« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

11 Nis

2011

KEMAL PAŞAZÂDE VE FÎ HAKÎKATİ’L-MU‘CİZE ADLI RİSÂLESİNİN TAHLİL VE DEĞERLENDİRİLMESİ

H. İbrahim BULUT 01 Ocak 1970

GİRİŞ

Kelâm ilminin geçirdiği merhalelerden biri de cem ve tahkik devridir. Hicri

VIII. Yüzyılın ortalarından itibaren başlatabileceğimiz bu devir XX. asrın

başlarına kadar devam etmiştir. Altı asır kadar süren bu uzun devre içinde daha

önce gördüğümüz hacimli eserler yok değildir. Fakat bu devrin mümeyyiz vasfı,

evvelce meydana getirilen eserler üzerinde çalışmaktır.1 Her sahada orijinal

eserler ortaya koymak yerine önceki eserlere şerh, haşiye ve ta‘likler yazmakla

iktifa edilmiştir. Bununla birlikte bu dönemde yetişmiş önemli ilmî şahsiyetlerin

varlığı da inkar edilemez. Kemal Paşazâde, bu dönemde yaşamış ünlü bir

Osmanlı düşünürüdür. Kelâm ilmi başta olmak üzere felsefe, tarih, hukuk ve

edebiyat sahalarında üç yüzün üzerinde eser kaleme almıştır. Eserlerinin büyük

bir kısmı cem ve tahkik döneminin özelliklerini yansıtmaktadır. Bu eserler,

genellikle müstakil konularda telif edilmiş üç-beş sayfalık risâlelerden

müteşekkildir. İşte burada, tahlil ve değerlendirmesini yaptığımız

“Fî hakîkati’l-mu‘cize ve delâletüha ‘alâ sıdkı men idde‘a’n-nübüvve”2 adlı

* Sakarya Üniv. İlahiyat Fakültesi, Ar. Gör. Dr.,

1 Topaloğlu, Kelâm İlmi Giriş, s.34.

2 Bu risâlenin yazma nüshaları mevcuttur. Ancak biz, bu çalışmamızda risâlenin Ahmed Cevdet

Paşa tarafından hazırlanan Resâilü İbn Kemâl adlı eserdeki neşrini esas aldık. (bk. Şemseddin

Ahmed bin Süleyman İbn Kemâl, Resâilü İbn Kemâl, (nşr. Ahmed Cevdet Paşa), İkdam

Matbaası, İstanbul 1316, I. Cilt, ss.137-148)



risâle de devrinin özelliklerini yansıtan tipik bir çalışmadır. Risâlenin tahlil ve

değerlendirmesine geçmeden önce bu önemli şahsiyet hakkında kısaca bilgi

vermenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.



I- KEMAL PAŞAZÂDE



A- Hayatı

Kemâl Paşazâde’nin hayatını, ilmî kişiliğini, eserlerini ve çeşitli yönlerini ele

alan son dönemlerde yapılmış birçok bilimsel çalışma bulunmaktadır.3

Çalışmamızın hedefi onun hayatı, kişiliği ve eserlerini ayrıntılı olarak ele alıp

değerlendirmek olmadığından söz konusu eserlerden hareketle kısa bir

biyografisini vermekle yetineceğiz.

Asıl adı Ahmed Şemseddin olan Kemâl Paşazâde’nin dedesi, Fatih Sultan

Mehmed dönemi beylerinden Kemâl Paşa olduğu için kendisi “Kemâl

Paşazâde” veya “Kemâl Paşazâde” diye meşhur olmuştur. 873/1468-69 yılında

asker kökenli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.4 Babası Şücaeddin

Süleyman Çelebi, Fatih döneminin büyük kumandanlarındandır. Annesi ise yine

aynı dönemin tanınmış âlimlerinden Küpelizâde Molla Mehmed Muhyiddin’in

kızıdır. İlk öğrenimini dedesi ve babasından alan Kemâl Paşazâde, çeşitli

âlimlerden sarf, nahiv, lügat ve mantık gibi ilimler tahsil ettikten sonra aile

geleneğinden etkilenerek askerlik mesleğine intisap etmiş ve bazı askerî seferlere

katılmıştır. Ancak ulemâya gösterilen saygı ve hürmet karşısında şaşkına

dönmüş, bunun üzerine askerlik mesleğini bırakıp ilmiyeli olmaya karar

3 Son dönemde hakkında yapılan çalışmalardan bazıları şunlardır; I-Nihal Atsız, “Kemâlpaşa-

Oğlu’nun Eserleri”, Şarkiyat Mecmuası, sy. IV, ss. 71-112, sy. VII, ss. 83-135; II-İsmet

Parmaksızoğlu, “Kemâl Paşazâde”, İslâm Ans., IX, 561-566; III- Mustafa Kılıç, İbn-i Kemâl,

Hayatı, Tefsire Dair Eserleri ve Tesirdeki Metodu, Erzurum 1981; IV- Şeyhülislâm İbn Kemâl, TDV.

Yay., Ankara 1986.(Adına düzenlenen bir sempozyumda sunulan tebliğlerden oluşmaktadır.)

V- M. A. Yekta Saraç, Şeyhu’l-İslâm Kemâl Paşazâde Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Bazı Şiirleri,

İstanbul 1995; VI- Ahmet Uğur, Kemâlpaşa-zâde İbn Kemâl, Ankara 1996; VII- Sayın Dalkıran,

İbn Kemâl ve Düşünce Tarihimiz, İstanbul 1997; VIII- Şamil Öçal, Kemâl Paşazâde’nin Felsefi

ve Kelâmi Görüşleri, Ankara 2000.

4 Doğum yeri olarak Edirne, Tokat, Amasya gibi farklı yerler gösterilmektedir. Aslen Tokatlı

bir aileye mensup olduğu bilinmekle birlikte babasının görevi gereği Edirne’de doğmuş

olması ihtimali gerçeğe daha yakındır.(Şamil Öçal, Kemâl Paşazâde’nin Felsefi ve Kelâmi

Görüşleri, s.18)



vermiştir.5 Edirne Dâru’l-hadis Medresesinde Molla Lütfî,6 Mevlânâ Kastalânî,7

Mevlânâ Hatipzâde8 gibi dönemin meşhur hocalarından ders almıştır.9

Hocalarından hangi eserleri okuduğuna dair elimizde kesin bilgi olmamakla

birlikte, Molla Lütfî’den Şerhu’l-Metâlî adlı kelâm eserini okuduğu

bilinmektedir.10

Kemâl Paşazâde, eğitimini tamamladıktan sonra, önce Edirne Taşlık

Medresesinde müderris olarak vazifeye başlamıştır(1503).11 Bilahare çeşitli

medreselerde hizmet ettikten sonra 1509 yılında Sahn-ı Semân müderrisi, 1515

yılında Edirne kadısı ve bir yıl sonra da Anadolu Kazaskeri görevine

getirilmiştir. Kazasker sıfatıyla Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine katılır.

1516’dan 1519 yılına kadar üç yıl süren bu sefer sırasında verdiği fetvaların yanı

sıra çeşitli risâleler de kaleme almıştır. Sefer dönüşünde çeşitli medreselerde

müderrislik görevine devam etmiştir. 1526 yılında Şeyhülislam Zenbilli Ali

5 Taşköprizâde, eş-Şekâ’ik, s.378.

6 “Molla Lütfî” diye meşhur olan Lütfullah Efendi, medrese ilimlerini Sinan Paşa’dan ikmal

etti. Ali Kuşcu’dan riyâziyât dersi aldı. Fatih Sultan Mehmed’in “hâfız-ı kütüb”lüğüne

getirildi. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. Dilinin uzunluğu sebebiyle bazı ulemânın

tepkisini çekti. Sonunda mülhid ve zındık olduğuna hükmedilerek idam edildi (899/1494).(bk.

Taşköprizâde, eş-Şekâ’ik, 279-283; Mecdî, Şekâik Tercümesi, I, 295-300.

7 Muslihuddin Mustafa (ö.1496), Osmanlı kelâm âlimi ve hanefî fakihidir. Bursa yakınlarında

Kestel kasabasından olup Kestelî veya genişletilmiş şekliyle Kastallânî nisbesini doğduğu

yerin adından almıştır. Hızır Bey’den kelâm ve fıkıh okumuştur. Çeşitli medreselerde hocalık

yaptıktan sonra Fatih’in medâris-i semâniyesinde görev yapmıştır. 1481 tarihinde Rumeli

kazaskeri olmuş ve 1486 da azledilmiştir. 901/1496 da İstanbul’da vefat etmiştir. Onun

önemli çalışmalarından biri Teftâzânî’nin Şerhu’l-‘Akâid’ine yazdığı haşiyedir (Hâşiye ‘alâ Şehi’l-

‘akâid). (bk. Taşköprizâde, a.g.e., ss.142-146; Mecdî, a.g.e., I, 161-166; Franz Babinger,

“Kastallânî”, İA, VI, 339.)

