Seyyid Kutub
Prof. Dr. Mesut Erdal 01 Ocak 1970
Düşünce ve aksiyon insanı, bazen vefalı bir vatan evlâdı, bazen düşünce buudlu bir hareket insanı, bazen bir ilim âşığı, bazen dâhi bir sanatkâr, bazen bir devlet adamı, bazen de bunların hepsidir.
Seyyid Kutub’un (ö.1966) hayatına geçmeden evvel, onun yaşadığı dönemin siyâsî, ictimaî ve edebî ortamına kısaca göz atmak faydalı olacaktır. Çünkü bir düşünür ve edip, bir bakıma neşet ettiği cemiyetin aynası ve eseridir. Ayrıca içinde bulundukları siyasî, kültürel, ekonomik ve sosyal şartları etkiledikleri kadar kendileri de etkilenmişlerdir.
Mısır, diğer pek çok İslâm ülkesi gibi, Osmanlı’nın gerilemesi ve inhitatı sonrası gelen kötü yöneticiler sebebiyle, önce Fransız, sonra da İngiliz emperyalizminin ülkede uzun süreli kültürel dejenerasyonuna maruz kalmış olan bir ülkedir. Burada bir dönem Fransa toplum mühendisliği yapmış; buna mukabil eşitlik, adalet ve bağımsızlık isteyen Mısırlılar, yönetime karşı birçok isyan ve halk hareketlerine girişmişlerdir. Meselâ Ahmed Urâbî (ö.1914) isyanı bunların başında gelir. Mısır, bu hâdiseden sonra İngiliz emperyalizminin kontrolüne girer ve ülkede parlamenter rejime son verilir. Ordu, İngiliz subay ve yöneticilerinin gözetimi altında yeniden düzenlenir. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler, Hidiv Abbas’ın iktidarına son verip Mısır’ın Osmanlı İmparatorluğu ile bağlarını kesince halkta ve siyasî çevrelerde ciddi infiale sebep olurlar.
1917’de Kral Fuad’ın başa geçmesinin akabinde, halk 1919 yılında bazı sebeplerle ayaklanır. Halkın ayaklanması karşısında İngilizler, tutuklu olan Sa’d Zağlûl ve arkadaşlarını serbest bırakırlar. 1920 yılından itibaren İngilizlerle parlamenter hayata geçiş konusunda bir dizi görüşme yapılır ve parlamenter hayata izin verilir ve daha sonra Sa’d Zağlûl başkanlığındaki el-Vefd Partisi iktidara gelir. Ama İngilizler ülkeyi fiilen yönetmeye devam ederler. Buna karşı tepkilerin sürmesi üzerine İngilizler, hükümeti de parlamentoyu da feshederler. Bu açık müdahale karşısında siyasî partiler ve diğer cemiyetler, sömürüye karşı işbirliği yapmayı kararlaştırırlar. 1927 yılında siyasî partiler emperyalizme kaba kuvvetle karşılık verme konusunda anlaşırlar. Her yerde çatışmalar başlayınca, İngilizler, olaylardan Vefd Partisi’ni sorumlu tutarak yöneticilerini tutuklarlar.
1930–1935 yılları arasında Mısır’da öğrenci hareketleri meydana gelir. Bu eylemler karşısında İngilizler bağımsızlık için müzakerelere yanaşmak ve ülkenin bir ölçüde bağımsızlık hakkını tanımak zorunda kalırlar.
1936 yılındaki bu olumlu gelişmeden sonra halk biraz rahat nefes alır. Ne var ki, İngilizlerle yapılan antlaşmada, ülke aleyhinde birçok madde vardır. Antlaşmaya göre, İngilizler, Süveyş Kanalı bölgesinde on binden fazla asker ve hava gücü bulundurmak, savaş durumunda ülkenin liman ve sahillerini kullanmak gibi haklara sahiplerdir.
