisine ihanet etmesi eklenince özkıyıma karar verir ve diğer

insanların gözünde “ahlâkî açıdan düşmüş” bir kadın konumuna düşmeden yaşamı sona

erer.



Aşk-ı Memnu, kurgusu dikkate alındığında, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın

benzetmesini kullanırsak, tüm taşların etkin olduğu bir satranç oyununu

çağrıştırmaktadır. Böyle ustalıkla kurgulanmış bir roman için bugüne dek yapılan

çalışmalarda neler söylenmiştir? Yasak aşkın ahlâkî açıdan sorgulaması, yaş farkı fazla

olan evliliklerde olabilecek problemler, hazır yiyicilerin yaşamları ve Batılılaşma ile

birlikte gelen sorunlar, eleştirilerde en çok ele alınmış noktalardır. Belirtilenlerin

tümüne dayanan eleştiriler mümkündür; her biri çeşitli açılardan haklı çıkarılabilir.

Ancak, tek bir açıdan yapılan eleştiriler, romanın bütününe yönelecek kadar kapsamlı

olmayacaktır. Bu nedenle, çalışmanın bu bölümünde, tek karakter yerine tüm

karakterler üzerinde, tek bir olay yerine roman kurgusu açısından önemli tüm olaylar

üzerinde bir inceleme yapılması hedeflenmektedir.



Bihter, Aşk-ı Memnu üzerine yapılan pek çok çalışmada en fazla üzerinde

durulan karakterdir. Alison Sinclair, The Deceived Husband (Aldatılan Koca) adlı

kitabında, eşine ihanet sonucu okurların tüm ilgisini üzerinde toplayan ve Bihter’in

durumunda olduğu gibi sonraki edebiyat eleştirilerinin merkezinde yer alan karakterlerin

trajik yaşamları için şu noktaya dikkat çeker:

Edebiyat okumaları ve edebiyat yapıtlarının kendileri, başarılı—bu

terimin aynı zamanda “başarılı başarısızlık” fikrini de kapsayabileceğini

savunabilirim—yani trajik başarısızlığı bizim ilgimizi çekecek şekilde

anlatılan karakter üzerinde yoğunlaşma eğilimine sahiptir. (25)



Bu saptama göz önünde bulundurulduğunda, Aşk-ı Memnu okumalarının neden

şimdiye dek Bihter üzerinde yoğunlaştıkları anlaşılmaktadır. Ancak, Bihter’in

trajedisinin son derece açık olması, diğer karakterlerin trajedilerini göz ardı etmeyi haklı

çıkarmaz. Ayrıca romandaki tüm kurgusal kişilerin Bihter’in “başarılı başarısızlığında”

önemli paya sahip olduğu düşünüldüğü zaman romanı tüm karakterlerin öyküleri ve bu

öykülerin kesişim düzlemlerinde inceleme gerekliliği doğar. Bu nedenle, bu çalışmada

Bihter’in yanı sıra tüm diğer karakterler, aşk ve ihanet temasının yanı sıra kıskançlık,

yaşlanma korkusu, suçluluk gibi temalar açısından incelenecektir. Kuşkusuz böyle

kapsamlı bir romanın incelemesinde her zaman farklı okumalar mümkündür; burada ise

romana psikanalitik açıdan yaklaşılarak psikolojik dinamikler hakkında daha geniş bir

kavrayış elde edilmesi hedeflenmektedir.



Roman, Bihter’in yaşadığı ana süreç üzerinde yoğunlaşsa da ikinci bir süreçten

söz etmek de mümkündür: babasının Bihter’le evlenmesiyle birlikte başta babası olmak

üzere tüm sevdiklerini kaybeden Nihal’in yaşadıkları. Diğer karakterlerle ilgili her türlü

bilgi, bu iki sürecin psikodinamiklerini anlamak açısından önem taşır. Bu nedenle,

Adnan Bey-Bihter evliliği ve Bihter-Behlül ilişkisinden önce iki ilişki sürecinin

incelenmesi gereklidir: “Melih Bey takımı”ndan olan Firdevs Hanım ve kızlarının

ilişkileri ve eşinin ölümünden sonra Adnan Bey’in çocukları Nihal ve Bülend’le

ilişkileri. Böyle bir yaklaşım, mutluluk için ideal görünen bu evliliğin iki tarafa da

mutluluk vermemesinin neden-sonuç ilişkileri açısından son derece doğal bir durum

olduğunu ortaya koyar.



Firdevs Hanım ile kızlarının ilişkisine bakıldığında Bihter ya da Peyker’den çok

anneleri dikkati çeker. 45 yaşında, ancak Selim İleri’nin deyişi ile “ölümsüz dişiliğe

tutkun” (“Aşk-ı Memnu yada Uzun Bir Kışın Siyah Günleri”, 184) bu kadına kızlarının

sürekli ilerleyen yaşını anımsatması anne ve kızlarının ilişkisinde birtakım sorunlar

olduğunu ortaya koyar: “Peyker’in manalı bir kelimesi, Bihter’in insafsız bir tebessümü

güya bu iki genç vücudun gençlik muzafferiyetini hâlâ genç kalmak isteyen bu validenin

harap ve fersude [yıpranmış] kırkbeş senesine çarpardı” (20). Kızlarının doğumunun

daha ilk anda Firdevs Hanım için mutluluk nedeni olmak yerine “iki mühim musibet

darbesi hükmünde [iki önemli felâket değerinde]” (26) oluşu ve tüm davranışlarına bu

duygunun yansıması, anne ve kızları arasında sevgiye dayalı bir ilişki kurulmasının

olanaksız olduğunu düşündürür. Firdevs Hanım başta gençliği olmak üzere, ilgiyi,

parayı ve Adnan Bey’i elinden alan kızlarına karşı annelik duyguları değil, düşmanlık

beslemektedir. Evliliğinde istediklerinin hiçbirini elde edemediğini düşünen Firdevs

Hanım’ın çocuklarını adeta sahiplenmeyerek, gün geçtikçe gençliğe ve dişiliğe daha

fazla tutunması, belirgin kişilik özellikleridir.



İstanbul’un seyranları [gezinmeleri] takviminde ismi silinemeyen, hâlâ

silinemeyecek görünen, hayatından her sene geçtikçe gençliğe daha

ziyade asılan bu kadın, beyazlığını saklamak için sarıya boyadığı

saçlarıyla, taravetinin [tazeliğinin] izmihlalini [yok oluşunu] örtmek için

düzgünlere sıvadığı simasıyla [yüzüyle] kendisini o kadar aldatmış, henüz

tazeliği vehminin içine öyle bir fikir dalaletiyle [düşünce saplantısıyla]

nefsini tevdi etmiş [kendini bırakmış] idi ki, Peyker’le Bihter’in yaşlarını

– birinin yirmi beş, ötekinin yirmi iki senesini– unutarak onları bütün bu

tebessümlerden, bu takiplerden hisse alamayacak kadar çocuk

zannederdi. (19)



Yaşamın kendisine istediklerini vermediğini düşünen Firdevs Hanım, kızları da

dahil olmak üzere her şeyden bunun intikamını almak ister gibi görünür. Ancak,

erkeklere karşı tüm çekiciliğini sergilemek için farklı bir tutum takınır. Erkeklerin onun

yaşamında tek çıkış olması, bu tutumun altındaki nedeni açıklar: Zengin bir erkekle

evlenirse hem maddi hırslarını hem de dişiliğini tatmin edebilecektir. Böyle bir evlilik,

aynı zamanda, ilk evliliğinde kaybettiğini düşündüğü zamanı telafi etme duygusu da

verecektir. Ancak görünürde tüm sorunları çözme gücüne sahip bu evliliğin bir türlü

gerçekleşmemesi Firdevs Hanım’ın tatminsizliğini arttırır. Kızlarına yönelik düşmanca

tavrı da aslında tatminsizliğinin şiddetinden doğar. Kendisinin yaşamı boyunca

değerlendiremediği ya da karşısına çıkmayan fırsatların şimdi Peyker ve Bihter’e

sunulma olasılığı onun kızlarına olan düşmanlığını ve yaşam hırsını arttırır. Kızlarının

sahip olabileceği güzel şeylere engel olmaya çalışarak kendisinin elde edemediklerinin

intikamını alır. Firdevs Hanım’ın kızlarının yaşlarını unutması ise onun kendi gerçekliği

ile yüzleşmek istemediğini gösterir. Kızlarının artık birer yetişkin olması, kendisinin

yaşlanmakta olduğu anlamına geldiği için “gençliğine tutkun” olan Firdevs Hanım’ın

yaşları unutması, aynı zamanda zamanın geçtiğini yadsımasıdır.



Firdevs Hanım’ın yaşamdaki duruşuna bakıldığında onu hasetli itkilerin

yönlendirdiğini söylemek hatalı olmaz. Bu noktada, Melanie Klein’in haset hakkındaki

tanımlamasını anımsamak gerekiyor: “Haset, arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu

ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur; hasetli itki, o

istenen şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya, kirletmeye yönelir (23). Bu tanım,

Firdevs Hanım’ın hem kızlarına zarar verme eğilimini, hem de adeta “yaşamın özünü

kurutmaya” yönelik tavrını açıklar. Yaşamın kendisine vermediklerini şimdi Adnan

Bey’le evlenme şansı şeklinde Bihter’e vermesi, onun hasetli itkilerini harekete

geçirmiştir. Behlül’ün Firdevs Hanım’a ilişkin gözlemi hasedinin şiddetini açığa

çıkarması bakımından önemlidir: “Bu kadının anneliğinde öyle bir yırtıcılık vardı ki

Behlül’ü korkutuyordu. Bu bir ana değil, kızlarının saadetine düşman bir rakip idi”

(399). Firdevs Hanım’ın kızlarının mutluluğuna düşmanlığı, onları kendisinden yıllarını

çalan rakipler olarak da görmesiyle ilişkilidir. Peyker’in evliliği, onun çocuk sahibi

olarak annesini “büyükanne” olma korkusu ile yüz yüze bırakması ve ardından Bihter’in

evliliği, Firdevs Hanım’a, sürekli geçen, onun bakış açısından kaybolan yılları anımsatır.