8 Kastamonu’da doğdu. Asıl adı Muhyiddin Mehmed’dir (ö.901/1496) Hızır Bey ve Alâeddin

et-Tûsî’den ders aldı. Fatih’in Sahn-ı Seman Medresesinde görev yaptı. Birçok öğrenci

yetiştirdi. Kelâma dair bazı eserleri şunlardır: Hâşiye ‘alâ Hâşiyeti’t-Tecrîd, Risâle fî kelâmillah ve

rü’yetih, Hâşiye ‘alâ Şerhi’l-Mevâkıf, Risâle fî nefyi nisbeti’l-hüsran ile’l-enbiyâ. (bk. İlyas Üzüm,

“Hatibzâde Muhyiddin Efendi”, DİA, XVI, 463-464.)

9 Taşköprizâde, a.g.e., s.378.

10 bk. Taşköprizâde, a.g.e., s.378; krş. Şamil Öçal, a.g.e., s.19.

11 bk.Şamil Öçal, a.g.e., s.20; Selahattin Yıldırım, Edirne Darulhadisi ve Müderrisleri, s.85.



Efendinin vefatı üzerine Şeyhülislamlık makamına getirilmiştir. Sekiz yıl bu

vazifede kaldıktan sonra 16 Nisan 1534 (h. 940-941) yılında vefat etmiştir.12



B- İlmî Şahsiyeti

Kemâl Paşazâde, Osmanlının çok yönlü ve dirayetli âlimlerindendir.

Hukuk, tarih, kelâm-felsefe ve edebiyat sahalarında birçok eser telif etmiştir.

İlmî ihatası, muhakeme ve münazaradaki kuvvet ve kudreti çok yüksek olması

itibarıyla kendisine Müftiü’s-Sakaleyn unvanı verilmiştir. Ömer Nasuhî

Bilmen‘în ifadesiyle, “En muktedir âlimlerin eserlerini ve görüşlerini tenkîde

tâbi tutmaktan, en müşkil konuları münakaşa etmekten zevk duyardı. En büyük,

en tanınmış âlimlerin eserlerine şerh ve haşiyeler yazar, onları intikâda çalışır;

hiç kimsenin hatırına gelmeyecek nükteler ve faydalar keşfederdi.”13 O, kelâm

ve felsefe sahasında yazdığı eserlerde bu ilimlerin tarih boyunca tartışılan en

girift konularını çekinmeden ele almış, ilgili âlimlerin eserlerini tahkik ve tetkik

ederek onlara eleştiriler yöneltmiştir. Aşağıda tahlilini sunduğumuz risâlede de

benzer bir tutum sergileyerek döneminin en ünlü âlimlerinin konuyla ilgili

eserlerini bu zaviyeden değerlendirmiş ve birçok hususta onları tenkit etmiştir.

Kelâm ve felsefe sahasındaki ilmî birikimi ve cesareti sebebiyle o, Teftâzânî

(ö.793/1390) ve Şerif Cürcânî (ö.816/1413) ile karşılaştırılmış ve hatta onlardan

daha üstün olduğu ileri sürülmüştür.14

Kemâl Paşazâde’in Sultan II.Bayezid döneminde başlayan şöhreti, Yavuz

Sultan Selim ve Kânûnî devrinde zirveye çıkmıştır. Âlim, şair ve mütefekkir

olan bu zât, Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere üç yüzün üzerinde risâle ve

eser kaleme almıştır.15

12 bk. Taşköprizâde, a.g.e., 377-378; Mecdî, Şekâ’ik Tercümesi, I, 385.

13 Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye, I, 409-411.

14 Şamil.Öçal, a.g.e., s.22.

15 bk. Taşköprizâde, a.g.e., s.379. Kemâl Paşazâde’nin bibliyografyasıyla alakalı olarak müracaat

edebileceğimiz bazı önemli kaynaklar şunlardır: Azam-zâde Cemil, Ukûdu’l- cevâhir fî terâcimi

men lehüm hamsûne tasnîfen fe mietu fe-ekser, Beyrut 1326; Nihal Atsız, “Kemâlpaşa-Oğlu’nun

Eserleri”, Şarkiyat Mecmuası, İstanbul 1966, sy. IV, ss. 71-112; sy. VII, ss. 83-135; Yekta Saraç,

Şeyhu’l-İslâm Kemâl Paşazâde, İstanbul 1995; Şamil Öçal, Kemâl Paşazâde’nin Felsefi ve Kelâmi

Görüşleri, Ankara 2000.



II- FÎ HAKÎKATİ’L-MU‘CİZE ADLI RİSALE



A- Risâlenin İlmî Kıymeti

Genel olarak kelâm eserlerinde nübüvvetin imkanından ziyade16 bunun

ispatına ağırlık verilmiştir. Aslında bu bir bakıma makul bir yaklaşımdır. Zira

bütün semâvî dinler, Allah’ın insanlara yol göstermek üzere yine insanlar

arasından elçiler gönderdiği prensibini kabul ederler. Dolayısıyla hem semâvî

dinlerin kendi aralarındaki tartışmalarda hem de Müslümanların içe dönük

tartışmalarında nübüvvetin imkanı ve tarihen sabit olduğu hususuna ağırlık

verilmesine gerek görülmemiştir. Buradaki asıl tartışma, peygamber olduğunu

iddia eden bir kimsenin söz konusu peygamberler zümresine mensup

olduğunun nasıl bilineceği meselesidir. İşte burada kelâmcılar bazı metotlar

geliştirmişlerdir. Bunların en önemlisi de mûcize delilidir.

Kelâm literatüründe mûcize terimi yaklaşık olarak hicrî III. asrın sonlarına

doğru ıstılahlaşmış, hicrî IV. asırda yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Mûcize terimi, Kur’an ve hadislerde peygamberlik delillerini ifade etmek üzere

kullanılan âyet, beyyine, burhan, sultan; a‘lam, delâil gibi terimlerden çok daha özel

ve dar kapsamlıdır.17 Kelâmcılar, Kur’an’da zikredilen peygamberlik delillerinin

ortak özelliklerinden hareketle bu tanımı yapmış olmalıdırlar. Onlar, bir

hadisenin mûcize olabilmesi için gerekli tüm özellikleri ince bir araştırmanın

sonucunda ortaya koymuşlardır. Bu itibarla kelâmcıların mûcize diye

tanımladıkları bir hâdiseyle, muhaddislerin a‘lam ve delâil dedikleri hâdiseler

arasında önemli farklar mevcuttur.

Kelâmcılar, mûcizeyle alakalı konuları nübüvvetin bir alt başlığı olarak ele

almışlar ve onu peygamberliğin en önemli ispat delili olarak

değerlendirmişlerdir. Böyle olmakla birlikte sırf mûcize konusuna tahsis edilmiş

eserler oldukça azdır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla, mûcize konusuna tahsis

edilmiş ve “mûcize” ismini taşıyan ilk eser Şiî-İmâmî Ebu’n-Nadr Muhammed

16 Nübüvvetin imkânı konusunda Kelâm Ekolleri arasındaki tartışmalar için bk. Mustafa Akçay,

“Bir Kelâm Problemi Olarak Nübüvvetin İmkânı”, SA.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, 2001/3,

ss.217- 246.

17 Kur’an’da mûcizeyle ilgili kavramlar için bk. Bulut, Kur’an Işığında Mûcize ve Peygamber, İstanbul

2002, ss.24 –41.



b. Mes‘ud el-Iyâşî’nin (ö.320/932) Kitabu ihticâci’l-mu‘cize adlı eseridir.18 Ancak

ismen bilinmesine rağmen bu eserin her hangi bir nüshası tespit edilememiştir.

Bâkıllânî’nin (ö.403/1013) mûcize konusuna tahsis edilmiş müstakil bir eser

olarak değerlendirebileceğimiz el-Beyân19 adlı eseri de önem arz etmektedir.

Kemâl Paşazâde’in bu risâlesi, hem otantikliği hem de muhtevası açısından

kayda değer özellikler taşımaktadır. Bu risale, mûcize konusuna tahsis edilmiş

müstakil bir çalışma olması bakımından türünün ilk örneklerinden olmasının

yanında, konunun ayrıntılarını vermesi açısından da önem arz etmektedir.