Diğer taraftan 1949 yılında tahliye edilen Hasan el-Bennâ, aynı yılın şubat ayında faili meçhul bir cinayete kurban gider. Anarşik olayların yayılması üzerine, Kral Faruk, İngilizlerle işbirliği yaparak ülkede sıkıyönetim ilân eder. Bütün halk güçleri yerli ve yabancı emperyalizme cephe alır ve ülke 1951 yılında tam bir kaos ortamı içine girer.
Bu karışık duruma ve krallık yönetimine son vermek için, 23 Temmuz 1952 tarihinde, ordunun “Hür subaylar” olarak bilinen bir kanadı tarafından ihtilâl yapılır. Darbeden sonra Tümgeneral Muhammed Necib devlet başkanı olur. Ancak iki yıl sonra Cemal Abdünnasır yönetime el koyarak Necib’i görevden uzaklaştırır. Abdünnasır dönemi tam bir dikta ve zulüm dönemidir. Abdulkadir Udeh ve Seyyid Kutub başta olmak üzere çok sayıda Müslüman ilim adamı ve düşünür onun zamanında idam edilmiştir.
Fikrî, İctimaî ve Edebî Durum
Asrımızın ilk yarısında Mısır, edebiyat çevrelerinin yoğun tartışmalarına da sahne olur. Tartışmacıların başında, Tâhâ Hüseyn, Muhammed Hüseyn Heykel, Ahmed Emin ve Abbas Mahmud el-Akkâd gibi şahsiyetler bulunmaktaydı. Eleştirilere karşı geleneklerini savunma durumunda bulunan muhafazakâr çevrelerin başında da Mustafa Sâdık er-Râfiî, Ahmed Zeki Paşa, Muhammed Ferit Vecdi, Mahmud Muhammed Şâkir ve Ali Tantavî gibi şahsiyetler vardır. Bu iki grup arasında, genellikle edebiyat konularına dâir, sözlü ve yazılı münakaşalar olurdu.
Genç kalemlerden olmasına rağmen Seyyid Kutub’un da bu tartışmalara coşkuyla katıldığı görülür. O, gençlik döneminde Abbas Mahmud el-Akkâd’ın yanında ve Mustafa Sâdık er-Râfiî’nin karşısında yer alır. Kutub’un makaleleri onların da yazdığı ünlü dergi ve gazetelerde yayınlanırdı. O, özellikle hocası el-Akkad’a toz kondurmazdı. El-Akkâd’ın Kutub üzerindeki etkisi, hayat boyu sürmez ve edebiyat hayatının ilk yıllarından öteye geçmez. Artık o, kendi üslûbunu bulmuş, bağımsız bir fikrî ve edebî ekolün temsilcisi olarak temayüz etmiştir.
HAYATI
Seyyid Kutub, 1906 yılında Mısır’ın Asyot iline bağlı Mûşe köyünde doğdu. Bu köye aynı zamanda “Şeyh Abdulfettah’ın beldesi” de denirdi.
Seyyid Kutub’un ailesi çok zengin olmamakla birlikte seçkin ve asildi; köy içinde de itibar, şeref ve ilim üstünlüğü ile tanınırdı. Devlet görevlileri, sürekli bu haneye gelip giderlerdi. Zaman zaman burada geniş yemek ziyafetleri verilirdi. Bütün köy halkı gelir, bu hanede Kur’ân okunurdu. Bu, senede birden fazla yapılırdı. Bunların küçük Seyyid’in ruhunda derin izler bıraktığı muhakkaktır.
Babasının adı, el-Hâc Kutub İbrahim’dir. Kutub İbrahim, mütedeyyin, cemaatle namaza devam eden ve Allah’la irtibatına önem veren biridir. Namazlara giderken Seyyid’i de yanında götürürdü. Seyyid, on yaşına bastıktan sonra namaza tek başına gitmeye başladı. Nitekim Seyyid Kutub, “Meşâhidü’l-kıyâme” adlı eserinin başında, bu eseri telifinde ve ruhunda ahiret duygusunun şekillenmesinde babasının büyük rolü olduğunu ifade eder.