Kızları ona geçen yılların ve istediklerini elde edememesinin anıtı gibi görünür. Yaşam

insafsız bir süreçtir: “İşte seneler insaftan mahrum bir seri cereyan ile [akışla] hep

geçiyor ve Firdevs Hanım’ın hülya dolu gözlerine karşı altın iltimaı[pırıltısı] ile parlayan

o kesenin şaşaası [görkemi] hep taliin [kaderin] kıskanç elinde sönüyordu” (28). Firdevs

Hanım’ın bakış açısından yaşam insanın tüm istediklerine sahiptir: bol eğlence, iyi bir

evlilik ve zenginlik. Bu anlamda, yaşam, Firdevs Hanım için kızları gibi rakip değil,

onun tüm istediklerine sahip ancak bunları ondan esirgeyen bir süreçtir. Tüm istenenlere

sahip olması ve Firdevs Hanım tarafından sonsuz mutluluk kaynağı olarak görülmesi

nedeniyle yaşamı, sınırsız süt ve sevgi kaynağı olan anne memesine benzetmek hatalı

olmayacaktır. Haset duygusunun kökeninde sınırsız süt ve sevgi verme yetisi olan anne

memesinin bunları kendi doyumu için alıkoyduğu inancı vardır (Klein 25). İlksel nesne

olan anne memesinin çocuğu sütten yoksun bıraktığı yanılsaması, Firdevs Hanım’ın

yaşamında, onun tüm istediklerini kendisinden esirgediğini düşündüğü yaşam için

geçerli hâle gelmiştir. Sürekli rekabete dayalı olan kişiler arası ilişkilerinde bu sanı

önemli rol oynar. Ölümü ve geçen yıllarını sürekli yadsıması, bilinç dışında, yaşama

karşı elde edilemeyen başarıyı ölüme karşı elde etme arzusundan kaynaklanıyor olabilir.

Geçen yılları reddederek bir anlamda zamanı durdurmakta ve ölümü kendisinden uzak

tutmaktadır. Kendisi için asıl acının Adnan Bey’in köşkünde yalnız kaldığında

başlaması, bir anlamda bu yanılsamanın sarsıntıya uğradığını gösterir:

Burada kendisini o büyük sofanın bir köşesinde köhne, metruk

[kullanılmayan] bir kırık sandalye kabilinden yapyalnız bırakılmış

görünce derhal hissetmiş idi ki bu yeni hayatta elim can sıkıntılarından

mürekkep [oluşan] uzun saatlerle mütemadi [sürekli] bir azap saklıyor.(397)



Kuşkusuz bu yeni hayat, Firdevs Hanım’ın hiçbir şekilde değiştiremeyeceği bir

gerçekle yüzleşmesini zorunlu kılar: yaşlanmaktadır, yalnızdır ve bunlar artık kendisinin

tek gerçeğidir. Firdevs Hanım’ın bu yeni süreçteki tavrı romanda verilmemiştir; ancak,

hiç kuşkusuz, verilen bilgilerden romanın Firdevs Hanım düzleminde bir trajik sonu

vardır. Neden-sonuç ilişkileri açısından, romanın baş karakteri Bihter’in, otuz yılını

mesire yerlerinde eğlencelerde geçiren annesinin yaşamdan istediği hiçbir şeye

ulaşamadan giderek yaşamının sonuna yaklaştığı ve etrafına sevgisizlik saçtığı süreçte,

kendi kurtuluşunu Adnan Bey’le evlenmekte bulması son derece doğaldır. Bihter,

yalnızca kendi trajik yazgısının bedelini değil, annesinin trajedisinin kendi üstüne düşen

gölgesinin bedelini de ödemiştir.



Bihter’in evliliği, annesi ve kardeşi ile olan rekabetinde öne çıkmaktan çok

annesinin yazgısından kurtulma amacına yöneliktir. Bihter annesinin otuz yıl süren

eğlence hayatını kendi talihine engel olarak görmektedir. Bu engellenmişlikten dolayı

hissettiği düşmanlık, kocasız kalma korkusunun geçmesiyle duyduğu rahatlık, Bihter’in

Adnan Bey’in evlilik teklifini büyük bir kararlılıkla kabul etmesine neden olur:

[F]akat annesinin hayat tarzı bütün ailenin şöhreti o emelleri kapayan

birer set şeklinde yükseliyordu. Böyle kendisini emellerinin husulü

[gerçekleşmesi] imkânını ümit edebilmekten menettikleri için ailesine

kalbinde derin bir husumet vardı. Oh! Şimdi onlardan ne güzel bir

intikam vesilesi bulmuş olacaktı!..



Artık tamamıyla karar vermiş idi. Bu kararından döndürebilecek

hiçbir kuvvete mağlup olmayacaktı. (47)



Bihter’in Adnan Bey’le evliliğinin anlamı sağlayacağı zenginlikle sınırlı değildir;

bu evlilik, aynı zamanda Firdevs Hanım’ın hırsından, hasedinden ve toplum tarafından

onaylanmayan yaşam tarzından kurtuluştur. Bihter, elli yaşındaki Adnan Bey’i kocalığa,

çocukları Nihal ve Bülend’i evlatlığa kabul ederken bir anlamda onurlu bir yaşam tarzı

ile “evlenmektedir”. Ancak, Bihter’in böyle bir kararlılıkla ve ümitle gittiği köşkte her

şey arzuladığı gibi olmayacaktır. Adnan Bey ve çocukları arasındaki ilişki, özellikle

Adnan Bey ve kızı arasındaki ilişki, Bihter’in kendisini her zaman bir yabancı olarak

görmesine neden olur.



Burada Nihal önemli bir kişilik olarak ortaya çıkar. Nihal’i belirleyen özelliğin

Adnan Bey’e bağlılığı ve aşkı olduğunu söylemek hatalı olmaz. Freud’un Oedipus

kompleksini kuramsallaştırmasından itibaren erkek çocukların anneye, kız çocuklarının

babaya olan düşkünlükleri, hattâ aşkları, bilinmektedir. Bu kurama göre, Oedipus

evresinde, karşı cinsten ebeveyne olan aşktan dolayı rakip olarak görülen aynı cinsten

ebeveyne kin ve rekabet duyguları oluşur. Ancak, erkek çocuğun penisini, kız çocuğun

da annesinin sevgisini yitirmekten duyduğu korku Oedipus kompleksinin sona ermesini

sağlar. Nihal’in durumuna bakıldığında ise annenin ölümü önemli bir etken olarak

ortaya çıkar. Bu ölüm, Nihal’in babasına duyduğu aşktan ve sahiplenmeden

vazgeçmesini sağlayacak annenin olmaması anlamına gelir. Bu duruma Nihal’in

sevgideki sağlıksız tavrı eklenince Adnan Bey’in evliliği onun için tam bir travma

olmuştur. Bihter, Nihal’in yaşamında şimdiye dek olmayan rakip konumunu alır, çünkü

Adnan Bey artık ona âşıktır.



Nihal’in sevgi anlayışı son derece sorunludur. Nihal sevdiklerini sahiplenmekte

ve hiç kimseyle paylaşmamaktadır. Adnan Bey’in ve köşkte bulunan diğer kişilerin bu

sağlıksız anlayışı düzeltmeye çalışmak yerine desteklemesi, bu durumu Nihal’in

kişiliğinin en belirgin özelliği hâline getirmiştir.



Onun babasına bir iptilası [düşkünlüğü], bir meftuniyeti [tutkunluğu]

vardı ki hiçbir zaman tatmin edilmiş olmazdı. Daima sevilmek, her

vakitten ziyade, saniyeden saniyeye teşeddüt edecek [kuvvetlenecek] bir

muhabbetle sevilmek için ruhunda asla teskin edilemeyen

[sakinleştirilemeyen] bir ihtiyaç vardı. (101)



Burada belirtilen sahiplenme ve paylaşımı kabul etmemenin yanı sıra sevgide

tatminsizlik de bir özellik olarak ortaya çıkar. Nihal, sevdiği kişileri denetim altında

tutarak onları sevgi nesneleri konumuna getirir. Eşitlik temeline dayandığı düşünülen

kardeş sevgisi bile romanda Nihal’in Bülend’le ilgili her konuda söz hakkına sahip

olmasına ve onun yaşamını kontrol etmesine dönüşmüştür. Bülend’i diğer insanlarla

paylaşmaya tahammülü olmaması, beraberinde kıskançlığı da getirir: “Onun

kıskançlığında başka bir şey vardı: Herkesi Bülend’den değil Bülend’i herkesten

esirgiyor, başkalarıyla onun arasına kendi kalbini koyarak ona herkesten ziyade yakın

olmak istiyor zannolunurdu” (94).



Nihal’in bu tavrının köşk içinde babası ve çevresindeki diğer kişiler tarafından

değiştirilmeye çalışılmaması, onun bencillik ve kıskançlık gibi duygularının

güçlenmesine ve kişiliğinin temel özellikleri olmasına neden olur. Onun sevgisi,

paylaşımdan çok bağımlılık olduğu için sevgi nesnesini yitirme korkusu karşısında derin

kıskançlık hisseder ve bencilliği yoğun şekilde ortaya çıkar. Bülend’in ondan gizli

olarak annesinin odasına götürülmesi ya da Adnan Bey’in onun yanında Bülend’le

ilgilenmemeye dikkat etmesi gibi davranışlar Nihal’in tavrını pekiştirmiştir. Erich

Fromm, Sahip Olmak ya da Olmak adlı kitabında insanın yalnızca sevgi nesnelerinden

ibaret olması durumunda onları yitirdiği zaman kendisini de yitireceğini, kim olduğunu

bilemeyeceğini belirtir (159). Adnan Bey’in Bihter’le evliliği Nihal için tüm sevgi

nesnelerini yitirmek anlamına gelmiştir. Yaşadığı hiçbir sorunu babasına aktarmaz,

çünkü Bihter’in köşke gelişi ile kendisini kayıp, hiçbir şeye hakim olmayan bir kişi

olarak hisseder. Böyle bir ortamda kendisini feda etmekten kaçınmaz. İlk bakışta

mazoşizm izlenimi veren bu tutum, bencilce bir özellik de taşır. Nihal, babası Adnan

Bey’e bu şekilde acı vereceğini, ondan bu şekilde intikam alacağını düşünür.

Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları’nda Freud sevgi nesnesinin yitirilmesi

durumunda öznenin kaybettiği nesne ile özdeşleşerek onu kendi egosuna yerleştirdiğini

ve böylece kendisini dengelediğini belirtir (85). Ancak Nihal hemen hiçbir zaman

Oedipus karmaşasına bağlı dürtülerini bastırmak zorunda kalmadığı için böyle bir

dengelemeden yararlanamaz. Erken çocukluk döneminde annesini kaybetmesi

nedeniyle, anne konumunu da babanın doldurması Adnan Bey’in Nihal’in yaşamındaki

önemini daha da arttırmıştır. Bihter’in köşke gelişi, Bihter’in kişiliğinden bağımsız

olarak, Nihal için yeni bir trajedinin başlangıcı olmuştur, çünkü babasını da kaybetme

tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır.



Roman dikkatli okunduğunda Halit Ziya’nın Bihter’i bazı eleştirmenlerin

belirttiği gibi “düşkün ve ahlâkî açıdan zayıf” bir kadın olarak resmetmediği görülür.