Özellikle mûcizenin hakikati, rüknü ve şartlarının tasnifi hususlarındaki

yaklaşımı dikkat çekmekte ve bu hususlarda ayrıntılı bilgiler ihtiva etmektedir.

Kemâl Paşazâde, kendi dönemine kadar kelâm tarihinde tartışılmış olan bu

meseleyi daha ayrıntılı bir şekilde ve bir müdekkik nazarıyla incelemiş, bu

sahada otorite kabul edilen kelâmcıları ve eserlerini de zaman zaman tenkit

etmekten çekinmemiştir. Nitekim onun elimizdeki bu risâlesinin bir bakıma

Teftâzânî (ö.793/1390) ve Cürcânî’nin (ö.816/1413) eserlerindeki mûcize

meselelerinin eleştirisel bir şerhi olduğunu söylemek mümkündür. Kanaatimize

göre, mûcize meseleleriyle ilgilenen bütün araştırmacıların vazgeçemeyeceği bir

kaynaktır. Müellifin Arapça olarak kaleme aldığı bu risâlenin kelâm ilmi

açısından taşıdığı kıymetin yanı sıra kendi dönemindeki ilmî tartışmalar ve

kültürel seviye hakkında da bilgi vermesi noktasından da ayrı bir önemi haizdir.



B- Risâlenin Telifinde Faydalanılan Kaynaklar

Osmanlı medreselerinde akâid ve kelâm dersleri için el-Mevâkıf, Şerhu’l-

Mevâkıf, Şerhu’l-Mekâsıd ve Şerhu’l-‘Akâid gibi müteahhir klasik kelâm eserlerinin

okutulduğu bilinmektedir. Kemâl Paşazâde’nin de bu kaynaklardan azami

derecede faydalandığı görülmektedir. Ancak Risâle’nin telifinde faydalandığı bu

eserlerin hemen hepsinin Eş‘arî kelâmcılarına ait olması dikkat çeken bir

husustur. Bunun, Osmanlı medreselerinde Eş‘arî kelâm anlayışının ve

eserlerinin okutulmasıyla yakın bir ilişkisinin olduğu anlaşılmaktadır. Yine

18 bk. İbnü’n-nedim, Fihrist, 240-242. Ayrıca bk. İsmail Paşa, Hediyyetü’l-ârifîn, II, 32-33;

Kehhâle, Mu‘cemu’l-müellifîn,III, 714-715.

19 Bâkıllânî, el-Beyân ‘ani’l-fark beyne’l-mu ‘cizât ve’l-kerâmât, (nşr. Richard J. Mccarthy), Beyrut

1958.



müellifin konunun tartışılması sırasında kullandığı “kesb” gibi bazı terimlerin de

Eş‘arî kelâm literatürüne ait ıstılahlar olduğu görülmektedir.20 Metinden

anlaşıldığı kadarıyla Kemâl Paşazâde, mütekaddimin dönemi kelâmcılarının

eserlerinden doğrudan yararlanamamış ancak müteahhirin dönemi

kaynaklarından söz konusu âlimlerin görüşlerini aktarmıştır. Kemal Paşazâde,

bazen müellifin bazen de eserin ismini vermiştir. Biz, belirtilen müellifin hangi

eserinden yararlanıldığını metin mukayesesi yapmak suretiyle tespit etmeye

çalıştık. Risâlede geçen müellif isimlerinden ve eser adlarından hareketle Kemal

Paşazâde’nin risâleyi kaleme alırken yararlandığı kaynaklar şunlardır:

1-Ebû Mansur el-Ezherî (ö.370/980), Tehzîbü’l-lüğa21

2-Seyfeddin Âmidî (h.551-631/ m.1156-1233), Ebkâru’l-efkâr22,

3- Nasuriddin Tûsî (ö.672/ 1274), Tecrîdü’l-i’tikâd23

4-Adudiddin Îcî (h.680-756/ m.1281-1355), el-Mevâkıf fî ‘ilmi’l-kelâm24,

5-Seyyid Şerif Cürcânî (h.740-816/ m.1340-1413), Şerhu’l-Mevâkıf25,

6-Sadeddin Teftâzânî (h.722-792/m.1322-1390), Şerhu’l-‘Akâid26 ve Şerhu’l-

Mekâsıd27,

20 bk.Risâle, ss. 138, 141.

21 Ebû Mansur el-Ezherî, Tehzîbü’l-lüğa, (nşr. Abdüsselâ Hârûn- M. Ali en-Neccâr), I-XV,

Kahire 1964-1967.

22 Âmidî’nin bu eseri matbu değildir. Biz karşılaştırma yaparken Süleymaniye Kütüphanesi no.

747, (I, vr. 505a- 526a) nüshasını kullandık.

23 İbn Kemâl, mûcizenin tanımını verirken “Tecrîd sahibinin de kaydettiği gibi...” ifadesini

kullanmıştır (bk. Risâle, s.147). Bu ibareden hareketle sözü edilen eserin Nâsırüddin Tûsî’nin

Tecrîdü’l-i’tikâd adlı eseri olduğunu tahmin ediyoruz.

24 Biz, risâlenin metniyle karşılaştırmak üzere el-Mevâkıf fî ‘ilmi’l-kelâm adlı eserin Beyrut

1417/1997, I. baskısını kullandık.

25 Îcî’nin el-Mevâkıf adlı eserinin şerhidir. Cürcânî’nin bu eserinde felsefe ve kelâmın en temel

konuları ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Kendisinden sonra gelen düşünürler tarafından

vazgeçilmez bir kaynak olma özelliği taşımaktadır. İbn Kemâl, tahlil ve değerlendirmesini

yaptığımız bu risâlesinde ve diğer kelâm eserlerinde bu kitaptan azami derecede

faydalanmıştır. Hatta onun bu risâlesi, Cürcânî’nin konuyla ilgili görüşlerinin eleştirel bir izahı

olduğu söylenebilir.

26 Şerhu’l-‘Akâid’in Bahar Yay., İstanbul 1973 baskısını kullandık.

27 Şerhu’l-Makâsıd, (nşr. Abdurrahman Umeyra), I- V, Beyrut 1409/1989 baskısını kullandık.



C- Risâlenin Muhtevası

Mûcize meselesini ele aldığı bu risâlesinde Kemâl Paşazâde, konuyu çeşitli

açılardan değerlendirmiştir. Müellif konuyu, mûcizenin sözlük ve terim anlamı,

rükünleri, şartları ve peygamber olduğunu iddia eden bir kimsenin doğruluğuna

delil oluşu gibi ana başlıklar altında incelemiştir. Zaten o, risâlenin yazılış

amacını “mûcizenin hakikati ve peygamberlik iddia eden kimsenin doğruluğuna

delil oluşunu beyan etmek” şeklinde açıklarken bu hususa dikkat çekmiştir.28



1- Mûcizenin Sözlük ve Terim Anlamı

Mûcize kelimesi ‘acz kökünden gelen bir isimdir. ‘Acz kelimesi gücün karşıtı

olan “zayıflık” anlamında kullanılmaktadır. Kemâl Paşazâde, kelimenin bu

anlamıyla ilgili olarak Ebû Mansûr el-Ezherî’den (ö.370/980) alıntı yaparak;

i‘câzın anlamının “öne geçmek” (sebk, fevt)29 olduğunu söylemiştir.30 Onun,

kelimenin bu yönüne ağırlık vermesi ve özellikle i‘câzın “âciz bırakma”

şeklindeki anlamına vurgu yapması, risâledeki temel görüşün kelimenin bu

anlamı üzerine bina edilmesinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

Kemâl Paşazâde i‘câzın, meydan okumanın (tehaddide bulunmanın) bir

özelliği olduğunu söyler. Bu durum, bir şeyin kendi sebebine isnat edilmesi gibi,

kendisiyle meydan okunulan şeye mecâzî olarak isnat edilmesidir. Aslında mûciz

yani insanları bir şeyi yapmaktan âciz bırakan kimse, görünüşte her ne kadar

peygamber ise de, bu gerçekte bizzat Allah’ın kendisidir. Kelâmcılara göre,

mûcize kelimesinin sonundaki “ta” harfinin “el-hakîkatü” kelimesinde olduğu

gibi, sıfat halinden isim haline geçişi göstermektedir.31 Bu itibarla mûciz kelimesi,

fiili yapan kimseyi gösterdiği halde mûcize kelimesi failin değil ortaya konulan

hârikulâde olayın ismidir. Böylece mûcize kelimesi belli bir olayın ismi

olmuştur.

28 bk. Risâle, s.137.

29 bk. Ebû Mansur el-Ezherî, Tehzîbü’l-lüğa, “ ‘acz” md., I, 340-342.