Seyyid Kutub’un annesi köyde parmakla gösterilen bir ailedendir. Kutub’un dört kardeşi vardı; ikisi Ezher’de okumuştu. Dolayısıyla bu aile, hem dînî hem de ilmî bir saygınlığa sahipti. Dayılarından biri olan Ahmed Hüseyin Osman, Kahire’de oturur ve gazetecilik yapar, Ahmed el-Mûşî adıyla yazılar yazardı. Seyyid Kutub, öğrenim için Kahire’ye geldiğinde bu dayısının evinde ikamet etmiştir.
Dindar bir kadın olan annesi sabırlı ve cömertti. Yemek yapar, işçilere gönderir ve bu vesileyle Allah’a kurbiyet kazanmaya çalışırdı. Kur’ân dinlemeyi çok sever ve çok etkilenirdi. Seyyid Kutub ilk İslâmî eseri olan et-Tasvîru’l-fenniyyu fi’l-Kur’ân’ı annesine şu cümlelerle ithaf etmiştir:
“… Anneciğim! Beni bırakıp gittin. Şimdi hayalimde senin son hareketlerini canlandırıyorum: Evde radyonun başına oturmuş Kur’ân dinliyorsun, kalb ve basiretinle Kur’ân’ın maksatlarını ve inceliklerini anladığın, yüz hatlarından belli oluyor...”
Seyyid’in annesi, babasının ikinci eşi ve Seyyid Kutub da ailenin ilk erkek çocuğuydu. Bu sebeple onun üzerine çok titremişlerdi. Annesi devamlı ona büyük adam olmasını telkin ederdi. Bundan olsa gerektir ki Seyyid Kutub, çocukluğunda oyunlardan hep kaçınmıştır. Nitekim kendisi de bunu annesinden gelen telkinlere bağlar. Annesi, Kahire’ye yerleştikten bir süre sonra vefat etti (1940). Seyyid annesinin ölümü üzerine “Anneciğim” diye başlayan üç ayrı ağıt (mersiye) yazmıştır.
Seyyid Kutub’un dört kardeşi vardı. Biri kendisinden üç yaş büyük olan Nefîse’dir. Bu, onun diğer kardeşleri gibi kalem erbabı değildi. Seyyid Kutub, otobiyografi türündeki “Tıflun mine’l-karye”sinde, bu ablasından isim tasrih etmeksizin bahseder. Seyyid’in küçüğü Emine, edebî çalışmaları ile bilinir. el-Atyâfu’l-Erbaa adlı eserde önemli katkısı vardır. Diğer kardeşi Muhammed Kutub, İngiliz Dili’nin yanısıra pedagoji ve psikoloji bölümlerinden de formasyon almış, 1972’de Ümmü’l-Kurâ Üniversitesi’ne hoca olarak girmiştir. Yirmiye yakın eseri vardır. Hamide, en küçük kardeşidir. Seyyid Kutub, ondan eş-Şâtıu’l-Mechûl adlı eserinde söz etmiştir. Hamide’nin, el-Muslimûn ve el-İhvânu’l-Muslimûn dergilerinde makaleleri yayımlanmıştır.
Seyyid altı yaşına basınca (1912) ailesi ilkokula göndermeye karar verir. Seyyid, sekiz yaşlarındayken Kur’ân’ı ezberlemeye başladı. Üç yıl içinde muvaffak oldu ve Kur’ân’ı ezberledi.
Dikkatimizi çeken bir husus da Seyyid’in henüz ilkokulda iken şiir ve edebiyata olan merakıdır. Bir gün öğretmeni, ona, Sabit el-Cercâvî adlı bir şairin divanı ile Muhammed Beg el-Hudarî’nin bir kitabını verir, Seyyid Kutub da bu iki kitabı okur ve çok etkilenir. Kutub bu okulundan 1918’de mezun olur. Bundan sonraki tahsilini Kahire’deki dayısının yanında kalarak devam ettirecektir.