Adnan Bey’in köşkünün sahibi olma düşüncesi Bihter için yalnızca serveti değil,

annesinin hiçbir zaman sahip olamayacağı erdemli bir yaşamı da içine alır. Annesine

benzediğinin farkında olan Bihter, babasına benzeme kararlılığı ve annesinden tamamen

kopma arzusu ile, iyi bir eş ve anne adayı olarak köşke gelir. Ancak Nihal’in belirtilen

özellikleri ve köşkteki hakimiyeti?Adnan Bey üzerinde Nihal’in hakimiyeti sarsılsa da

köşkün çalışanları üzerinde sürmektedir?bu evliliğin Bihter’in düşlediği cennet

bahçesine kavuşamayacağının habercisidir. Diğer taraftan, Firdevs Hanım’ın Bihter’e

yönelik düşmanca tutumunun devam etmesi de zor günleri kaçınılmaz kılar. Belki de

Bihter üzerinde annesinin davranışlarından çok hiçbir zaman onun kızı olduğunu

unutturamayacak olmasının baskısı olmuştur. Behlül ile yaşadığı aşktan sonra söylediği

şu sözler yenilgisinin ilânı olarak okunabilir:

Demek onun kanında, kanının zerrelerinde bir şey vardı ki onu böyle

sürüklemiş, sebepsiz, özürsüz Firdevs Hanım’ın kızı yapmış idi. Bütün

bu günahın, bu levsin mesuliyetini [kirin sorumluluğunu] annesine

atfediyordu [yüklüyordu]. Bu kadına bir düşman idi, ondan nefret

ediyordu, kendisini bu kadının kızı yapan kadere küsüyordu. (256)



Romanın en önemli olaylarından biri hiç kuşkusuz Adnan Bey’le Bihter’in

evliliğidir. Ancak Adnan Bey karakterini yeterince tanıyabilmemiz için yeterli ipucu

romanda yer almaz. Yalnızca son derece sakin bir hayatı olan Adnan Bey’in

yaşamındaki en büyük olay evliliği olmuş, ancak eşinin hastalığı nedeniyle bu yıllar

fedakârlıkla geçmiştir. Eşinin ölümünden sonra da çocuklarını düşünen bir baba olan

Adnan Bey, ilerleyen yaşıyla giderek daha fazla artan yalnızlık kaygısı nedeniyle

Bihter’le evlenmeyi ve onun gençliğine sahip olarak kaygılarından kurtulma yolunu

seçer:

O zaman bu boşluğun yanında yalnız, ara sıra yalnızlığına tesliyet

[avutma] bahşetmek için uğrayan çocuklarının birkaç tebessüm

sadakasıyla metruk [terkedilmiş] kalp ısınamayarak, o yalnızlığın bütün

kar parçaları hayatının semereden [verimden] mahrum kalmış

fedakârlıklarını kalın bir kefenle örterek, evet, yapayalnız kalacaktı. (62)



Hem Bihter’in hem de Adnan Bey’in daha önceki yaşamlarında kendilerini

mutsuz eden olaylardan kurtulma aracı olarak gördükleri evliliklerinde mutluluk

yanılsaması ancak bir yıl sürer. Bihter, köşkün tek hakimi olmak hayaliyle geldiği

köşkün ruhunun kendisinden kaçtığını hissetmektedir. Yalnızlığının giderek artması ve

sevme isteğinin, tutkularının doyuma ulaşmaması, sonunda, Bihter’i gerçeği itiraf

etmeye zorlar. “Artık itiraf etmeliydi: İşte bir seneden beri bu hakikati görmemek için

lüzum görülen mücahedeler [savaşmalar] onu daha ziyade yormuş, daha ziyade ezmiş

idi; evet, itiraf etmeliydi, hep böyle olacaktı” (205).



Bu noktadan sonra Bihter’in iç çatışmaları yoğunlaşır. Ancak, bu iç sorgulama

sürecinin niteliği de Bihter’in yaşamında Melih Bey Takımı’ndan olmanın ve Firdevs

Hanım’ın kızı olmaktan duyduğu sıkıntının ne denli önemli olduğunu gösterir. Bihter,

yasak bir aşk ilişkisini, toplumsal ahlâktan olan çekincelerinden dolayı değil, Firdevs

Hanım’a benzememek için istemez. Tüm bu süreçte Adnan Bey’in tamamen etkisiz

kalışı, Nihal’in bir çocuktan çok bir rakip konumuna gelişi Bihter’i yasak aşk ilişkisine

bir adım daha yaklaştırır. Romanın bu aşamasında Behlül’ün önem kazanması,

Tanpınar’ın deyişiyle satranca benzer kurguda Halit Ziya’nın önemli bir hamlesidir.

Behlül’ün ahlâkî kimliğinin “sorgulanabilir” nitelikte sunulması da yine satranç terimleri

ile ifade edilecek olursa stratejiyi tamamlamaktadır.



Behlül’le ilgili olarak anlatılanlar, okurun onun hakkında yeterli bilgi elde

etmesini sağlar. Galatasaray’da yatılı olarak okuyan Behlül, Adnan Bey’in yalısına

haftada bir gitmektedir. Ancak romanda onun köşk halkı ile ilişkilerinden çok yaşam

felsefesine yer verilmiştir. Bu çalışmada kullanılan inceleme yöntemi açısından

Behlül’ün yaşam felsefesi son derece önemlidir. Behlül’ün kişiliğine de büyük oranda

yansıyan dünya görüşü, Bihter’le olan ilişkisinin dinamiklerinde de belirleyicidir.

Behlül’le ilgili en uygun saptama, onun yaşamı uzun bir eğlence olarak görmesidir.

Ancak, ilişkilerine bakıldığında bu hedonist bakış açısına narsisist kişilik özellikleri de

eklenir. Behlül, çok fazla kişi tanıyan, çok sayıda toplumsal gruba girip çıkan ancak

derin insan ilişkileri kuramayan biridir. Herkes tarafından taklit edilmeye duyduğu

merak, romanda özellikle vurgulanmıştır. Köşkte kalmasına rağmen Nihal dışındaki

kişilerle olan ilişkileri hakkında ayrıntılı bilgi verilmemiştir. Ancak, ahlâk anlayışından

uzun uzun söz edilmesi, dış dünyaya kapalı köşk yaşamında tek seçenek olarak

sunulması ile ilgilidir. Behlül, Bihter’in sevgi ve cinsel gereksinimlerini giderecek tek

kişidir. Her koşulda kendisini haklı çıkaran Behlül’ün kadınlar hakkındaki görüşleri,

narsisist eğilimleri olduğuna ilişkin düşünceyi güçlendirir:

Bence işte aşkın felsefesi bundan ibarettir: Bu demetlerden mümkün

mertebe çok bağlayabilmek... (160)

[. . . . ]

Bu demetler o kadar çoğalacak, o kadar çoğalacak ki nihayet odamın

hücrelerinde boş yer kalmayacak. (161)



Narsisist kişilerin diğer kişilerle eşduyum kuramaması nedeniyle, bu kişilerin

âşık olması, narsisist kişilik bozukluğunda bir iyileşme belirtisi olarak değerlendirilir.

Saffet Murat Tura’nın Arnold Cooper’a dayanarak narsisizmin temel özelliklerinin mitte

bulunduğunu vurgulaması son derece yerindedir, çünkü buradan, aşkın bu kişiler için,

neredeyse olanaksız hâle gelme nedeni anlaşılabilir:

Arnold Cooper da Nunberg’e katılarak narsisizmin temel özelliklerinin

bu mitin ögelerinde bulunduğunu söyleyecektir. Cooper’a göre bu

özellikler kibir, ben merkezcilik, büyüklenmecilik, duygudaşlık ya da

eşduyum yoksunluğu, beden imgesinde belirsizlik, kendilik ve nesne

sınırlarının zayıfça ayrışmış olması, sürekli nesne bağının yokluğu ve

psikolojik tözün eksikliğidir. (Tura, Günümüzde Psikoterapi 223)



Behlül’ün “bu demetlerden mümkün mertebe çok bağlayabilmek” şeklinde ifade

ettiği amacı, bu karakterde eşduyum yoksunluğunun ve sürekli nesne bağının

yokluğunun kanıtıdır. Ancak bir sonraki alıntı, bu demetlerin çoğalarak odada boş yer

bırakmaması, hem Behlül’ün varoluşsal arayışının ve kendilik imgesinin

tamamlanmadığını, hem de doyumsuzluğunun olduğunu düşündürür. Bu

doyumsuzlukta açgözlülük de vardır. Behlül aşkı aramaktan çok onu tüketmektedir.

Açgözlülük, sürekli uyaran, ancak doyurulması olanaksız bir duygudur. Bu nedenle,

açgözlülük, kişinin ihtiyacından ve nesnenin verebileceğinden fazlasını istemesine neden

olur (Klein 23). Bu özelliklerin baskın olduğu bir kişide ahlâkî kaygıların ön planda

olması beklenemez. Bu nedenle, Behlül, romanın teması açısından kilit bir figürdür.

Bu bağlamda, Bihter’in yeni bir aşka hazır olması, Behlül’ün bu ilişkinin

başlaması için çok fazla çaba harcamasını gereksiz kılar. İlişki süresince Bihter’in iç

sorgulamaları, çelişkileri devam ederken Behlül, Bihter’in Adnan Bey’le evliliğinin bir

hata olduğunu düşünerek kendisini rahatlatır:

Bu izdivaç dünyanın en çılgın bir şeyi idi. Elbette böyle bir kadın böyle

bir kocaya sadık kalamazdı. Şu halde onun ne kabahati olabilirdi?

Kabahat asıl izdivacın idi. Hususuyla madem ki o bu hıyanetin vukuu

esbabını ihzar [ihanetin gerçekleşmesinin sebeplerini hazırlamak] için bir

şey yapmamış idi. (252)



Yaşamı uzun bir eğlence olarak gören Behlül için bu ilişki “yeni bir demet”tir.

Oysa Bihter, bu ilişki ile Firdevs Hanım’ın kızı olduğu yenilgisini kabullenmektedir.

Yine de bir savunma mekanizması olarak bu ilişkide büyük bir aşk yaşanırsa “etinin

çağrısını dinleme” günahından arınacağına inanır. Böyle bir inançla bu ilişkiye girmesi

Bihter için Behlül’ü “her şey” konumuna getirir. İlişkide paylaşım değil, sahip olma

istemi ön plandadır. Adnan Bey’le olan evliliğinde elde edemediği sevgi ve cinselliği

Behlül’de bulan Bihter, hem Adnan Bey’e hem de Behlül’e sahip olmaya çalışır.

Kendisine genç kızlık hayallerini veren evliliğinin kadınlığını aç bırakması, yasak aşkı

haklı çıkarma çabasında Bihter’e yardımcı olur; ancak, Bihter, mutsuzluğunu yenerken

Firdevs Hanım yaşantısının uçurumuna yuvarlanmıştır. Behlül ile ilişkisinde kendisini

“silinmeyecek şekilde lekelenmiş” (225) hisseden Bihter, “lekeli, pis ve murdar” (225)

kabul ettiği Firdevs Hanım’la özdeşleştiğini düşünmektedir. Bihter için gerçek uçurum

Firdevs Hanım olmaktır:

Demek bu sabah Bihter, her sabahkinden başka bir Bihter’di. Artık

bedbaht [mutsuz], bedbahtlığına acınacak bir kadın değil, bir daha

silinmeyecek bir leke ile televvüs etmiş [kirlenmiş], sefil, murdar [pis] bir

mahluk idi. Nihayet işte şimdi büsbütün Firdevs Hanım’ın kızı olmuş idi.