30 bk. Risâle, s.137.

31 bk. Risâle, s.137. Teftâzânî de, buradaki “ta” harfinin vasfiyetten ismiyete geçişi ifade ettiğini

söylemiştir (Şerhu’l-Makâsıd, V, 11). Ancak bazı kelâmcılar, buradaki “ta” harfinin mübalağa

için olduğu kanaatindedirler (bk. Bağdâdî, Usûlu’d-dîn, s.170; Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 468;

Sâbûnî, el-Bidâye, s.46)



Mûcizenin terim anlamına gelince, Kemâl Paşazâde, geleneksel mûcize

tanımını noksan bulur. Mesela o, Teftâzânî’nin “Mûcize, inkarcıların benzerini

getirmekten âciz kalacakları şekilde, inkarcılara meydan okuduğu sırada

peygamberlik iddiasında bulunan zattan âdetin hilafına olarak zuhûr eden bir

iştir”32 şeklindeki tanımını çeşitli açılardan eleştirir.33 Ona göre mûcizeyi “....bir

iş/ olay/ hadise” olarak tanımlamak yeterli değildir. Çünkü fiil olmayan bazı

şeylerin de mûcize olabilmesi imkan dahilindedir. Ayrıca “mûcizenin

peygamberden zuhûr etmesi” kaydını da isabetli bulmaz. Ona göre alıkoyma/

men‘î (insanların normal şeyleri yapmadaki kudretlerini alıkoyma) şeklindeki bazı

mûcizeler peygamberin bir müdahalesi olmadan meydana gelmektedir. Bu tür

mûcizelerde esas olan, hârikulâde bir fiili yapmaktan aciz kalmak değil,

peygamberin iddiası üzerine sıradan bir fiili yapmaktan alıkonulmak, bunu

yapmaya güç yetirememektir. Dolayısıyla burada bir fiilden söz edilemez. Bu

itibarla o, söz konusu geleneksel mûcize tanımında “men‘î mûcize”lere yer

verilmediğinden bu tanımların eksik olduğunu belirterek şöyle bir tanım

yapmıştır: “Mûcize, peygamberlik iddia eden kimsenin elinde, inkarcıları

muarazadan âciz bırakacak şekilde zuhûr eden bir hâdisedir. Bu hâdisenin

alışılmış olmayan (leyse bi-mu‘tâd) bir tarzda zuhûr etmesi ya da alışılmış (mu‘tâd)

olan şeyden alıkoymak şeklinde olması eşittir.”34



2- Mûcizenin Rüknü

Kemâl Paşazâde’e göre mûcizenin rüknü, peygamberlik iddiasında bulunan

kimsenin inkarcıları âciz bırakmasıdır.35 Peygamber, bunu, inşikâk-ı kamer (ayın

yarılması) gibi fiilî /hissî mûcizeyle yapabileceği gibi, sıradan bir eylemi

yapmaktan insanları alıkoymak şeklindeki bir men‘î mûcizeyle de yapabilir. Bir

diğer ifadeyle mûcize göstermek alışılmışın dışında (ğayr-i mu‘tâd) bir şeyi ortaya

32 Teftâzânî, Şerhu’l-‘Akâid, s.166.

33 Risâle, s. 138.

34 Risâle, s.147.

35 Risâle, s. 138. Aslında İbn Kemâl’in bu ifadesinde bir eksiklik vardır. Bize göre mûcizenin

rüknü, sadece inkarcıları değil aksine bütün insanları âciz bırakmak olmalıdır. Çünkü

peygamber, hidâyet mûcizesiyle sadece inkarcılara meydan okumaz. Onun muhatabı, Kur’an-ı

Kerim örneğinde olduğu gibi, insan ve cinler yani bütün canlılardır.



koymakla olabileceği gibi, alışılmış (mu‘tâd) olanı yapmaktan alıkoymak şeklinde

de olabilir. Çünkü her iki durumda da muhatapların âciz kalmaları söz

konusudûr. Mûcizenin rüknü, peygamberlik delili karşısında insanların âciz

kalmaları olduğuna göre, böylece i‘câz gerçekleşmiş olur.

Kemâl Paşazâde, mûcizelerin zuhûrunda peygamberin rolünü dikkate alarak

fiilî mûcizeleri; peygamberlerden sâdır olan ve zâhir olan mûcizeler diye ikiye

ayırır. Müellif, bazı mûcizelerin hem sudûr hem de zuhûr bakımından

peygamberden meydana geldiğini, bazılarının ise sadece zuhûr ettiğini söyler.

İlkine inşikak-ı kamer mûcizesini örnek verir. Çünkü Hz. Peygamber, bu olayın

meydana gelmesini hem istemiş hem de parmağıyla işaret ederek olaya

müdahale etmiştir. Dolayısıyla bu olay peygamberden sudûr ederek zuhûr

etmiştir, denilebilir. İkinci tür mûcizeler ise, peygamberden sudûr etmeden

zuhûr etmişlerdir. Bunların meydana gelmesinde peygamberin bir irâde ve

müdahalesi söz konusu değildir. Kemâl Paşazâde, buna örnek olarak Kur’an-ı

Kerim’i gösterir. Çünkü Kur’an’ın vahiy edilmesi ilâhî iradeyle ilgilidir ve bunda

peygamberin bir müdahalesi söz konusu değildir. Şu halde Kur’an mûcizesi, Hz.

Peygamber’in irâde ve müdahalesi olmaksızın zuhûr etmiştir.36

Kemâl Paşazâde, men‘î mûcizeleri sudûr ve zuhûr tasnifinin dışında

değerlendirir. Ona göre men‘î mûcizeler, ne sudûr bakımından ne de

peygamberin elinde zuhûr etmesi bakımından peygambere nispet edilirler.

Bunların peygambere nispet edilmeleri, peygamberin meydan okumasının

akabinde ve iddiasına uygun bir tarzda vuku bulmaları sebebiyledir.37

Kemâl Paşazâde, “âciz bırakmanın/ i‘câzın” bir fiil olup olmadığı

meselesini tartışır.38 Ona göre fiilî mûcizelerde bir eylem vasıtasıyla muhatabı

âciz bırakmak vardır. Örneğin inşikak olayında insanlar, ortaya konulan

hârikulâde fiilin benzerini yapmaktan âcizdirler. Ancak men‘î mûcizelerde

muhatabı âciz bırakan bir eylem yoktur. Mûcizenin hakikati insanları âciz

bırakmak olduğuna göre, men‘î mûcizelerdeki i‘câzın nereden kaynaklandığı

sorusu akla gelmektedir. Müellif, men‘î mûcizelerdeki i‘câzın bir fiilden

36 Risâle, s. 138.

37 Risâle, s. 138.

38 Risâle, ss.138-139.



kaynaklanmadığını, aksine burada sıradan bir fiili yapmaktan alıkonma tarzında

bir mûcize olduğunu söyler. Ona göre burada peygamberden sudûr eden ya da

zuhûr eden bir şey yoktur.39 Aslında peygamber hârikulâde bir olay değil, sıradan

bir şey yapmaktadır. Ne var ki Allah, peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin

muhataplarında, söz konusu şeyi yapabilecek kudret yaratmamıştır. Şu halde

buradaki i‘câz, insanların normalde yapabildikleri halde peygamberin meydan

okumasının akabinde belirtilen fiili yapmayı başaramamalarıdır. Yani sıradan bir

fiili yapmaktan alıkonulmaları ya da kudretlerinin olmamasıdır. Bu ise tamamen

Allah’ın kudretiyle alakalı bir durumdur.



3- Mûcizenin Şartları

Kemâl Paşazâde, mûcizenin şartları/özellikleri konusunda orijinal bir

tasnife giderek mûcizenin şartlarını iki bölümde değerlendirir. Bunların ilki,

mûcizenin rüknünün gerçekleşmesi için gereken şartlar, diğeri ise peygamberlik

iddiasında bulunan şahsın bu iddiasındaki doğruluğuna delâleti için gereken

şartlar şeklindedir.



a) Mûcizenin Rüknünün Tahakkukunda Gerekli Olan Şart

Buna göre mûcize hârikulâde olmalıdır.40 Çünkü bu özellik olmadan i‘câz

olmaz. Bir şeyin mûcize olabilmesi için onun olağanüstü bir tarzda meydana

gelmiş olması gereklidir. Bundan maksat, söz konusu olayın Allah’tan sadır

olması yani ilâhî bir fiil olmasıdır. Bunun ilâhî bir fiil olduğunu anlamak da

mûcizenin rüknünün gerçekleşmesiyle mümkündür. Mûcizenin rüknü ise,

peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin ister fiilî isterse men‘î tarzda olsun

inkarcıların benzerini yapamayacakları bir şeyi delil olarak ortaya koymasıdır.