Seyyid Kutub, 1920’de Kahire’deki dayısının yanına gider ve orada bir yıldan fazla bekledikten sonra öğretmen okuluna kaydını yaptırır. Çünkü bu okula giriş için asgari on beş yaşını doldurmak gerekiyordu. Burada üç yıl okuduktan sonra ilkokul öğretmenliği diplomasını alır.
Öğretmen okulunda başarı gösterenlere, Dâru’l-ulûm Fakültesinin hazırlık sınıfına kaydolma imkânı veriliyordu. Seyyid de başarılı öğrencilerden olduğu için, buraya kaydını yaptırdı. Bu okulda hazırlıkla birlikte beş yıl okudu ve Arap Dili ve Edebiyatı lisans diploması alarak mezun oldu.
Seyyid, fakültede oldukça faal bir öğrenciydi. Özellikle de şair ve edipleri sert üslûpla tenkit etmesiyle dikkatleri üzerine çekerdi. Bunun sebebi, ondaki edebî zevk ve bundan daha önemlisi de felsefî konulara olan ilgisidir. Ahmed Şevkî (ö.1932) ve Mustafa Sâdık er-Râfiî (ö.1937) onun tenkit ettiği şahsiyetlerdendir. Fakülte yıllarında Kutup gazete ve dergilere de yazı gönderirdi. Mezun olduktan sonra ‘Dâru’l-ulûm Cemiyeti’nin kurulmasına iştirak eder. Bu cemiyet Mecelletü dâri’l-ulûm adıyla üç ayda bir yayımlanan bir dergi çıkarmaya başlar. Seyyid Kutub da bu dergide birçok makale yazar.
Kutub, Dâru’l-ulûm’dan mezun olduktan hemen sonra Maârif Bakanlığı’na bağlı okullarda öğretmenliğe başlar. Yaklaşık altı sene çeşitli okullarda görev yaptıktan sonra bakanlığa geçer. Burada bir süre Kültür Müdürlüğü gözetiminde Arapça dili uzmanı olarak çalışır. Daha sonra, tercüme ve istatistik dairesine atanır. Dört yıl burada çalışmasının ardından, ilk öğretim müfettişliğine getirilir. Bir yıl sonra Kültür Genel Müdürlüğü bünyesine tekrar alınır. 1948 yılı sonlarına kadar burada çalışır. Aynı yıl, bakanlıktaki plânlamacıların organizesiyle, uzman bir heyetle birlikte eğitim ve metotları üzerinde araştırmalarda bulunmak üzere ABD’ye gider. Seyyid Kutub, burada yaklaşık iki yıl kalır, ülkesine 1950 yılının 8. ayında döner. Döndüğünde, hükümetin beklediği Seyyid Kutub’dan ziyade, Batının tuttuğu yolu eleştiren ve Batı hayranlarını kınayan bir Seyyid Kutub karşılarına çıkar. Bilhassa Maarif Vekili İsmail el-Kabânî’yi çok eleştirir. Nihayet Maarif Vekâleti’nin fikirlerini açıklamasına engel olmak istemesi üzerine, 1952 yılında bakanlıktaki görevinden de ayrılır.
Bakanlığa istifasını sunar, ama bakan, istifasından dönmesi için onu ikna etmeye çalışır; hattâ dilekçesini bir yıl işleme koymaz. Fakat ısrar edince, bakan istemeyerek de olsa istifayı Bakanlar Kurulu’na sunar. Seyyid Kutub’un istifası, Bakanlar Kurulu’nun 13.1.1954 tarihli kararıyla, dilekçesini verdiği gün olan 18.10.1952 tarihinden itibaren kabul edilir.
Kutub, çalışma hayatında sıradan bir görevli olmamış, eğitim ve öğretimle ilgili teklifler getirerek aktif bir memur olmuştur. Özellikle de Amerika’dan dönüşünden sonra birkaç teklif ve bunlarla ilgili gayret gösterdiği sabittir. Ancak getirdiği teklifler o zamanın siyasî otoritelerini eleştirerek sunulduğu için bir anlamda sürgün sayılabilecek tayinlerle pasifize edilmiştir.