(255)



Romandaki en ilginç noktalardan biri, Bihter’in başlangıçta Behlül’e âşık

olmamasıdır. Ancak ihanetinden dolayı duyduğu suçluluktan aşk ile arınma fikri,

Bihter’i tutkulu ve kıskanç bir âşık yapar. Behlül’ü kaybederse kaderine tamamen yenik

düşeceğine inanan Bihter, bu ilişkiye sevgisini değil benliğini koymuştur; bu nedenle,

ilişkinin sona ermesi onun ölümü demektir. Bihter’in bu ilişkiye girme nedenleri ve

Behlül’ün kişiliği dikkate alındığında böyle dinamikler üzerine kurulu bir ilişkinin

yürümeyeceği son derece açıktır.



Bihter’le yaşadıkları, Behlül için, Halit Ziya’nın deyimiyle “emellerinin üstünde,

hatta arzu edilmeye cesaret olunamamış” (247) bir deneyimdir. Ancak Behlül bu

ilişkiye geçici bir macera olsun diye değil, yaşamındaki kısa aşk öykülerinin yerini

alacak bir sevda romanı açılsın diye girmiştir. Bihter’in onu kaybetme kaygısından

doğan tamamen teslimiyetçi, her isteğini onaylayan tavrı, kısa sürede ilişkinin heyecan

ve çekiciliğini yitirmesine neden olmuştur. Tarafların birbirine sahip oldukları güvenini

hissettikleri an aşkın büyüsünü kaybetmesi de ilişkinin sona ermesinde önemli bir paya

sahiptir. Francesco Alberoni, Âşık Olma ve Aşk adlı yapıtında bu duruma şu şekilde

değinmektedir:

Yüzyıllar boyu, aşık olma, eşlerin birbirini aldatmasına, zinaya neden

olan bir olay olarak algılanmıştır. Ancak zina, genel bir kuralın sadece

özel bir durumudur ve aşık olma olgusu, yalnızca birlikte olanı ayırdığı

ve ayrı olması gerekeni birleştirdiği zaman var olabilir. (Alberoni 17)



Bihter ile Behlül’ün ilişkisini başlangıçta Behlül için ilginç yapan, Bihter’in “ayrı olması

gereken” oluşudur. Bihter’in tamamen kendisinin olduğunu, ne isterse yapacağını

hissettiği anda Behlül onu kocasını aldatan herhangi bir kadın konumuna iterek

değersizleştirmiştir. Kuşkusuz burada Behlül’ün sürekli nesne ilişkileri kuramayan,

eşduyumdan yoksun bir kişilik oluşu da etkilidir. Ancak Behlül’ün değersizleştirme şekli,

onun bencilliğini bir kez daha ortaya çıkarır: “[N]ihayet Bihter’de izdivaç haclesinden

[gelin odasından] kaçarak başka birinin mahremiyet hücresine giren bir kadın görmeye

başlamıştı...” (345). Behlül’ün ilişkide her şeyi kolaylıkla elde edeceğine olan inancı onun

heyecanını yavaş yavaş yok ederken Bihter, kaybetme korkusuyla, giderek

kıskançlaşmaktadır. Önceleri bir şaka olarak köşkte yayılan Behlül ve Nihal’in

evlenmeleri düşüncesi, Firdevs Hanım’ın çabaları ve hem Bihter’in hem de Behlül’ün

hissettiği tehditkar tavrı nedeniyle ciddiye dönüşür. Firdevs Hanım tarafından yapılan,

Bihter’den intikam alma planıyla Nihal’in bir anda dişi bir rakip durumuna getirilmesi

Bihter’i uçuruma daha da yaklaştırır. Bihter’in Behlül’ün Nihal’le evliliğinin

gerçekleşmesine engel olmak için her şeyi göze alması, kıskançlığının ve sahip olmaya

dayalı sevgi anlayışının sonucudur.



Bihter, kıskançlığın kendisine verdiği öfkenin yanında kendisiyle birlikte

Behlül’ü ve Nihal’i de mahvetmeyi düşünmenin acısını yaşamaktadır. Yoğun bir hayal

kırıklığı içindedir; ancak bu durum, onun tatminsizliğinden değil, Behlül’ün tavrından

kaynaklanır. Behlül’ün kolaylıkla Nihal’le evlilik fikrine kapılması, hattâ gerçek aşkı

bulma ümidinin bir kez daha etkin duruma gelmesi, onun nesne ilişkilerinin ne derece

sorunlu olduğunu kanıtlar niteliktedir. Bihter’le ilişkisinden hemen sonra Behlül’ün

kendisini yeni bir ilişkiye hazır hissetmesi, onun aşık olduğu kişiyi bir bütün olarak

değerlendirme yetisinden yoksun olmasından kaynaklanır:

Narsisist hastalar tarafından önemli ötekilerin geçici idealleştirilmesi “salt

cinsel bir ilgi”, kişinin bütünüyle idealleştirilmesine uzanmayan bir beden

idealleştirmesi ötesinde bir şey üretmeye yetmez. (Kernberg, Aşk

İlişkileri 105)



Behlül’ün Bihter’le olan ilişkisini bitiren en önemli nedenlerden biri olan bu

özellik, onu sürekli sevda arayışına da yönelten bir öğedir. Firdevs Hanım’ın Behlül’ün

Nihal’le evlenmesini sağlayarak Bihter’i mutsuz etme ve ondan öç alma planının

işlemesinde Nihal’in ruh durumu da yardımcı olmuştur. Bihter, Behlül’ü Nihal

yüzünden kaybettiğini düşünerek kıskançlığa esir olurken Nihal de başta hasta babası

olmak üzere tüm sevdiklerini Bihter yüzünden yitirdiğini düşünür ve Bihter’i kıskanır.

Babasının kendisine olan ilgisizliği de kıskançlığına eklenen Nihal, bu evliliği kabul

ederek kendisini feda etmeyi düşünmektedir. Bihter’in bu evlilik düşüncesinden rahatsız

olduğunu fark etmesi, Nihal için ek bir motivasyon olmuştur. İkisi de kıskançlık içinde

kıvranan Bihter ve Nihal arasında Behlül’ün konumu bir anda ikinci bir sorun oluşturur

ve iki kadının rekabeti öne çıkar. Çalışmanın buraya dek olan bölümünden de

anlaşılacağı gibi, Bihter, “ahlâkî açıdan zayıf, kötü bir üvey anne” değildir; romandaki

tüm karakterlerin kişilik yapıları bu koşullar altında bu sona gidilmesini kaçınılmaz

duruma getirmiştir. Bihter yalnızca cennet bahçesine girip orada kalmayı ümit etmiştir

ancak Alberoni’nin de belirttiği gibi “oraya sadece bir gün kovulmak ve hayal

kırıklığına uğramak üzere girilir” (104). Ancak, Bihter, bu hayal kırıklığının üstesinden

gelemeyerek özkıyıma yönelmiştir. Bu yönelimde, Freud’un vurguladığı şu noktanın da

önemi dikkate alınmalıdır:

Olasılıkla hiç kimse kendisini öldürmek için gereken zihinsel enerjiyi,

öncelikle bunu yapmakla aynı zamanda özdeşleştirmiş olduğu bir nesneyi

de öldürmüyorsa ve ikinci olarak önceden başkasına yöneltilmiş bir ölüm

isteğini kendisine doğru çevirmiyorsa bulamaz. (Olgu Öyküleri 337)

Bihter’in durumuna bakıldığında, onun kendisini öldürmesinin hem Firdevs

Hanım’ın yaşantısına hem de Behlül’ün ihanetine son verme anlamına geldiği

söylenebilir. Tabii ki bu düşünceler de Bihter’in özkıyıma yönelik süreçte gerekli

enerjiyi bulmasını sağlamıştır. Aynı zamanda Bihter, özkıyımla, kendisini “Firdevs

Hanım’ın kızı Bihter” durumuna getiren her şeye karşı gelmiştir. Julia Kristeva’nın “On

the Melancholic Imaginary” (Melankolik İmgelem Üstüne) başlıklı yazısında belirttiği

özkıyımın yalnızca bir tür dolaylı savaş değil, aynı zamanda alttaki üzüntü ve elde

edilmesi olanaksız aşkla bütünleşme olduğu gerçeği, kuşkusuz Bihter için de geçerlidir

(Kristeva 107).



Adnan Bey’in Bihter’in Behlül’le olan yasak aşkını öğrenmesinden ve Bihter’in

özkıyımı seçerek baba ve kızın yaşamlarının eskiye dönmesinden sonra, Adnan Bey ve

Nihal arasında açılan mesafe kapanır ve Adnan Bey ve Nihal, birbirlerinin yaşamında en

önemli kişiler konumuna gelir. Bu dönemde, yaşanan her şey yadsınarak “kötülükten

uzak, mutluluk dolu bir yaşam” oluşturulmaya çalışılır. Nihal’in babası ile olan

bağımlılık ilişkisi tüm olanlardan hiç etkilenmemiş gibidir. Yine yanılsamaya dayanan

bir cennet kurulmaktadır; ancak, Nihal’in yalnız kalma korkusu devam etmektedir.

Şimdi bu baba kız yaşamak için birbirine merbut [bağlı], muhtaç idiler.

Bunu tekrar ederken zihninden bir şimşek süratiyle bir korku geçiyordu:

Ya ikisinden biri yalnız kalırsa? Sonra bu korkudan kaçmak için babasını

çekiyor:

– Artık kaçalım, diyordu ve gözlerini kapayarak, kalbi bir dua ile o

korkuya cevap veriyordu:

– Beraber, hep beraber, yaşarken ve ölürken... (514)



Romanın bu satırlarla sona ermesi, trajedinin sona erdiğini gösterdiği kadar devam

etmesinin kaçınılmaz olduğunu da göstermektedir. Roman, Nihal’in psikolojik süreci

açısından okunabilirse de Nihal’in ruhsal gelişimi açısından temelde bir değişiklik

olmadığı açıktır. Nihal, sonuçta, hâlâ babasına bağımlı, kendisini, sevdiklerine sahip

olduğunda güvende hisseden bir kişidir. Bihter’in sonunun tamamen trajik şekilde

sunulmasına karşın diğer karakterlerin bireysel sonları romana dahil edilmemiştir.

Ancak romanın sonunda karakterlerin cennet bahçesindeki mutluluğa kavuşabildikleri

iddia edilemez. Halit Ziya’nın satrancı andıran romanındaki hamleler, yalnızca

Bihter’in değil tüm karakterlerin trajik sonunu kaçınılmaz kılmıştır.