Aslında bir olayın mûcize oluşu, onun belirtilen şartlar çerçevesinde zuhûr

etmesiyle bilinir. Şartlarına uygun olarak zuhûr eden bir olay, her ne kadar

hârikulâde olmasa da, ilâhî bir fiildir ve dolayısıyla mûcizedir. Bu olayın tabiat

kanunlara uygun ya da aykırı olması onun mûcize oluşuna engel teşkil etmez.

Böylece Kemâl Paşazâde, mûcizenin rüknünün gerçekleşmesi için onun

39 Risâle, s. 138.

40 Risâle, s. 140.



muhatapları âciz bırakacak bir tarzda zuhûr etmesinin gerektiğini ve bu şekilde

zuhûr eden bir olayın da hârikulâde olduğuna vurgu yapmıştır. Ona göre bu

özellik bütün mûcizelerin müşterek vasfıdır. Müellif, mûcizelerin hârikulâde

olması özelliğini, onun rüknünün gerçekleşmesinin şartı olduğunu ifade ettikten

sonra bunun mûcizenin delâletinin şartları arasında tekrar sayılmasını da doğru

bulmaz. Bu bakımdan o, Teftâzânî ve Cürcânî’yi eleştirir. Çünkü mûcize

denildiğinde söz konusu delilin olağanüstü olduğu anlaşıldığı için ayrıca bu

özelliği mûcizenin şartları arasında saymaya ihtiyaç yoktur.



b) Peygamberin doğruluğuna delil oluşu için gerekli şartlar

Kemâl Paşazâde’ye göre bir olayın peygamberlik iddiasında bulunan

kimsenin doğruluğuna delâlet edebilmesi için şu özellikleri taşıması gerekir:



ı- Mûcize, tehaddîde bulunan kimsenin iddiasına uygun bir şekilde meydana

gelmelidir.41 Örneğin bir kimse “Benim mûcizem ölüleri diriltmektir” dedikten

sonra, “dağın konuşturulması” gibi başka bir hârikulâde olayı mûcize olarak

gösterse bu durum asla onun peygamberliğine delil olmaz. Çünkü mûcize,

Allah’ın peygamberinin doğruluğunu sözlü olarak tasdik etmesi yerine geçer. Bu

itibarla, dağın konuşması her ne kadar olağanüstü bir durum ise de, bu durum

iddiaya uygun bir tarzda zuhur etmediğinden mucize olarak değerlendirilmez.



ıı- Delil olarak ortaya konulan hârikulâde olay peygamberi

yalanlamamalıdır.42 Kemâl Paşazâde konunun anlaşılması için şu örneği verir:

Bir kimse “Benim mûcizem şu kertenkelenin konuşmasıdır” demiş olsa, sonra

da kertenkele konuşup onun yalancı bir sahtekar olduğunu söylese, bu durum

iddia sahibinin yalancılığına delâlet eder.” Bu itibarla mûcizenin iddiaya uygun

bir şekilde vuku bulması ve ayrıca vukuundan sonra iddia sahibini

yalanlamaması gerekir.

Kemâl Paşazâde, bu ayrıma dikkat çekerek Teftâzânî’nin bu iki şartı

birleştirerek tek bir şart halinde zikretmesini43 hatalı bulur.44 Çünkü buradaki

incelik, iddiaya uygun bir şekilde vuku bulan hârikulâde olayın vukuundan sonra

41 Risâle, s.141.

42 bk. Risâle, s. 141.

43 bk. Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd V, 12.

44 Risâle, s. 141.



iddia sahibini yalanlamamasıdır. Bu itibarla Kemâl Paşazâde, bu iki şartın

birleştirilmesini isabetli bulmaz. Nitekim kelâmcıların büyük bir ekseriyeti,

mûcizelerin iddiaya uygun bir şekilde meydana gelmeleri ile peygamberi

yalanlamamaları özelliğini ayrı şartlar olarak değerlendirmişlerdir.45



ııı- Mûcize peygamberin elinde zuhûr etmelidir. Bundan maksat, mûcizenin

zuhûrunda peygamberin kesb ve irâdesinin olmasıdır.46 Aksi takdirde “güneşin

her gün doğması” gibi olaylar, peygamberlik iddiasında bulunan sahtekarlar

tarafından da mûcize olarak takdim edilebilmeleri mümkün olduğundan delil

olarak kabul edilmezler. Peygamber, kesb ve irâde açısından mûcizeye nüfuz

etmelidir ki bu olay onun doğruluğuna delâlet etsin. Bundan maksat, mûcizenin

bizzat peygamberin elinde gerçekleşmesi olmayıp vukuunda nebinin

müdahalesinin bulunmasıdır. Şöyle ki, peygamberlik iddiasıyla olağanüstü olay

arasında nicelik ve nitelik bakımından bir ilişki kurulmalıdır. Aksi takdirde söz

konusu hârikulâde olay tasdik etmek ya da tekzip etmek şeklinde bir anlam

taşımaz. Bu bakımdan kelâmcılar mûcizeyi tanımlarken “Peygamberin elinde

zuhur etmelidir” kaydını koymayı ve bunu bir şart olarak göstermeyi gerekli

görmüşlerdir.47 Burada peygamberin beşerî gücü ile mûcizevî olay arasında bir

ilişki kurmaya da gerek yoktur. Zira başkalarının başaramadığı ve sadece

peygamberin yapabildiği sıradan bir olayın da ilâhî kaynaklı olduğu anlaşılabilir.

Bu itibarla olayın hârikulâde olmasına ayrıca vurgu yapmaya gerek yoktur.48



ıv- Mûcize peygamberlik iddiasından önce zuhûr etmemelidir.49 Çünkü

iddia ortaya konulmadan önce bir tasdikin olması makul değildir. Bundan

maksat, peygamberlik iddiasının mûcizeden önce ortaya konulmasıdır.50 Bu

45 bk. Bâkıllânî, el-Beyân, ss.45-47; Bağdâdî, a.g.e., ss.170-171; Cüveynî, el-‘Akîdetü’n-nizâmiyye,

s.67; Nesefî, a.g.e., I, 484-485; Meşeddâllî, Şerhu’l-Risâle, s.41; Bulut, Mûcize ve Peygamber, ss.52-

56.

46 Risâle, s. 141.

47 bk. Ebû Ya‘lâ, el-Mûtemed, 155; Sâbûnî, a.g.e., s.46; Teftâzânî, Şerhu’l-‘Akâid, s.166; Cürcânî,

Şerhu’l-Mevâkıf, III, 343.

48 bk. Risâle, s. 141.

49 Risâle, s.142.

50 İbn Kemâl, Mevâkıf’tan alıntı yaparak şöyle bir örnek verir: “Bir kimse, boş olduğunu

bildiğimiz ve kilitlenip açılmasına kadar yanımızda bulunan bir sandık için “Bu sandığın

içinde şunlar şunlar vardır” dese, sonrada sandığın içinden onun dediği şeyler çıkarsa, -her ne



itibarla mûcize, peygamberlik iddiasından sonra gerçekleşmeli ve olayla iddia

arasında açık bir ilişki kurulmalıdır.

Kemâl Paşazâde, peygamberlerden nübüvvet öncesi dönemde zuhûr eden

hârikulâde olayları ve özellikle Hz. İsâ’nın henüz beşikte iken “Allah beni nebi

kıldı”51 sözünü, mûcizenin dördüncü şartıyla ilgili olarak değerlendirmiştir.52

Müellif, peygamberlerden nübüvvet öncesinde meydana gelen olağanüstü

hadiselerin mûcize olarak değerlendirilemeyeceği kanaatindedir. Nitekim genel

olarak kelâmcılar, bu tür olayların kerâmet ya da irhas olarak değerlendirilmesi

taraftarıdırlar.53 Kemâl Paşazâde, mûcizenin gecikmesiyle alakalı meseleleri de

burada ele almıştır.54



v- Mûcize, ya ilâhî bir fiil ya da alıkoyma bakımından onun yerine geçen bir

şey olmalıdır. Kemâl Paşazâde, bir olayın mûcize olmasının ancak ilâhî kaynaklı

bir fiil olmasıyla mümkün olacağını belirtmiştir. O, bir olayın ilâhî kaynaklı olup

olmadığının da ancak yukarıda zikredilen şartlar çerçevesinde bilinebileceğini ve

bu sonuncu şartın da diğerlerinden hareketle ortaya konulduğunu açıklamıştır.55

kadar bunların meydan okumadan hemen önce yaratılmış olması ihtimal dahilinde ise de- bu

durum açık bir mûcizedir.”( Risâle, s.142. krş. İcî, el-Mevâkıf, III, 339.)