Zamanın yöneticilerinin tepkisini çeken Seyyid Kutub, maalesef en sonunda, yönetimi devirmek ve o günün devlet başkanını öldürmeyi plânlama ithamıyla yargılanır; hakkında verilen idam hükmü de 02.08.1966 gecesi infaz edilir ve bir İslâm şehidi olarak Hakk’a yürür.
Seyyid Kutub, idam kararından sonra kendisini ziyaret için gelenlere, “Üzülmeyin, rüyamda Rasûlullah’ı gördüm, beyaz bir at üzerindeydi. ‘Sen üzerine düşeni yaptın, şehitlik sana kutlu olsun’ dedi.” diyerek ihlâs, samimiyet ve Allah’a olan teslimiyet ve bağlılığını ifade etmiştir.
Seyyid Kutub’un İlmî ve Edebî Şahsiyeti
Seyyid Kutub, 20. asrın 2. çeyreğinde Mısır’ın yetiştirdiği önemli bir mütefekkir ve edîplerinden, muasır Arap edebiyatının da en bariz üç dört şahsiyetinden biri olarak kabul edilen bir İslâm âlimi ve mütefekkiridir.
Abbas Mahmûd el-Akkad’ın bir bakıma öğrencisi ve muhiplerinden olmasına mukabil, hür düşünmesini engelleyen her şeyden kurtulmaya çalışmıştır. Her şeyden evvel o, bir insan ve Müslüman olarak ahlâk ve davranışlarıyla çok hassas ve şefkatli biriydi. İnancına ve davasına hizmet için elinden gelen her çareye başvurmuş ve her türlü sıkıntıya katlanmıştı. İnançlarından ve hak bildiklerinden taviz vermeyi hiç düşünmedi. Yazdığı kitapları önce güvendiği yakınlarına okur, görüşlerini alır ve değiştirilmesi gereken yerler olursa ısrar etmeden değiştirirdi. İhlâs ve samimiyet onun en mümtaz özelliklerindendi. Gözü pek ve sıkıntılara göğüs geren bir karaktere sahipti. Samimiyet ve fedâkârlıkla çalışıldığı takdirde birçok şey yapılabileceğine ve başarılabileceğine inanırdı.
Seyyid Kutub ve eserleri üzerinde yirmiye yakın kitap yazan ve bir bakıma Seyyid Kutub uzmanı denilebilecek bir yazar olan Salah Abdulfettah el-Hâlidi, onun İslâmî hayatını ve ilmî şahsiyetini beş kısımda incelemiştir:
İslâmî bir vasatta doğup büyümesi, Kahire’ye gidip İslâmî kültüre yabancılaşması, dînî hakikatlerde şüphe ve tereddütle geçen fetret dönemi. Kur’ân’a yönelmesi ve onu edebî maksatlar için incelemesi ve Kur’ân’ın onda tesir uyarması ve onu imânî kemâlâta yükseltmesi.
Seyyid Kutub’un 1925–1940 yılları arasında yaşadığı fetret dönemi, Batı’nın materyalist felsefesini okuyarak geçirdiği ve çokları tarafından bilinmeyen inişli çıkışlı bir dönemdir. Bu dönem zarfında İslâmî eserlerle hiç meşgul olmamıştır. 1940’ı takip eden ilk yıllarda Kur’ân’ı sadece edebî açıdan incelemiş ve et-Tasvîr’ul-Fenniyyü fi’l-Kur’ân’ı telif etmiştir.