BÖLÜM IV

AŞK GİRDABINDA KENDİNİ FEDA

Halit Ziya Uşaklıgil’in Türk edebiyatında birer klasik kabul edilen iki romanını

inceledikten sonra bu bölümde yazarın “İzmir dönemi romanları” olarak da adlandırılan

üç romanı ele alınacaktır: Nemide (1885-86), Bir Ölünün Defteri (1889) ve Ferdi ve

Şürekâsı (1894). Bu romanlar yazarın sonraki romanlarından romantik akımın etkisinin

yoğunluğu ile ayrılmaktadır. Aşırı idealleştirilmiş, iyi ve kötü şeklinde ayrılmış

karakterler, bu romanları, yazarın erken dönem yapıtları olarak okumamız gerektiğini

gösterir. Berna Moran, bu romanların “okurun özellikle acıma duygularını uyandırmak

için” yazıldığını öne sürer (Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I 68). Halit Ziya’nın ilk

dönem romanları, aşk serüvenlerinin gelişimiyle Moran’ın savını haklı çıkarır

niteliktedir. Ancak, romanların yalnızca acıma duygusu uyandırma amacıyla yazıldığı

söylenemez. Nemide, Ferdi ve Şürekâsı ve Bir Ölünün Defteri, kendini mutsuzluğa yada

ölüme feda eden karakterleriyle belirgin bir psikopatolojinin Halit Ziya tarafından

anlatımı olarak okunabilir. Bu nedenle, bu çalışmada Nemide, Ferdi ve Şürekâsı ve Bir

Ölünün Defteri yazarın ilk dönem romanları olarak ilk bölümde değil, Halit Ziya’nın iki

başyapıtını inceledikten sonra, benzer psikopatolojilerin yazarın ilk dönem yapıtlarında

nasıl görüldüğünü incelemek için son bölümde ele alınmaktadır. Birbirinden farklı

kurgularla sunulan bu üç roman, aşk ilişkilerine yaklaşımda benzerlikler gösterir. Her

üç romanda da aşk serüveni ve bu serüvenler sonunda kendini feda eden karakterler

anlatılır. Romanlar, ilk bakışta, karakterlerin kişilik çizimlerinin aynı olduğunu

düşündürecek kadar benzerdir; ancak, dikkatli bir okuma, karakterler arasında bire bir

koşutluk olmadığını ortaya çıkarır. Çalışmanın bu bölümünde bu nokta göz önünde

bulundurularak yüceltilmiş kendini feda olgusunun psikodinamikleri ele alınacaktır.

Nemide adlı romanda romantik etkinin yoğunluğu, karakterlerin aşırı idealize

edilmiş tipler olması nedeniyle dikkat çeker. Muzaffer Uyguner, Halit Ziya’nın ilk

sevgilisi olan bir kızı “Nemide” ile yaşattığını belirtir (65). Ancak, yazarın bu genç

kızdan bahsederken kullandığı üslûp, Nemide’nin pek de gerçeğe uygun olarak

tasarlanmadığını gösterir. Yazarın anılarının yer aldığı Kırk Yıl adlı yapıtında bu hayalî

genç kıza (Nemide’ye) şu sözlerle değinilmektedir:

Her genç gibi bende de bir hayal istek ve amaçlarımın, heyecanlarımın

arasında çizgilenmeye başlayarak duygusallığımın sürekli konuğu olan

bir genç kız hayali vardı [. . . . ]



Pencerenin kenarında, bir şişe içinde, açılıp genişlemesi beklenilen bir

sümbül gibi, düşlerimin ışıkları ile beslenerek, dokunulursa solacak,

kendisine yakından bir soluk dokunursa ölüverecek kadar inceydi.

İşte Nemide adlı romanım bu hayalden doğdu. Karanlıkta çekilmiş bir

klişe gölgesiyle... (228)



Romanda Şevket Bey, mutluluğu bulmak amacıyla evlenir; ancak, eşinin

hastalanarak ölmesi ve ardında Nemide’yi bırakması Şevket Bey’i bunalıma sürükler.

Nemide için doktora söylediği aşağıdaki sözler, romanın yoğun trajik havasının

azalmayıp artacağının habercisi niteliğindedir: “Zavallı çocuk... kendisinin ne acı bir

felaketin hediyesi olduğunu bilse...” (22). Şevket Bey, tüm varoluş nedenini

Nemide’nin varlığıyla ilişkili şekilde oluşturmuştur; roman boyunca, kendisinin önemli

başka bir uğraşı olduğu görülmez. Nemide ve babası, dış dünyadan uzak bir köşk

yaşantısı sürmektedir. Düzenli olarak ziyarete gelen Nail ve doktor dışında bu yaşama

dış dünyadan katılan da yoktur. Olaylar, Nemide’nin Nail’e aşkı çevresinde

geliştirilmiştir.



Halit Ziya’nın diğer erken dönem romanı Ferdi ve Şürekâsı’na bakıldığında yine

benzer bir olay gelişimi görülür. Ancak, burada önemli bir fark göze çarpar. Babasının

ölümünden sonra para kazanmak zorunda kalan ve bu yüzden matbaada çalışan İsmail

Tayfur’un ve ona sürekli gerçekçi tavsiyelerde bulunan Hasan Tahsin Efendi’nin varlığı

romanı daha gerçek bir dünyaya çeker. İsmail Tayfur’un patronu ve Hacer’in babası

olan Ferdi Bey, Nemide’deki Şevket Bey’den tamamen farklı bir baba olarak çizilmiştir.

Paraya meraklı olan bu adam, kızı Hacer’e olan düşkünlüğü ile de tanınmaktadır. Ferdi

Bey, işi nedeniyle toplumsal yaşamda yer alsa da Hacer gazetenin arka tarafında bulunan

evlerinde, toplumdan uzak, Nemide gibi annesiz büyümektedir. İradesiz ve kendisinin

oyuncağı gibi gösterilen Melekzat dışında Hacer’in tanıdığı tek genç İsmail Tayfur’dur.

Romanın gelişimi Hacer’in İsmail Tayfur’a olan aşkı üzerine kurulmuştur. Her iki

romandaki dramatik gerilim ise Nemide ve Hacer’in aşık olduğu Nail ve İsmail Tayfur’a

aşık olan Nahit ve Saniha’nın varlığı ile sağlanır. Nahit ve Saniha arasında büyük bir

benzerlik vardır; her ikisi de annesiz ve babasız kalmıştır. Nemide ve Hacer’in tersine,

yaşamda çok fazla destek görmemişlerdir. Bu nedenle, şanssızlıklarından ancak

evlenerek kurtulabileceklerini düşünürler. Bu durum, romanlarda aşkın neden olduğu

rekabetin şiddetini arttırır. Ancak, Nemide ve Hacer karşısında Nahit ve Saniha’nın

mücadelesi çok daha edilgendir. Arzu Özzayim, “Trajik Bireyin Romanı: Ferdi ve

Şürekâsı” başlıklı yazısında trajik olayın pasif kurbanı olarak Saniha’yı değerlendirir:

“[A]ilenin mutluluğu için Saniha aşkından vazgeçer, kaderinin çizdiği sona katlanır.

Müzehher Erim’in başka bir bağlamda belirttiği gibi, [Saniha] yaşadığı trajik olayın

pasif bir kurbanıdır” (96). Özzayim’in saptaması dikkate alındığında evliliğin kurtuluş

yolu olması daha da anlamlı hâle gelir; çünkü evlilik en hem Saniha hem de Nahit için

edilgen bir kurtuluştur. Arzu ettikleri evliliğe ulaşma şansının her şeye sahip Nemide

ve Hacer’in varlığı ile ortadan kalkması, Nahit ve Saniha’yı aşkları uğruna mücadeleye

iter. Bu nedenle, Nemide ve Ferdi ve Şürekâsı, her şeye sahip ancak aşka da sahip

olmayı isteyen Nemide ve Hacer’in karşısında yaşamda hiçbir şeyi olmayan ve bu

yoksunluğu aşk ile kapatmaya çalışan Nahit ve Saniha’nın savaşımının romanları olarak

okunabilir.



Yazarın Bir Ölünün Defteri adlı romanı ise yine umutsuz bir aşkı ele almakla

birlikte diğer iki romandan daha farklı bir kurguya sahiptir. Bu romanda Nigâr adında

bir genç kıza aşık olan Osman Vecdi ve Hüsam’ın öyküsü anlatılır. Diğer iki romanda

rastladığımız etkin bir baba figürü bu romanda görülmez. Uzağa giden, ilgisiz bir baba

ile dünyadan elini eteğini çekmiş bir halanın varlığı, diğer romanlardaki Şevket Bey’in

yada Ferdi Bey’in varlığına koşutluk göstermemektedir. Osman Vecdi aşkta kaybeden

taraf olsa da o, her üç romandaki karakterlerin hepsinden farklı özellikler gösterir.

Nigâr’ın Hüsam’a olan aşkını ifade etmesiyle birlikte başlayan kendini feda sürecinde

annesinin ölümünden sonra yaşayamadığı yası da sahiplenmiş görünmektedir. Bu

bölümde romanda yer alan aşk üçgeni kadar etkin olan yas birleştirme sürecine de

değinilecektir.



Halit Ziya’nın diğer romanlarında olduğu gibi bu üç romanında da ebeveynlerden

birinin kaybı söz konusudur. Diğer ebeveyn ise ya Ferdi Efendi ve Şevket Bey gibi

çocuklarına aşırı düşkün ya da Osman Vecdi’nin görevi nedeniyle uzak bir ile giden

babası ve Nahit’in annesinin ölümünden sonra evlenen babası gibi tamamen ilgisizdir.

Baba tipi olarak Ferdi Efendi ele alındığında kızına karşı aşırı korumacı ve verici bir

kişilik okur karşısına çıkar. Her şeye sahip olan bu baba, sahip olduğu kızı Hacer’in de

her şeye sahip olmasını, böylece mutlu olmasını ümit eder. İsmail Tayfur’u da hem

matbaada yararlı olacak bir işçi hem de kızına alınacak bir oyuncak gibi görmektedir.

Ferdi Efendi’nin kaybettiği eşiyle ilişkisi hakkında pek bir şey bilinmemektedir; ancak,

yaşadığı nesne kaybını (eşinin ölümü) her istediğini elde ederek gidermeye yönelik

tutumu dikkati çeker. Ferdi Efendi’nin gerçek sevgi yatırımının ne kızına ne de eşine

olmadığını söylemek çok da haksız bir yargı olmaz. Romanda belirtildiği gibi, “Ferdi

Efendi, parasından sonra kızını severdi, ama bu sevgiyi, o paranın mirasçısına sevgi

olarak yorumlamak, gerçeğe daha yakındır” (21). Kızının ölümüne yol açan yangında

kendisinin ilk sorusunun kasa hakkında olması, bu yargıyı destekler niteliktedir: “Ferdi

Efendi, sokakta kendine geldiği zaman yanındakilere sordu: ‘Kasa ne oldu?’ ” (176).