51 Meryem 19/ 30.

52 İbn Kemâl, konuyla ilgili olarak şunları kaydetmiştir: Îsâ (a.s.) “Allah beni nebi kıldı” sözünü

söyledikten sonra kendisinde nübüvvet şartları olgunlaşıncaya kadar peygamberlik davasını

açıklamamıştır. Hz. Îsâ’nın “Allah beni nebi kıldı” (Meryem 19/30) sözü, Hz. Peygamberin

“Adem su ile çamur arasında iken ben nebi idim” sözü gibidir. Hz. Peygamber bununla

nübüvveti bilfiil kabul ettiğini ve buna ehil olduğunu kastetmiştir. Dolayısıyla Hz. Îsâ’dan

hikaye edilen bu sözün anlamı “Allah Taalâ, beni beşikte olduğum halde peygamberlik için

ehil ve hazır kıldı” şeklindedir. Hz. Peygamberin sözünün anlamı ise, “Ben Adem’in (a.s.)

yaratılmasından önce nübüvvete hazır kılınmıştım” şeklindedir. Bu istitaat, latif bedeninden

önce yaratılmış olan mübarek ruhunda vardı. (bk. Risâle s. 144)

53 Âmidî, Ebkârü’l-efkâr, vr. 509a; Îcî, el-Mevâkıf, III, 339.

54 İbn Kemâl, bu konuda şu açıklamayı yapmıştır: Mûcizenin gecikmesine yani peygamberlik

davasının ortaya konulmasından sonra mûcizenin zuhûrunun gecikmesine gelince, eğer bu

gecikme normal sayılan kısa bir zaman olursa, nübüvvete delâleti hususunda her hangi bir

tartışmaya gerek olmaksızın mümkündür. Eğer uzun bir zaman olursa, örneğin bir kimse

“Benim mûcizem bir ay sonra şöyle olmasıdır” derse ve bu da belirtilen zaman içinde

gerçekleşirse, bu olay da tartışmasız bir şekilde mûcizedir. Fakat bu tarzda meydana gelen

mûcizenin şekli hususunda ihtilaf edilmiştir. Buradaki i‘câz, vukuundan önce peygamberin

gaybden haber vermesidir, denilmiştir. (Risâle, s.144)

55 Risâle, s. 144.



4- Mûcizenin Delâleti

Kemâl Paşazâde, mûcizenin delil oluş şeklini açıklarken, belirtilen

özelliklere sahip bir olayın mûcize olduğunu ve bu olayın akabinde Allah’ın

peygamberin doğruluğuna dair insanların zihinlerinde zorunlu bir bilgi

yaratacağını belirtmiştir. Bu itibarla o, mûcizenin peygamberin doğruluğuna dair

zorunlu bilgi56 ifade ettiği kanaatindedir.57

Kemâl Paşazâde, mûcizenin aklî delil58 olmadığını söylemiştir. Çünkü

mûcizenin delâlet şekli, fiilin failin varlığına delâleti veya failden sadır olan şey

sebebiyle fiilin mükemmel ve sağlam yapılmış olmasının fâilin âlim olmasına

delâleti gibi sırf aklî bir delâlet değildir. Zira aklî deliller aslında delil oldukları

şeyle bağlantılıdır. Mesela, göklerin yarılması, yıldızların saçılması ve dağların

dümdüz olması gibi olağanüstü hadiseler dünyanın parçalandığı ve kıyâmetin

kopması anında vaki olacaktır. Halbuki bu hadiseler, her ne kadar olağanüstü

iseler de mûcize değillerdir.59

Müellife göre mûcizenin delâlet şekli sem‘î bir delâlet60 de değildir. Zira

doğruluğunu henüz mûcize vasıtasıyla ispat edememiş olan bir kimsenin dinî

referanslar kullanarak Allah elçisi olduğunu ispata çalışması, muhataplarını

dinen ve aklen sorumlu tutabilmesi için yeterli değildir. Bu itibarla mûcize sem‘î

bir delil olamaz.61 O halde İbn Kemâl’e göre, mûcizenin peygamberin doğru

56 Zorunlu bilgi (‘ilm zarûrî), fazla düşünmeden, delile baş vurmadan, kendiliğinden ve

kaçınılmaz bir şekilde meydana gelen bir bilgidir. Buna bedîhî bilgi de denir. (bk. Cürcânî,

Ta‘rifât, s.43; Tehânevî, Keşşâf, I, 158; Topaloğlu, Kelâm İlmi Giriş, ss. 70-71)

57 Risâle, ss. 145-146.

58 Aklî delil, kendi varlığından dolayı delil olur ve zatı itibarıyla delil olduğu şeyle irtibatlıdır. Bir

fiilin varlığının onu yapan bir failin varlığına delil olması böyledir. (bk. Âmidî, Ebkârü’l-efkâr,

vr. 510a.)

59 bk. Risâle, s.145; krş. Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, III, 348.

60 Sem‘î delil, peygamberlik iddiası mûcize vasıtasıyla kanıtlanmamış bir kimsenin dinî

referanslar kullanarak doğruluğunu ispata çalışmasıdır. Kelâmcıların genel kanaatine göre,

nübüvvetin ispatı konusunda sem‘î delilin geçerliliği yoktur. Bunlar ancak mucizelerin

zuhurundan sonra anlam kazanırlar. (bk. Âmidî, a.g.e., vr. 510a-b; İbn Rüşd, el-Keşf, ss.111-

112.)

61 Risâle, s.145.



sözlü olduğuna delil oluşu, normal /âdî bir delâlettir.62 Ona göre, gerekli şartları

haiz bir hârikulâde olayın ancak peygamberden zuhûr edebileceği hususu âdete

dayalı olarak bilinebilir.63

Müellif, mûcizenin delâletiyle alakalı olarak idlâl64 meselesine de değinerek

Allah’ın yalancı bir kimsenin elinde hârikulâde bir olayı yaratmaya muktedir

olduğunu, ancak peygamberlik iddiasıyla birlikte böyle bir hârikulâdenin asla

meydana gelmeyeceğini belirtmiştir. O, bu durumu şöyle izah eder: Mûcize,

Allah’ın, nübüvvet iddiasında bulunan kimsenin doğruluğunu kendisiyle

kastettiği bir hârikadır. Mûciz olan hârikulâde üzerinde düşünen ve bu olayın

ancak zikredilen özelliklerle mûcize olacağını bilen kimse, söz konusu

hârikulâde olayın peygamberin doğruluğunu tasdik ettiğini anlar.”65 Çünkü

Allah, peygamberlik iddiasında bulunan sahtekarlara asla bu tür fırsatlar vermez.

Kemâl Paşazâde risâlesinin özetini şu cümlelerle verir: “Mûcize,

peygamberlik iddia eden kimsenin elinde, inkarcıları muarazadan âciz bırakacak

şekilde zuhûr eden bir hadisedir. Bu hadisenin alışılmış olmayan (leyse bi-mu‘tâd)

bir tarzda zuhûr etmesi ya da alışılmış (mu‘tâd) olan şeyden alıkoymak şeklinde

olması eşittir. Nübüvvet davasında nebinin doğruluğunu bilmenin yolu bu

kişinin elinde mûcizenin zuhûr etmesiyle mümkündür. Bu ise, hârikulâde ve

iddiaya uygun olarak alışılmış olmayan bir şeyi yapmak ya da alışılmış bir şeyi

yapmaktan alıkoymaktır.”66

62 Mûcizenin âdete dayalı bir delil olmasından maksat, peygamberin isteği üzerine meydana

gelen olayın her hangi bir araştırma ve incelemeye gerek duymadan kendi doğruluğunu ispat

etmek üzere gerçekleştiğinin tabiî seyir içerisinde anlaşılmasıdır. Bir kimsenin yüzünün

kızarmasından onun utandığı, korku tezahürleri gösteren birinin korttuğu bu hallerinden nasıl

normal olarak anlaşılıyorsa, mûcizenin zuhûrunun akabinde nebinin doğruluğunun bilinmesi

de böyledir. (bk. Teftâzânî, Şerhu’l-‘Akâid, s.166; a.mlf., Şerhu’l-Mekâsıd, V, 17-19. Ayrıca krş.

Îcî, el-Mevâkıf, III, 340-341; Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, III, 348-349.)