Onu fikri bunalıma götüren âmillerin başında, bir dönem felsefeye çokça dalmasıdır. Bunu daha sonra kendisi şu cümleleriyle itiraf edecektir: “Bu satırların yazarı, yaşadığı kırk sene boyunca başka vadilerde gezip dolaşmış, sonra da düşünce dünyasının gerçek dinamiklerine dönmüş bir kişidir. Ömrümün kırk yılını orada geçirdiğimden pişman değilim; çünkü o dönemde cahiliyyeyi bütün yönleriyle tanıdım.”
Seyyid Kutub, ilk dönemde daima şikâyet eden, sorular sorup cevap aramaya çalışan, hayret ve endişe içindeki bir ruh hâletine sahipti. Küçüklüğünde almış olduğu fazilet ve değer ölçüleri ile batı düşüncesi arasında rahatsız edici bir çelişki yaşadı ama, onun fıtrat ve vicdanı bu fikrî girdap içinde bozulmadı ve kaybolmadı.
Sosyalizmi savundu mu?
Bazıları onun yazdığı el-Adâletü’l-ictimâiyye fi’l-İslâm (İslâm’da Sosyal Adalet), Ma’reketü’l-İslâm ve’r-re’simâliyye (İslâm-Kapitalizm Çatışması) ve es-Selâmü’l-Âlemî ve’l-İslâm (Dünya Barışı ve İslâm) adlı kitaplarında, ilk bakışta sosyalist tesir altında yazıldığı intibaı uyandıracak ifadeler bulunduğundan hareketle, sosyalizmi savunmuş olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakat onu en yakından tanıyanlardan biri olan kardeşi Prof. Muhammed Kutub, böyle bir iddiayı tamamen reddederek şöyle cevap verir:
“O günlerde Mısır, komünizm tehlikesi ve tehdidi altında idi. Komünistler genç beyinlere seslenmeye çalışıyordu. Seyyid Kutub, bu eserleri yazarak komünizme ihtiyacın bulunmadığı, komünistlerin yapmak istediği şeylerin daha mükemmel şekliyle İslâm’da bulunduğunu belirtmek istemiş ve komünizmin sahte maskesini indirmiştir.” Ona göre Seyyid Kutub, komünizm ve sosyalizm gibi, kapitalizme de karşıdır. Sadece kapitalizmin çirkinliklerini ortaya çıkarmak ve İslâm’la uyuşmadığını belirtmek için Ma’reketü’l-İslâm ve’r-re’simâliyye adlı kitabını telif etmiştir.
Kutub hakkında onun dinde reform düşüncesinde olduğunu ileri sürenler de görülmüştür. Fakat o, bizzat hayatta iken bu hususa şu ifadeleriyle açıklık getirmiştir:
“Bazı Müslümanların zannettiği gibi biz İslâm’ın bir reforma ihtiyacı olduğuna inanmıyoruz. Zîrâ her şeyden evvel İslâm, kendi bünyesinde tam ve mükemmeldir. Bizim yapmamız gereken şey, eksik anlayışımıza, gaflet ve tembelliğimize bir çözüm bularak din karşısındaki tavrımızı ve durumumuzu düzeltmektir. Bizim yeniden İslâmî hayat için hâriçten getirilecek düsturlara ihtiyacımız yoktur. Biz asıl terkedilmiş değerlerimize sahip çıkıp onlara sarılmaya muhtacız.”
Seyyid Kutub’un Siyasî, İlmî ve Edebî Yönü
Seyyid Kutub’un siyasî yönünün bulunduğu ve bazı eserlerinde o günün sıkıntılı ve ağır şartlarını yansıtan yorumları olmuştur. Aslında sert yorum ve mesajlarını o günkü konjonktürü düşünüp empati yapabilirsek daha iyimser değerlendirmemiz mümkündür. Onun ve mensup olduğu cemaatin çektiği işkenceler, acılar ve imtihanları göz önüne getirelim: Başta Müslüman olduğunu iddia eden ve İslâmiyet’i hiç kimseye bırakmayan birileri iktidarda. Ama aynı iktidar, tüm Müslümanlara kan kusturuyor. Hapishanelerde işkence altında can verenler vs.. Öyle bir psikolojik ortam oluşturulmuş ki, sanki radikalizm hortlatılmak istenmiş ve bunun ortamı olgunlaştırılmış. Ayrıca Seyyid Kutup hapisteyken, onun sinirlerini bozucu ve ruhî dengesini alabora edici bir kısım ilâçlar verilip verilmediğinden de emin değiliz. Elhâsıl, Kutub’un sert yorumlarını o gün itibariyle üzerinde uygulanan fizikî ve psikolojik baskıyla irtibatlandırmak en doğrusudur. Eminim ki Kutup normal şartlar altında yazacağı bir eserde insanları tekfir edici ve sert ifadeler kullanmazdı.