Nemide’de ise aileden zengin olan ve çalışmayan Şevket Bey, tüm sevgi yatırımını

kızına yapmıştır. Eşinin ölümünden sonra yaşamının tek anlamını kızının varlığı

oluşturur. Şevket Bey, dış dünyanın gerçeklerinden uzak “sanal bir cennet” olan köşkte

kızı ile ilgilenirken aslında yaşamın dışındadır. Şevket Bey’in sevgisi saplantı

düzeyindedir ve romanda da bu durum “delilik derecesine varan sevgi” (37) tanımlaması

ile ifade edilir.



Ferdi Efendi ve Şevket Bey’in ortak yönü, kızlarını her türlü mutsuzluktan ve

kayıptan, ama aslında gerçek yaşamdan korumaya yönelmeleridir. Bu iki babanın

Nemide’ye ve Hacer’e her istediklerini sağlamalarının ardında anne kaybının yol açtığı

eksikliği giderme arzusu yatıyor olabilir. Ancak, daha güçlü bir varsayım, “sahip olmak,

mutlu olmaktır” görüşünün her iki babada da egemen görüş olmasıdır. Ne Nemide ne de

Hacer aşık olana dek insan ilişkilerinde bir çaba harcamak zorunda kalmamış, emek

gerektiren nesne ilişkileri kurmamışlardır. Aşık oldukları gençleri de yine babaları

onlara almaktadır; ancak aşık olunan Nail ve İsmail Tayfur’un çevresinde başka

insanların da olması, bir başka deyişle bu gençlerin sanal cennetle sınırlı olmaması, bu

durumu olanaksız kılar. Yaşam, Nemide ve Hacer’in karşısına ilk kez, aşk aracılığıyla

çıkar ve bu aşklar her ikisinin de trajedisini hazırlar.



Her iki romanda da okurun dikkati, Hacer ve Nemide’nin trajedisine yoğunlaşsa

da Saniha ve Nahit’in trajik yaşamları da bu inceleme açısından önem taşımaktadır.

Saniha, annesi öldükten sonra İsmail Tayfur ve ailesinin evine İsmail Tayfur’un babası

tarafından getirilir. Birlikte büyüdüğü İsmail Tayfur’u kaybetme olasılığı ile karşı

karşıya kalana dek “sorunsuz”, daha doğru bir deyişle, İsmail Tayfur’un varlığıyla mutlu

bir yaşam sürmektedir. Tek yaşam nedeni İsmail Tayfur’dur: “Benim için yalnız bir

umut, yaşamamda yalnız bir amaç var: Sen!..” (55). İsmail Tayfur’u kaybetme

olasılığının ortaya çıkışına dek, Saniha’nın yitirdiği ailesi ile ilgili duygularına çok fazla

değinilmez. Hacer ve Melekzat’ın yaptığı ziyaretten sonra ise Saniha’nın o ana kadar

bastırdığı duygularının tamamı etkin duruma gelir:

Büyük bir kaygı, duygularını uyuşturdu; az daha iskemlesinin üzerine

kapanarak hüngür hüngür ağlayacak, çığlıklar kopararak, “Hayır, hayır!

Onu almayınız! Bakınız, neyim var benim? Dünyada neye sahibim?

Hayatta payıma ne düşmüş? Yalnız onunla avunuyorum, gönlüm yalnız

onunla seviniyor!.. Hacer Hanım! Oh! Kimbilir, o, ne kadar zengindir,

neleri vardır? Benim yalnız Tayfur’um var. Almayacaksınız, onu bana

bırakacaksınız, değil mi? Ne kadar sevdiğimi görüyorsunuz. O

olmadıktan sonra hayat hiçtir, dünya hiçtir, ben de hiçim. Evet, bırakınız,

onu bana bırakınız!..” diyecekti. (93-94)



Saniha, aşkını kaybetme düşüncesi ile birlikte adeta bir gerileme yaşamış ve

kendini kimsesiz bir çocuk gibi hissetmeye başlamıştır. Nemide romanında, bu kez son

derece gerçekçi ve güçlü bir karakter olarak çizilen Nahit’in tepkileri de Saniha’ya çok

benzer. Nemide’nin Nail’le nişanlandığı haberi karşısında o da tüm kimsesizliğini

haykırmaktadır:



Ben, beni bekleyen geleceği düşünüyorum da ürküyorum, zavallı Nahit;

babasız, annesiz bir kız!.. Daha korunmaya muhtaç iken anasını

kaybetmiş, bu büyük kaybın acısı altında inlerken duygusuz bir baba

tarafından kovulmuş, öksüz, kimsesiz bir zavallı!.. (81)



Saniha gibi Nahit de kötü talihinden Nail’le kurtulacağını, onun sevgisi ile

yaşama bağlanacağını düşünmektedir. Yaşamları boyunca her istedikleri kendilerine

sunulmuş olan Hacer ve Nemide’nin karşısında, yaşamlarında ilk kez bir emele

kavuşacak olan bu iki talihsiz genç kız vardır. Saniha kendisini feda edip Hacer’in

yanındaymış görünürken Nahit duygularını Nemide’ye aktarır. Bunun sonucunda

Nemide aradan çekilerek kendisini feda etmeye karar verir. Ancak, ölümü Nahit’e bir

ceza niteliğinde olmuştur; Nemide’nin ölümü karşısında Nahit kendisini sorumlu

hissetmektedir: “Nemide’yi kendisi öldürüyormuş, bu babanın kollarından kızını kendisi

alıyormuş gibi vicdanında acı duyuyordu” (142). Nemide ise kendi aşkını feda edip

ölüme yaklaşırken Nahit’in mutluluğuna da engel olmaya yönelmiştir. Romanlarda

Hacer ile Saniha, Nemide ile Nahit arasında yaşananlar aslında bir sahip olma

mücadelesidir. Sevginin “sahip olma” olarak algılanması ise nesne yatırımı yapmamış

olan libidonun saldırganlığa dönüşmesine yol açar. Freud, bu konuda şu görüşleri dile

getirir:

[Ö]znenin kendi Egosuna terk edilmiş nesne gibi davranılır ve nesneye

yöneltilmiş olan tüm saldırgan eylemler ve kindar anlatımlar ona

yöneltilir. Hastanın kırgınlığının hem kendi Egosuna hem de sevilen ve

nefret edilen nesneye aynı anda vurduğu göz önüne alındığında bir

melankoliğin özkıyım eğilimi daha anlaşılır hale gelir.

(Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları I 423)



Nemide’nin sandal gezintisindeki davranışları ve Hacer’in evliliğinin ilk

gününde duyduğu hayal kırıklığı sonucu çıkardığı yangın, bu dönüşümün

göstergeleridir. Her iki eylemin aynı zamanda birer özkıyım eylemi olduğu da göz ardı

edilmemelidir. İlkinde hiç kimse yaşamını yitirmese de Hacer’in çıkardığı yangında

Hacer ölmüş, İsmail Tayfur delirmiştir.



Halit Ziya’nın bu romanlarında, aşkları uğruna bu kadar savaşım verilen Nail ve

İsmail Tayfur’un diğer karakterlerin yanında silik kalması ilginçtir. Tıp eğitimi almış

olan Nail, hem Nemide’yi hem Nahit’i sever gibidir, ancak tutkulu bir aşk yaşadığını

söylemek mümkün değildir. İsmail Tayfur ise Saniha’yı sevmektedir ama o da kendi

düşüncesinde kendisini feda ederek Hacer’le evlenmeyi kabul eder: “İşte, şimdi benim

için hayat bitmiştir” diye düşünür; “Artık bana ölmüş gözüyle bakınız!.. İsmail Tayfur,

kendisini Ferdi Efendi’ye satıyor; İsmail Tayfur, insanlıktan çıkıyor, onu bugün bir mal

gibi satın alıyorlar!...” (122). İsmail Tayfur, Saniha’yı sevmesine karşın olayların

gidişini değiştirecek bir eylemde bulunmaz. Tüm yaptığı, Hasan Tahsin Efendi’ye

yakınmaktır. Bu nedenle, sevilen erkeklerin, kadınların aşk savaşında neredeyse hiçbir

rolü yoktur.



Bir Ölünün Defteri adlı romanda yine bir aşk üçgeni ele alınır. Bu romanda, her

ikisi de Nigâr’ı seven Osman Vecdi ve Hüsam’ın rekabetinden çok Osman Vecdi’nin

nasıl yaşamı kendisi için bir işkence sürecine dönüştürdüğü görülmektedir. Osman

Vecdi hiçbir zaman Nigâr’ı sevdiğini ilân etmemiş, Nigâr’ın Hüsam’ı sevdiğini

söylemesinden sonra da bu aşk üçgeninden çekilmiştir. Osman Vecdi, ölmek üzereyken

Hüsam’a verdiği defterde o güne dek hissettiklerini anlatmaktadır.



Osman Vecdi’nin yaşamında anımsadığı ilk olayın annesinin ölümü oluşu

önemlidir. Annesinin ölümünden sonra halasının evine götürülür ve ortamdaki hüzne

rağmen annesinin ölümü yok sayılır. İlk akşam ağladığı zaman babasının “Ne için

ağlıyorsun Vecdi?” (25) şeklindeki sorusu bu yadsımanın somut bir göstergesidir.

Ancak bu yadsımanın annenin kaybının verdiği acıyı yok etmediği ve daha sonra Osman

Vecdi’nin sürekli bu üzüntüyle bütünleşme eğiliminde olduğu roman boyunca

gözlemlenir: “Evet, Hüsam, seni gördüğüm vakit sana değil, fakat haline, halindeki

üzüntüye kapılmıştım” (31). Ancak, Osman Vecdi, kendisinin tersine babasının

ölümünün verdiği acıyı ve kimsesizlik duygusunu yenmeyi başaran Hüsam’a karşı öfke

ve kıskançlık da duymaktadır. Nigâr’ın tercihini yapması üzerine Osman Vecdi’nin

daha başlangıçta rekabetten çekilmesinden dolayı, bu duygular, diğer iki romanda

olduğu gibi, saldırganlık şeklinde kendisini göstermemiştir. Tüm duyguların bir deftere

yazılması ve yıllar sonra Hüsam’a okutulması ise aslında Nigâr ve Hüsam’ın

mutluluğuna yönelen önemli bir saldırıdır. Bu davranışla Osman Vecdi’nin vicdan azabı

yaratmayı ve aşık olarak olmasa da ölü olarak Nigâr’ın yaşamında yer almayı

hedeflediği düşünülebilir. Osman Vecdi ölüme tek başına sürüklenmemiştir; mutlu bir

çift olan Hüsam ve Nigâr’ı da kendi trajedisine sürüklemiştir.



Osman Vecdi, Nigâr’a olan aşkının karşılıksız kalması ile birlikte girdiği süreçte

yalnızca karşılıksız aşkının değil, tüm acılarının ve kayıplarının yasını yaşamıştır.