63 Risâle, s.145-146.

64 Ehl-i sünnete göre idlâl, Allah’ın kulda dalâleti yaratması; Mûtezileye göre ise, dalâleti

kendinde halk eden kulu Allah’ın “sapık” diye isimlendirmesidir (Topaloğlu, Matüridiye

Akaidi, s.199) Nübüvvet konusunda idlâl ise, yalancı peygamberin elinde insanları şüpheye

düşürecek tarzda Allah’ın bazı olağanüstü hadiseler yaratması anlamındadır.(Bulut, a.g.e.,

ss.43-55)

65 Risâle, s.147.

66 Risâle, ss. 147-148.



III- DEĞERLENDİRME

Adından da anlaşılacağı üzere bu risâlede, mûcizenin hakikati, şartları ve

peygamberliğe delil oluş şekli tartışılmaktadır. Mûcize meselesi, şüphesiz

nübüvvetin en önemli konusudur. Genel olarak kelâmcılar, mûcizelerin

peygamberliğin zorunlu bir parçası olmadığını kabul etmekle beraber,

nübüvvetin ispat edilebilmesi için dinen ve aklen gerekli olduğu

kanaatindedirler.67 Çünkü insaf ve iz’an sahibi kimseler için peygamberin doğru

sözlü olduğunu anlamak için onun şahsı, sözü ve eylemleri yeterlidir. Ancak,

inkarda ısrar eden kimseleri dinen sorumlu tutabilmek için mûcizevî bir delilin

ortaya konulmasına gerek vardır.68 Bu itibarla peygamberliğin, dolayısıyla vahyin

ispat delili olan mûcizelere ayrı bir önem verilmiştir. Bir olayın peygamberlik

delili sayılabilmesi için hangi özellikler taşıması gerektiği, bunların şekil ve

mahiyetleri, peygamberliğin doğruluğuna delil oluş tarzı ve benzeri konular

ayrıntılı bir şekilde tartışılmıştır. Bir Osmanlı düşünürü olan Kemâl Paşazâde

de, bu risâlesinde, mûcize tartışmalarının girift konularını ele almış, döneminin

klasik kelâm eserlerini değerlendirip zaman zaman tenkit etmekten geri

kalmamış ve kendi kanaatlerini ortaya koymuştur.

Müellif, mûcizenin mahiyeti, özellikleri, delâleti ve benzeri konulara yer

vermesine rağmen kelâmcıların mûcize kelimesini seçip terimleştirmelerinin

sebebine hiç değinmemiştir. Bize göre, “Niçin mûcize terimi?” şeklindeki

soruya verilecek cevap meselenin anlaşılması açısından önem arz etmektedir.

Çünkü mûcize terimi Kur’an’da ve hadislerde geçmemektedir. Yukarıda da

ifade edildiği üzere Kur’an’da, peygamberlerin doğruluklarını gösteren delillere

işaret etmek üzere âyet, beyyine,burhân, sultân... gibi terimler kullanılmıştır.

Hadislerde de durum böyledir. Ayrıca kelâm literatürü incelendiğinde mûcize

teriminin ilk defa III. asrın sonlarında kullanıldığı, IV ve V. asırlarda yaygınlaşıp

genel kabul gördüğüne şahit olmaktayız. Bu itibarla kelâmcıların Kur’ânî

terimlerle yetinmeyip mûcize kelimesini terimleştirmelerindeki sebepleri iyi

tahlil etmemiz gerekir. Klasik kelâm kaynaklarında konunun bu yönüne yer

67 Bulut, a.g.e., s.101 vd.

68 Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 468-469; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Mu ‘temed, ss.155-156.



verilmemesini ve aynı durumun sonraki eserlerde de devam ettirilmesini bir

eksiklik olarak değerlendiriyoruz.

Kemâl Paşazâde’ye göre mûcizenin rüknü, peygamberlik iddiasında

bulunan kimsenin inkarcıları âciz bırakmasıdır. Peygamber, bunu, hârikulâde bir

olayla yapabileceği gibi, sıradan bir fiili yapmaktan insanları alıkoymak suretiyle

de yapabilir. Her iki durumda da insanların peygamber karşısında âciz kalmaları

söz konusudur. Ona göre “âciz bırakma” özelliği, bütün mûcizelerin müşterek

vasfıdır.

Kemâl Paşazâde, mûcizelerin vukuuyla alakalı olarak “sâdır olma” ve “zâhir

olma” şeklinde yeni bir anlayış ortaya koymuştur. Ona göre, -inşikâk-ı kamer

mûcizesinde olduğu gibi- bazı mûcizeler hem sudûr hem de zuhûr bakımından

peygamberden meydana gelirken, bazıları da – Kur’an mûcizesinde olduğu gibipeygamberden

sadece zuhûr etmişlerdir. Bu yaklaşımıyla o, mûcizelerin

oluşumunda peygamberlerin fiilî katkılarına işaret etmiştir. Özellikle hissî

mûcizelerin meydana gelmesinde peygamberlerin fiilî bir katkılarının olduğu

görülür.

Müellif, alıkoyma (men‘î) şeklindeki mûcizelere önem vermiştir. Diğer

kelâmcılardan farklı olarak ona göre, Hz. İbrahim’i ateşin yakmaması olayı

men‘î bir mucizedir.69 Çünkü bu mûcizede bir fiili meydana getirme şeklinde

subûtî bir durum değil, devam etmekte olan bir fiili sona erdirme şeklinde selbî

bir durum söz konusudur. Buradaki mûcizevî yön, ateşte, yakma kudretinin

yaratılmaması (adem-i halki’l-kudre)dir. Bu itibarla o, ateşten yakma özelliğinin

alıkonulmasına vucûdî bir anlam vererek bunun fiil kategorisinde

değerlendirilmesini isabetli bulmaz. Kemâl Paşazâde’nin men‘î mûcizelere

önem vermesi, mûcizenin tanımı ve tasnifi konularında bunlara vurgu yapması

mûcizenin hakikati ve özelliklerinin daha iyi anlaşılmasını sağlamaya yönelik

olduğu görülmektedir.

Kemâl Paşazâde, mûcizenin şartları konusundaki tasnifi oldukça orijinaldir.

O, bu şartları; mûcizenin rüknünün gerçekleşmesi için gereken şartlar ve

peygamberlik iddiasında bulunan şahsın iddiasındaki doğruluğuna delâleti için

gereken şartlar şeklinde iki bölümde değerlendirmiştir. Mûcizenin hakikati

69 Risâle, s.139.



inkarcıları âciz bırakmak olduğuna göre, bu durumda mûcizenin hârikulâde

olması tabiî olarak zorunludur. Buradan hareketle Kemâl Paşazâde, hârikulâde

olma özelliğini, mûcizenin rüknünün tahakkuku için gerekli olan bir şart olarak

görmüş ve ayrıca peygamberin doğruluğuna mûcizenin delil oluşu için gerekli

olan şartlar arasında zikretmemiştir. Böyle yapanların da gereksiz bir tekrar

yaptıklarını belirtmiştir. Diğer taraftan, mûcizenin peygamberin doğruluğuna

delil oluşu için zikrettiği şartlar, kelâmcıların zikrettiği şartlarla benzerlik

göstermektedir. Kemâl Paşazâde, bu şartları; mûcizenin iddiaya uygun bir

şekilde meydana gelmesi, peygamberi yalanlamaması, onun elinde zuhûr etmesi,

peygamberlik iddiasından önce vuku bulmaması ve ilâhî bir fiil olması şeklinde

önem sırasına göre zikretmiştir. Kelâmcılar, hem mûcizenin şartlarının sayısı

hem de bunların öncelik sırası konusunda farklı kanaattedirler. Mesela,

kelâmcıların ekseriyeti “mûcizenin ilâhî bir fiil olmasını” ilk şart olarak

zikrederken, onun olağanüstü bir şekilde zuhur etmesini de ikinci şart olarak

saymışlardır.70

Kelâm kaynaklarında mûcizenin nübüvvete delil oluşu hususunda; sem‘î,

aklî, âdî/normal, vaz‘î şeklinde farklı kanaatlerin ortaya konulduğu

bilinmektedir. Kemâl Paşazâde, mûcizenin hârikulâde olması, tehaddiyle birlikte

iddiaya uygun bir şekilde zuhûr etmesi gibi temel özelliklere dikkat çektikten

sonra, bu şartlar çerçevesinde meydana gelen bir mûcizenin peygamberin

doğruluğuna delil oluşunu normal/âdî bir delâlet olarak kabul etmiştir. O, bu

yaklaşımıyla daha ziyade Eş‘arîlerin kanaatini paylaşmıştır. Çünkü Eş‘arîlerin

genel kanaatine göre mûcize, aklî bir delil olmayıp, âdete dayalı bir delildir.71

Kelâmcılar, peygamberin doğruluğunun bilinmesinde mûcizelerin ne tür

bilgi ifade ettiğini tartışmışlardır. Bazı kelâmcılar, mûcizenin istidlâlî bilgi ifade

ettiğini söylerken, bazıları da bunun zorunlu bilgi ifade ettiğini ileri

sürmüşlerdir. Kemâl Paşazâde, genelde Eş‘arî kelâmcılarının tercih ettiği gibi,

mûcizenin zorunlu bilgi ifade ettiği kanaatindedir. Zaten müellifin yararlandığı

kelâm kaynakları da Eşariyye ekolüne aittir. Kullandığı bazı terimler de böyledir.