Esefle belirtelim ki onun siyasî yorumları sebebiyle ilmî ve edebî cephesinin revnaktarlığı gölgede kalmıştır. Bu nedenle biz onun bu yönüne işaret etmeyi daha uygun görmekteyiz. Onun ilmî ve edebî yönünü onun tefsirindeki bir-iki örnekle ifade ederek, daha geniş malumat için okuyucuları tefsirine yönlendireceğiz.
1.Misal: Seyyid Kutub faizin kötülük ve fena neticelerini ifade eden ????????? ??????????? ???????? ??? ?????????? ?????? ????? ??????? ??????? ????????????? ???????????? ???? ???????? “Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar.” (Bakara, 2/275) mealindeki âyet hakkında ilginç bir tespit yapmakta ve bunu kendine has edebî tarzıyla izah etmektedir:
“Acaba hangi mânevî tehdit bu mücessem, hareket ve hayat dolu tablonun derecesine çıkabilir? İnsanların bildiği ve tanıdığı cin çarpmış bir saralının sureti canlanıyor gözümüzün önünde... İşte âyet, faizcilerin hislerini tahrik etmek için, onları bulundukları ve alışkın oldukları iktisadî nizamdan uzaklaştırmak ve sert bir şekilde ırgalamak üzere rolünü oynaması için bu tabloyu gözler önüne getiriyor. Aynı zamanda bu âyet, günümüzde yaşanan bir gerçeği de ifade etmektedir. Tefsirlerin çoğu bu korkunç suretteki kıyamdan maksadın, kıyamet günü dirilişi olduğunu kaydetmişlerdir. Fakat gördüğümüz kadarıyla bu suret bugün insanların hayatlarında da bizzat vardır. Bu anlam, bundan sonra gelen âyetteki Allah ve Resûlü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem) harb açmış olma tehdit ve uyarısı ile de uygunluk arz eder.”
2. Misâl: Müfessirimiz, ???????? ???????? ???????? ???? ????????????? “Ağızlarından çıkan o söz ne dehşetli bir söz!” (Kehf, 18/5) âyetini mûsikî ritim açısından şöyle tahlil etmektedir:
“Bu âyetteki lafızlar dizilişleriyle ve melodisiyle onların söyledikleri kelimenin azametini ifade etmeye katkıda bulunmaktadır. Âyet, dinleyiciyi fecaat ve azametle yüzleştirmek ve atmosferi bunlarla doldurmak için ???????? (büyük oldu) kelimesiyle başlıyor. “Büyük kelime”yi, daha ziyade dikkat çekmek için cümledeki zamiri için temyiz yapıyor: ???????? ???????? (kelime yönüyle büyük oldu) Bu kelimeyi sanki ağızlarından rastgele çıkıveren bir kelime haline getiriyor:
???????? ???? ?????????????
????????????? kelimesi de kendi âhenk ve melodisiyle söz konusu kelimenin büyütülmesine iştirak ediyor. İşte bunu telaffuz eden biri, bu kelimedeki med ile ağzını açar. Sonra iki hâ harfi peşi peşine gelir ve ağız, kelimenin sonundaki mîm harfiyle kapanmadan evvel, bu iki hâ harfiyle dolar. Böylece cümlenin nazmı ile lafızların melodisi, mânânın tasvirinde müşterek rol oynamış olurlar.”