Osman Vecdi’nin Hüsam’la birlikte annesinin öldüğü eve gitmesi, annesinin ölümünden

sonra hissettiği acıyla Nigâr’a olan karşılıksız aşkının neden olduğu acıyı birleştirdiği

hakkında ipucu vermektedir:

Şimdiye kadar ben buna benzer bir istek göstermemiştim. Annemin

hatırasına mezar olmuş bu evin sessizliğini bozmak, kutsallığına

dokunacak sanıyorum. Bugün bilmem ne için oraya gitmek isteğini

duydum, sana söylemeğe cesaret edemediğim şeyi orada sana

söyleyebileceğimi sanıyordum. (76)



Bir Ölünün Defteri, aşkına karşılık bulamayan Osman Vecdi’nin öyküsünden

çok, yaşamda bir “kaybeden” olan ve bundan gizli bir zevk duyan Osman Vecdi’nin

öyküsüdür. Osman Vecdi, davranışlarına bakıldığında, Nigâr tarafından aşkına karşılık

verilmiş olsaydı bile acı çekecek ve umutsuzluğa kapılacak bir kişi olduğu izlenimi

vermektedir. Bu nedenle, bu romanı diğer iki romandan farklı bir yerde tutmak

gerekmektedir. Diğer romanlarda aralarında rekabet olan Hacer, Nemide, Saniha ve

Nahit, dönemin koşulları dikkate alındığında bir başka erkekle ilişki yaşama şansına pek

sahip değillerdir. Ancak Osman Vecdi, hem erkek olması hem de doktor olarak

toplumsal statüsü nedeniyle insan ilişkilerinde daha az sorun yaşayacaktır. Tüm bu

olanaklara karşın “her şeyi kaybeden” konumunu benimseyerek kendisini ölüme adım

adım yaklaştırması, karşılıksız aşktan bağımsız olan bir psikopatolojinin varlığını da

okura düşündürmektedir.



Bu bölümde ele alınan üç romanda yazarın sonraki romanlarındaki usta anlatımı

bulmak mümkün değildir. Aşırı yoğun romantik etki ve melankoliye esir düşmüş

karakterler bu üç romanı birbirine epey yaklaştırır. Robert Finn, benzer bir düşünceyi şu

şekilde ifade eder:

İzmir dönemi romanları, yazarın da belirttiği gibi “gençlik eserleri”dir.

Kişilik çizimi, olay örgüsü ve betimlemeler aşağı yukarı hepsinde aynıdır.

Doğa imgelerinin duygu durumlarını aydınlatmada kullanılması,

Nemide’de bir yeniliktir; Bir Ölünün Defteri’nde geliştirilmiş bir

tekniktir; Ferdi ve Şürekâsı’nda ise bıkkınlık vermeye başlar. (147)



Bu romanlarda pek çok açıdan birbirini tekrarlayan yönler olduğu şüphesizdir.

Ancak, benzer olay ve karakterlerin üç ayrı romanda ele alınması Halit Ziya romanında

trajediye yol açan öğeler hakkında okura yeterli bilgi sağlamaktadır. “Sahip olma”ya

dayalı sevgi anlayışının hakimiyeti yazarın tüm romanlarında görülür. Yaşamla

mücadele etmek zorunda kaldığı anda ümitsizliğe kapılan karakterler bir araya

geldiğinde trajik son kaçınılmaz olur. “Sevilen”, her üç romanda da idealleştirilir ve

gerçek özelliklerine abartılmış birtakım özellikler eklenir. Hacer, Nemide ya da Osman

Vecdi için İsmail Tayfur, Nail ya da Nigâr’ın vazgeçilmez konuma gelmesinin en

önemli nedeni olarak bu durum görülebilir. İdealize edilen “sevilen”lerin gerçekle

bağdaşmaması ve “sevilen”e sahip olmanın olanaksızlığı, karakterleri kavuşma anlarında

bile düş kırıklığına sürükler. Her üç romanda bu sürecin son derece açık şekilde

verilmiş olması, okurda “trajedi geliyor” düşüncesi oluşturur. Bu romanlar edebî

başarılarından çok Halit Ziya’nın zihninde aşkın gelişimine ilişkin süreçler ve sorunlar

hakkında okura bilgi vermektedir. Bu nedenle yazarın İzmir dönemi romanlarını, tüm

yapıtlarındaki aşk izleğinin gelişimini anlamak için okumak daha uygun olacaktır.





SONUÇ

Servet-i Fünûn döneminin en önemli romancısı olarak görülen Halit Ziya

Uşaklıgil, ününü büyük ölçüde Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilen Mai ve Siyah ve

Aşk-ı Memnu romanlarıyla kazanmıştır. Dönemin pek çok yazarı gibi Halit Ziya’nın da

eserlerinde romantizm etkileri yoğun olarak görülür; ancak, Halit Ziya’yı romantik bir

yazar olarak nitelendirmek, yazarın romantizmden realizme yönelişini göz ardı etmek

olur. Yazarın Kırık Hayatlar ve Nesl-i Âhir dışındaki romanlarında aşk, kendini feda ve

ölüm ana izlekler olarak okur karşısına çıkar. Bu çalışmada, Halit Ziya’nın İzmir

dönemi romanları olarak da adlandırılabilecek olan Nemide, Bir Ölünün Defteri ve Ferdi

ve Şürekâsı ile İstanbul döneminden Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu romanlarında

belirtilen izlekler nesne ilişkileri açısından incelenmiştir.



Halit Ziya’nın ele alınan tüm romanlarının özellikle aşk izleği açısından benzer

psikodinamiklere sahip olması, hem bu çalışmaya bütünlük kazandırmış, hem de

kuramsal yaklaşım açısından tutarlılık sağlamıştır. Bu çalışmada aşkın psikodinamikleri

ele alınırken aşkın doğasına ilişkin kapsamlı bir tanım getirme hedeflenmemiştir. Halit

Ziya’nın romanlarında anlatılan aşk ilişkileri, nesne ilişkileri açısından benzer sorunlar

içermektedir. Tüm aşk ilişkilerinde karakterlerin sevgi anlayışlarının idealleştirme ve

sahip olmaya dayalı olması, psikanalizin Nesne İlişkileri Okulu yaklaşımının

benimsenmesinin uygun olabileceğini akla getirmiştir.



Aşkın aşırı idealize edildiği veya sorunsallaştırıldığı uzun bir dönemden sonra

psikanalizin gelişimi ile birlikte, doğumdan itibaren sevgi gelişimi üzerinde etkili olan

nesne ilişkileri sorunları üzerinde durulmuş ve belki de ilk kez somut, günlük yaşamdaki

aşklar aşk üzerinde incelemelerin odağına alınmıştır. Edebiyatta önemli yer tutan büyük

romantik aşklara çözümleyici bir açıdan bakma şansı da psikanalizin gelişimi ile

mümkün olmuştur.



Freud’un psikanalizi yalnızca nevroz ve psikozları incelemekle sınırlı bir kuram

olarak değil, insan zihninin genel işleyiş mekanizmalarını incelemeyi de hedefleyen bir

kuram olarak geliştirmesi, psikanalizin sanat eleştirisinde de önemli bir eleştiri kuramı

olmasını sağlamıştır. Kuşkusuz, psikanaliz bir edebî yapıtın estetik değeri hakkında bir

yorum yapmayı amaçlamaz. Ancak, bir yapıtın anlaşılmasını sağlaması nedeniyle yapıt

üzerinde farklı açılardan yapılacak değerlendirmelere büyük katkıda bulunur. Türk

edebiyatı alanında Bihter karakterini “ahlâkî açıdan zayıf, düşmüş kadın olmayı hak

etmiş” bir kadın olarak değerlendiren eleştirilerin Halit Ziya üzerine yapılan az sayıdaki

çalışmalar içinde önemli bir oranda olduğu düşünülürse psikanalitik bakışın edebiyat

eleştirisine, özellikle Türk edebiyatı alanında yapılan çalışmalara katkısının önemi, daha

da açık görülür.



Bu çalışmada Halit Ziya’nın yalnızca romanları ele alınmıştır. Yazarın ilk

dönem romanları olan Nemide, Ferdi ve Şürekâsı ve Bir Ölünün Defteri, aşkta etkili olan

idealleştirme sürecinin incelenmesini olanaklı kılmıştır. Her üç romanda da yazarın aşka

benzer yaklaşımı, romanlardaki aşk izleğinin psikodinamiklerini ortaya koyar.

İdealleştirmeye dayalı bu aşk ilişkilerinde, “sevilen”e sahip olma istemi çok yoğun

olduğundan trajik sonlar kaçınılmaz olur. Yazarın ustalık dönemi romanı Mai ve

Siyah’ta ise asıl karakter Ahmet Cemil’in Lâmia’ya olan aşkının yanı sıra tüm yaşamını

ileride yazacağı kitaba adaması dikkat çeker. “Sevilen öteki” yerine Ahmet Cemil’in,

gelecekte olmak istediği büyük yazar Ahmet Cemil’i sevmesi, onu sorunlu narsisist

kişilik özellikleri açısından değerlendirmeyi olanaklı kılar. Aşk-ı Memnu romanında,

Bihter’le yasak aşk yaşayan Behlül’ün kişilik özellikleri de dikkate alındığında, Halit

Ziya’nın romanlarından sorunlu narsisist kişilik yapısının tüm açılardan verildiğini

söylemek hatalı olmaz.



Halit Ziya’nın “ilk gerçek Türk romancısı” olarak kabul edilmesini sağlayan

Aşk-ı Memnu hem yazarın yapıtları hem de Türk edebiyatı içinde bir başyapıttır. Eşine

ihaneti ve sonunda özkıyımı seçmesiyle bugüne dek yapılan incelemelerin odağında yer

alan Bihter’in yanı sıra, Adnan Bey ve Nihal’in baba-kız ilişkisi, Firdevs Hanım ve

kızları Peyker ve Bihter’in ilişkileri, Behlül’ün narsisist kişilik özellikleri ve Firdevs

Hanım’ın ölümsüzlük aşkı, romanı pek çok farklı ilişki düzeyinde ilerletir. Bu

incelemede tek bir ilişki üzerinde değil, karakterlerin tüm ilişkileri ve kişilik özellikleri

üzerinde durulmuştur. Böylece, bu zengin romanın yalnızca Bihter ve Behlül’ün değil,

tüm karakterlerin cehennemini yansıttığı sonucuna varılmıştır. Romanda Bihter’in

yaşadığı süreç kadar dikkat çekici bir başka süreç de Nihal’in yaşadıklarıdır. Ancak,

roman boyunca psikolojik açıdan gelişim göstermeyen Nihal’in sonunda babasıyla

yalnız kalması, aslında mutluluk verici bir olay değildir, çünkü Nihal’in, babasını

kaybetme korkuları sürmektedir. Nesne ilişkileri kuramı açısından sorunlu kişiliğe sahip

çok sayıda karakterin bir araya geldiği Aşk-ı Memnu, yazarın yapıtları içinde psikanalitik

yaklaşım için en zengin romanıdır.



Yazarın tüm romanları ele alındığında, aşk izleğinin okurda acıma duygusu

yaratmak için dramatik hâle getirilmediği görülür. Karakterlerin kişilik yapıları, aşk

izleğinin romanlarda kendini feda etme noktasına doğru gidişini kaçınılmaz kılar.