70 Mûcizede bulunması gereken özellikler konusunda mukayeseler yapmak ve detaylı bir bilgi

edinmek için bk. Bulut, Mûcize ve Peygamber, ss.43-55.

71 bk. Âmidî, a.g.e., vr. 510a; Îcî, el-Mevâkıf; III, 340-341.Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, V, 17-19.



Bu durum Osmanlı medreselerinde genellikle Eş‘arî kelâm eserlerinin

okutulmasıyla yakından alakalıdır.



KAYNAKÇA

Ahmet Uğur, Kemâlpaşa-zade Kemâl Paşazâde, Ankara 1996.

Âmidî, Seyfeddin Ali b. Muhammed, Ebkârü’l-efkâr, Süleymâniye ktp., no. 747.

(vr.505a-526a)

Azam-zâde Cemil, Ukûdu’l- cevâhir fî terâcimi men lehüm hamsûne tasnîfen fe mietu fe-ekser,

Beyrut 1326.

Bağdâdî, Abdülkâhir b. Tâhir et-Temîmî, Usûlü’d-dîn, (nşr. Heyet), Beyrut 1981.

Bâkıllânî, Ebû Bekir Muhammed b. Tayyib, el-Beyân ‘ani’l-fark beyne’l-mu ‘cizât ve’l-kerâmât

ve’l-hiyel ve’l-kehâne ve’s-sihr ve’n-nârincât, (nşr. Richard J. Mccarthy), Beyrut

1958.

Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1985.

Bulut, Halil İbrahim, Kur’an Işığında Mûcize ve Peygamber, İstanbul 2002.

Cahız, Hücecü’n-nübüvve, (nşr. Abdüsselam Harun), III, 221-281, (Resâilü’l-Cahız içinde),

Mısır 1979

Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, (nşr. Abdürrahmân ‘Umeyre), I-III, Beyrut 1417/1997.

Cüveynî, İmâmü’l-Harameyn Abdülmelik, el-‘Akîdetü’n-nizâmiyye. , MÜİFV.Yay.,

İstanbul, ts.

----------, el-İrşâd ilâ kavâti‘i’l-edille fî usûli’l-i‘tikâd, (nşr. Yusuf Mûsâ- Abdülmun‘im

Abdülhamîd) Kahire 1950.

Ebû Mansur el-Ezherî, et-Tehzîbü’l-lüğa, (nşr. Abdüsselâ Hârûn- Muhammed Ali en-

Neccâr), I-XV, Kahire 1964-1967.

Ebû Ya‘lâ, el-Ferrâ, Kitâbu’l-Mu‘temed fi usûlü’d-dîn, (thk. Vedi’ Zeydan Haddad), Beyrut

1974.

Fahreddin er-Râzî, , el-Erba‘în fî usûli’d-dîn, (nşr. Ahmed es-Seka), I-II, Kahire 1986.

Franz Babinger, “Kastallânî”, İslâm Ansiklopedisi, VI, 339.

İbn Fûrek, Ebû Bekr b. Muhammed, Mücerredü makalâtü’ş-Şeyh Ebi’l-Hasan el-Eş‘arî,

(nşr. Daniel Gımaret), Beyrut 1987.

Kemâl Paşazâde, Resâilü Kemâl Paşazâde, (nşr. Ahmed Cevdet Paşa), İkdam Matbaası,

İstanbul 1316.

İbn Rüşd, el-Keşf ‘an menâhici’l-edille fi ‘akâ’idi’l-mille, (nşr. Heyet), Beyrut 1402/1982.

(Felsefetü İbn Rüşd içinde)

İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist fî ahbâri’l-‘ulemâ’i’l-musannifîn mine’l-kudemâ’ ve’l-muhaddisîn ve

asmâ’i kütübihim, (nşr. İbrahim Ramadan), Beyrut 1415/1994.

Îcî, Adudiddin Abdurrahman bin Ahmed, el-Mevâkıf fî ‘ilmi’l-kelâm, I-III, Beyrut

1417/1997.

İlyas Üzüm, “Hatibzâde Muhyiddin Efendi”, DİA, XVI, 463-464.

İsmail Paşa, Bağdâdî, Hediyyetü’l-‘arifîn esmâ’ü’l-müellifîn ve âsâru’l-musannifîn, I (nşr

Muallim Rıfat-İbnülemin Mahmud Kemal), II (nşr. İbnülemin Mahmud

Kemal-Avni Aktuç), İstanbul 1951-55.

İsmet Parmaksızoğlu, “Kemâl Paşazâde”, İslâm Ans., IX, 561-566.

Kehhâle, Ömer Rızâ, Mu‘cemü’l-müellifîn terâcimü musannifi’l-kütübi’l-‘arabiyye, I-IV, Beyrut

1414/1993.

Mecdî, Mehmed, Şekâik Tercümesi, Taşköprizâde, Hadâiku’ş-Şekâik, (trc. Mehmed

Mecdî Efendi, nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1989.

Meşeddâllî, Nâsıruddin Ebû Ali, Şerhu’r-Risâle li’bni Ebî Zeyd el-Kayrevânî, (nşr. Halil

İbrahim Bulut), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, MÜSBE., İstanbul

1994.

Mustafa Akçay, “Bir Kelâm Problemi Olarak Nübüvvetin İmkânı”, SA.Ü. İlahiyat Fak.

Dergisi, 2001/3, ss.217- 246.

Mustafa Kılıç, İbn-i Kemâl, Hayatı, Tefsire Dair Eserleri ve Tesirdeki Metodu, Basılmamış

doktora tezi, Erzurum 1981.

Nesefî, Ebü’l-Muîn, Tebsıratü’l-edille fî’l-kelâm, (nşr. Claude Salame), I-II, Dımaşk 1990-

93.

Nihal Atsız, “Kemâlpaşa-Oğlu’nun Eserleri”, Şarkiyat Mecmuası, İstanbul 1966, sy. IV,

ss. 71-112; sy. VII, ss. 83-135.

Sâbûnî, Ebû Muhammed Nureddin Ahmed b. Mahmûd, el-Bidâye fî usûli’d-dîn, (nşr.

Bekir Topaloğlu), Dımaşk 1399/1979.

Sayın Dalkıran, Kemâl Paşazâde ve Düşünce Tarihimiz, İstanbul 1997.

Selahattin Yıldırım, Osmanlı İlim Geleneğinde Edirne Darûlhadîsi ve Müderrisleri,

İstanbul 2001.

Şamil Öçal, Kemâl Paşazâde’nin Felsefi ve Kelâmi Görüşleri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara

2000.

Şehristânî, Nihâyetü’l-ikdâm fi ‘ilmi’l-kelâm, (nşr. Alfred Guillaume), Oxford 1934.

Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1986.(Adına

düzenlenen bir sempozyumda sunulan tebliğlerden oluşmaktadır.)

Taşköprizâde, eş-Şakâ’ıku’n- nu‘maniye fî ‘ulemâi’d-devleti’l-Osmâniyye, (nşr. Ahmet Suphi

Furat), İstanbul 1985.

Teftâzânî, Sa‘deddin Mes‘ûd b. Ömer, Şerhu’l-‘Akâ’id, Bahar Mat., İstanbul 1973.

-----------, Şerhu’l-Makâsıd, (nşr. Abdurrahmân ‘Umeyra), I-V, Beyrut 1409/1989.

Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali, Keşşâfü ıstılahâti’l-fünûn, I-II, İstanbul 1404/1984.

Topaloğlu, Bekir, Kelâm İlmi Giriş, İstanbul 1988.

----------, Mâtürîdiyye Akaidi, Ankara 1979.

Tûsî, Hoca Nasuriddin, Tecrîdü’l-i‘tikâd, (nşr. M.Cevad el-Hüseynî), y.y., 1407/1986.

Yekta Saraç, Şeyhu’l-İslâm Kemâl Paşazâde Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Bazı Şiirleri, İstanbul

1995.

Ziyaret -> Toplam : 125,27 M - Bugn : 28848

ulkucudunya@ulkucudunya.com