Eserlerine gelince; Seyyid Kutub geriye edebî, dinî pek çok eser bıraktı. Bunlardan en meşhuru ‘Fî Zılâli’l-Kur’ân’ ismiyle telif ettiği edebî ve ictimâî tefsir olarak değerlendirilen Kur’ân tefsiridir. Dilimize Yoldaki İşaretler diye çevirilen Meâlim fi’t-tarîk, Kur’ân’da Edebî Tasvîr ismiyle tercüme edilen et-Tasvîru’l-fenniyyü fi’l-Kur’ân ve İslâm’da Sosyal Adâlet diye yayımlanan el-Adâletü’l-ictimâiyye fi’l-İslâm isimli eserleri mevcuttur. Bunların yanı sıra yirminin üzerinde eseri vardır.
Sonuç
Netice olarak Seyyid Kutup Mısır tarihinin oldukça karmaşık döneminde yaşamış, samimi ve aynı zamanda idealist bir Müslüman şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazdığı tefsirinde bir müminin iman coşkusunu duymamak elde değildir. Ne var ki o, insanlığı buhrandan, sömürüden ve anarşiden kurtaracak İslâm reçetesini doğru tespit eden, ama bu reçeteyi tatbik noktasında bilhassa sert ve radikal söylemleriyle öne çıkarılan bir İslâm âlimidir. Bu durum da onun ilmî ve edebî yönünden istifadeyi asgarî düzeye indirmiştir.
KAYNAKLAR
Abdurrahman er-Râfıî, es-Sevretül-Urâbiyye, Dâru’l-Meârif, Mısır, 1983.
Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rûmî, İtticâhâtü’l-Tefsîr fi’l- Karni’r-Râbia Aşar, Riyad, 1986.
Adil Nüveyhiz, Mucemu’l-Müfessirin, Beyrut, 1983
Muhammed Seyyid el-Vekîl, Kubra’l-Harekâti’l-İslâmiyye, Dâru’l-Müctema’, Cidde, 1986
Ahmed Cemal el-Amrî, ed-Dirâsât fi’t-Tefsiri’l-Mevdûî, Kahire, 1986.
Hamide Kutup ve diğerleri, el-Atyâfu’l-Erbaa, Daru Lübnan, 2. basım, Beyrut 1967.
Salâh Abdulfettah el-Hâlidî, Seyyid Kutup Mine’l-Mîlâd ile’l-istişhâd, Dâru’l-Kalem- Dâru’ş-Şâmiye, l.basım, Kahire, 1991.
Seyyid Kutub, Tıflun mine’l-karye, “Dârul-hikme, Beyrut, ths.
Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l- Kur’ân, Beyrut, 1987.
Luveys Avd, Târîhul-Fikri-Mısriyyi’l-hadîs, el-Hey’etül-Mısriyye li’l-âmmeli’l-Kitâb, Mısır, 1980.
Celâl Yahya, el-’Âlemu’l-’Arabiyyu’l-Hadîs, Dâru’l-Meârif, Mısır, 1982.
H. Kâmil Yılmaz, Seyyid Kutub: Hayatı, Fikirleri, Eserleri, İst., 1980.
Sami Zubaida, İslâm, The People & The State (Political ideas & Movements in the middle east, I. B.- Tauris & Co. Ltd, London 1993.
Muhammed Ali Kutub, Seyyid Kutub ev Sevretu’l-Fikri’l-lslâmî, Dâru’l- Hadîs, Beyrut, 1976. Mesut Erdal, Fî Zılâli’l-Kur’ân ve İ’câz Açısından Değeri, Işık Akademi Yay., İst., 2007.
Sarmış, İbrahim, Bir Düşünür Olarak Seyyid Kutub, Fecr yay., Ankara, 1992.
Hannâ el-Fâhûrî, el-Câmi’ fî Târîhi’l-Edebil-Arabî, (Dârul-Cîl, 1. basım, Beyrut 1986.