Bundan sonraki incelemelerde yazarın yaşamı ile aşkı ele alış tarzı arasındaki ilişki

irdelenebilir. Bu ilişkinin irdelenmesinde yazarın anılarını topladığı Kırk Yıl, Saray ve

Ötesi ve oğlu Vedat’ın özkıyımını anlattığı Bir Acı Hikâye adlı yapıtları son derece

yararlı olacaktır. Psikanalitik yaklaşıma dayanan incelemelerin artması ve bir araya

gelmesiyle Halit Ziya romanı kuşkusuz daha iyi anlaşılacaktır.





SEÇİLMİŞ BİBLİYOGRAFYA

Akalın, Lütfullah Sami. Halit Ziya Uşaklıgil (Hayatı, Sanatı, Eserleri). İstanbul: Varlık

Yayınları, 1962.

Akyüz, Kenan. Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923. İstanbul: İnkılap Kitabevi,

1995.

Alberoni, Francesco. Aşık Olma ve Aşk. Çev. Gül Çetinor. İstanbul: Düzlem Yayınları,

1990.

Batur, Enis. “Aşk Üzerine Marazî Bir Deneme Daha”. Cogito 4 (Bahar 1995): 5-8.

Bayley, John. The Characters of Love. London: Chatto & Windus, 1968.

Celani, David P. The Illusion of Love. New York: Columbia University, 1994.

Charney Maurice ve Joseph Reppen. Psychoanalytic Approaches to Literature and

Film. NJ: Associated University Presses, 1987.

Chasseguet-Smirgel ve diğer. Female Sexuality. USA: The University of Michigan

Press, 1992.

Dowrick, Stephanie. Intimacy and Solitude. London: The Women’s Press, 1992.

Eskikök, Hatice. Halit Ziya’nın Romanlarında Erkek Tipleri. Türkiyat Enstitüsü, 1964.

Tez: 651.

Fethi Naci. “Aşk-ı Memnu”. 50 Türk Romanı. İstanbul: Oğlak Yayınları, 1997. 27-33.

Finn, Robert P. Türk Romanı (İlk Dönem 1872-1900). Çev. Tomris Uyar. İstanbul:

Bilgi Yayınevi, 1984.

Fletcher, John ve Andrew Benjamin, ed. Abjection, Melancholia and Love. London:

Routledge, 1990.

Frankland, Graham. Freud’s Literary Culture. United Kingdom: University of

Cambridge, 2000.

Freud, Sigmund. Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası. Çev. Banu Büyükkal ve Saffet

Murat Tura. İstanbul: Metis Yayınları, 1998.

——. “Düş ve Primal Sahne”. Olgu Öyküleri II. Çev. Doç. Dr. Ayhan Eğrilmez.

İstanbul: Payel Yayınları, 1996. 222-240.

——. On Sexuality: Three Essays on the Theory of Sexuality and Other Works.

England: Middlesex, 1977.

——. Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları I-II. Çev. Dr. Emre Kapkın ve Ayşen

Tekşen Kapkın. İstanbul: Payel Yayınları, 1998.

——. Ruhçözümlemesinin Tarihi. Çev. Dr. Emre Kapkın ve Ayşen Tekşen Kapkın.

İstanbul: Payel Yayınları, 2000.

——. Sanat ve Edebiyat. Çev. Dr. Emre Kapkın ve Ayşen Tekşen Kapkın. İstanbul:

Payel Yayınları, 1999.

——. The Ego and the Id. Çev. John Riviere. Ed. James Strachey. London: Hogarth

Press, 1974.

Fromm, Erich. İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri. Çev. Şükrü Alpagut. İstanbul: Payel

Yayınları, 1993.

——. Sahip Olmak ya da Olmak. Çev. Aydın Arıtan. İstanbul: Arıtan Yayınevi, 1990.

——. Sevme Sanatı. Çev. Yurdanur Salman. İstanbul: Payel Yayınları, 1991.

Greenberg, Jay R. ve Stephen A. Mitchell. Object Relations in Psychoanalytic Theory.

Cambridge, Massachusetts ve Londra: Harvard University Press, 1983.

İleri, Selim. “Aşk-ı Memnu yada Uzun Bir Kışın Siyah Günleri”. Biten (İki) Yüzyıl.

İstanbul: Kaf Yayıncılık, 1999. 175-296.

——. “Üç Kadın, Üç Aşk”. Cogito 4 (Bahar 1995): 33-36.

Kerman, Zeynep. Halit Ziya Uşaklıgil’in Romanlarında Batılı Yaşayış Tarzı ile İlgili

Unsurlar. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür

Merkezi Yayını, 1995.

Kernberg, Otto. Aşk İlişkileri. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000.

——. Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm. Çev. Mustafa Atakay. İstanbul: Metis

Yayınları, 1999.

Kierkegaard, Sören. Ölümcül Hastalık Umutsuzluk. Çev. Mehmet Mukadder

Yakupoğlu. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1997.

Klein, Melanie. Haset ve Şükran. Çev. Orhan Koçak ve Yavuz Erten. İstanbul: Metis

Yayınları, 1999.

Kohut, Heinz. Kendiliğin Çözümlenmesi. Çev. Cem Atbaşoğlu, Banu Büyükkal ve

Cüneyt İşcan. İstanbul: Metis Yayınları, 1998.

Kristeva, Julia. “On the Melancholic Imaginary”. Discourse in Psychoanalysis and

Literature. Çev. Louise Burchill. New York: Methuen & Co, 1987. 104-123.

——. Tales of Love. Çev. Leon S. Roudiez. New York: Columbia University Press,

1987.

Kudret, Cevdet. Türk Edebiyatı’nda Hikaye ve Roman. İstanbul: Varlık Yayınları,

1965.

Leader, Darian. Kadınlar Neden Yazdıkları Her Mektubu Göndermezler? Çev. Nedim

Çatlı. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998.

Lechte, John. “Art, Love and Melancholy”. Abjection, Melancholia and Love. Ed.

John Fletcher ve Andrew Benjamin. London ve New York: Routledge, 1990.

Lloyd, Rosemary. Closer and Closer Apart. Ithaca ve London: Cornell University

Press, 1995.

Moran, Berna. “Psikanaliz ve Eleştiri”. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: Cem

Yayınevi, 1991. 134-45.

——. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I. İstanbul: İletişim Yayınları, 1997.

Mehmet Rauf. Edebî Hatıralar. İstanbul: Kitabevi, 1997.

Norwood, Robin. Women Who Love Too Much. New York: Simon & Schuster Inc.,

1985.

Oygur, Güney. Halit Ziya’nın Romanlarında Kadın Tipleri. Türkiyat Enstitüsü, 1961.

Tez: 564.

Önertoy, Olcay. Halit Ziya Uşaklıgil (Romancılığı ve Romanımızdaki Yeri). Ankara:

Ankara Üniversitesi Basımevi, 1965.

Özzayim, Arzu. “Trajik Bireyin Romanı: Ferdi ve Şürekâsı”. Edebiyat ve Eleştiri 59.

92-100.

Paris, Bernard J. Imagined Human Beings. New York: New York University Press,

1997.

Rogers, Robert. Self and Other. New York: New York University Press, 1991.

Sacksteder, James L. “Psychoanalytical Conceptualizations of Narcism from Freud to

Kernberg and Kohut”. New Perspectives on Narcissism. Ed. Eric M. Plaukun.

Washington: American Psychiatric Press, 1990. 1-76.

Schwarz, Oswald. “On Love”. The Psychology of Sex. Melbourne, Londra ve

Baltimore: Penguin Books, 1953. 94-113.

Segal, Hanna. Introduction to the Work of Melanie Klein. New York: Basic Books Inc.,

1974.

Shaver, Philiph. “Romantic Love and Attachment Styles”.

http://psychology.about.com/library/weekly/aa022001a.htm

Simmel, Georg. “Aşk Üzerine Parçalar”. Çev. Bahadır Gülmez. Cogito 4 (Bahar

1995): 163-187.

Sinclair, Alison. The Deceived Husband. Oxford: Clarendon Press, 1993.

Sternberg, Robert J. ve Michael L. Barnes, ed. The Psychology of Love. New Haven ve

London: Yale University Press, 1988.

Tanpınar, Ahmet Hamdi. “Halit Ziya Uşaklıgil”. Edebiyat Üzerine Makaleler. Haz.

Zeynep Kerman. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1977. 275-78.

——. “Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu”. Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler. Haz.

Zeynep Kerman. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1977. 79-83.

——. 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Çağlayan Kitabevi, 2001.

Theweleit, Klaus. Object-choice (All you need is love...). Çev. Malcolm Green.

London: Verso, 1994.

Tura, Saffet Murat. Günümüzde Psikoterapi. İstanbul: Metis Yayınları, 2000.

——. “Editörün Önsözü”. Haset ve Şükran. Çev. Orhan Koçak ve Yavuz Erten.

İstanbul: Metis Yayınları, 1999. 7-13.

Tükel, Raşit. “Freud Metinlerinde Ego İdeali”. Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası.

Çev. Banu Büyükkal ve Saffet Murat Tura. İstanbul: Metis Yayınları, 1998.

Uşaklıgil, Halit Ziya. Aşka Dair. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1986.

——. Aşk-ı Memnu. İstanbul: Özgür Yayınları, 2001.

——. Bir Acı Hikâye. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1991.

——. Bir Ölünün Defteri. İstanbul: İnkılâp ve Aka, 1972.

——. Bir Şi’r-i Hayal. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1992.

——. Bir Yazın Tarihi. İstanbul: Hilmi Kitabevi, 1941.

——. Ferdi ve Şürekâsı. İstanbul: İnkılâp ve Aka, 1973.

——. Hikâye. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1988.

——. İzmir Hikâyeleri. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1991.

——. Kırık Hayatlar. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1989.

——. Kırk Yıl. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1987.

——. Mai ve Siyah. İstanbul: Özgür Yayınları, 2001.

——. Nemide. İstanbul: İnkılâp ve Aka, 1984.

——. Nesl-i Ahîr. İstanbul: İnkılâp Kitabevi,1990.

——. Onu Beklerken. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1992.

——. Saray ve Ötesi. İstanbul: İnkılâp ve Aka, 1981.

——. Valide Mektupları. İstanbul: Kaf Yayınları, 1999.

Uyguner, Muzaffer. Halit Ziya Uşaklıgil: Yaşamı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler.

İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1992.

Yener, Cemil. Bir Romancının Dünyası ve Romanlarındaki Dünya. İstanbul: M. Sıralar

Matbaası, 1959.

Yalom, Irvin. Varoluşsal Psikoterapi. Çev. Zeliha İyidoğan Babayiğit. İstanbul:

Kabalcı Yayınevi, 1999.

Ziyaret -> Toplam : 125,83 M - Bugn : 63669

ulkucudunya@ulkucudunya.com