Abdülmecid Duchemin
01 Ocak 1970
İslam'ı seçen Batılı
HAKKINDA YAZILANLAR
İslamı seçen papaz Abdülmecid Duchemin
İrfan Özfatura
Türkiye 30 Aralık 2003
Osmanlı’nın can çekiştiği yıllarda Avrupalılar değişik havalara girer, bir tuhaf olurlar. Mesela Jean Marie’nin öğretmenleri yeri gelsin, gelmesin her ders Müslümanlara sataşır, çocukları kinle nefretle doldururlar. Abdestle, namazla, oruçla zekatla, hacla, cihadla dalga geçer, kılığımızı kıyafetimizi, mescidimizi, seccademizi, ibriğimizi, şadırvanımızı alaya alırlar.
Ancak Jean yaşından olgundur ve bu tahkir edici üslûptan sıkılmaya başlar. Anlatılanların aksine dinlerine uymak için samimi bir çaba sarfeden cömert ve cesur insanlara karşı içten içe sempati duyar. Onların da kurtulmalarını arzular, hatta İslâm ülkelerine gidip İsa ve Meryem sevgisi aşılamaya kalkar. Misyonerler, bu tıfılı “bir başka bahara” diye oyalarlar, ama o cep harçlığını bile teşkilata bağışlar.
Jean liseden sonra rahiplik eğitimi alır ve okulun kütüphanesinde İslâm’dan bahseden kitaplara rastlar. Evet, bunlar yobazca hazırlanmıştır ve insafa sığmayacak kadar yanlıdırlar. Gelgelelim Resulullah Efendimiz hakkında hayal meyal de olsa fikir sahibi olur ve içine sıcak sıcak bir şeyler akar.
İlk aşkı “Fatiha!”
Jean Marie mezun olunca sağda solda köy papazlığı yapar. Bir ara tozlu raflar arasında birkaç surenin Fransızcasını bulur ve o günden sonra, dualarına Fâtiha-ı şerifi de katar. Evet bir İslam ülkesinde çalışabilmeyi çok arzulamaktadır ama bu iş onun boyunu aşar. Hasretini Paris Camii’nde dindirmeyi düşünür, müminlerin secde ettiği mekanda dua etmek için karşı konulmaz bir istek duyar. Tepki çekmemek için bir turist kafilesine katılıp külliyeyi gezer ve rehber caminin mimarisi hakkında bilgiler verirken o müminler gibi ellerini açar. Hemen o gün bir Kur’ân-ı kerim meâli satın alır ve başucuna koyar.
Bu kitaptan nasıl bir tad alırsa alır, elinden bırakamaz. Şimdi bir yolunu bulmalı ve mutlaka Müslümanlarla tanışmalıdır. Bu nasıl samimi bir dilektir bilinmez onu “ivedi kaydıyla” merkeze alır, mültecilere bakan bir kuruma atarlar. Vazifesi, yardım verdikleri insanlara Hıristiyanlık hakkında bir şeyler anlatmaktır ama o yanına gelen Mağriplilerden İslâm’ı öğrenmeye bakar. Çekilir kuytulara halifelerden, sahabelerden, abidlerden, ariflerden konuşurlar. Hatta onlar için bir oda tahsis edip mütevazı bir mescid açar. Ancak bir rahibin ön ayak olduğu mescid bazılarının içine sinmez, ardında bir “hinlik” olabileceğini sanır, mesafeli dururlar. Jean Marie buna rağmen İslâm’a olan hürmetini kaybetmez, bu tepkiyi mâkul karşılar. Zaman zaman Müslümanların perişan hallerine ibretle bakar ve sûfîlerin kitaplarında anlatılan “o harikulâde İslâmı” arar.
Arayan bulur...
Allahü teala hakikati arayanların yardımcısı olur derler ya, iyice daraldığı günlerden birinde birkaç Pakistanlı ile tanışır. Bu sevimli gençler onu ülkelerine götürür, şehir şehir dolaştırırlar. Jean Marie Katolik papazı olduğunu saklamadan çarşıda pazarda dolanır ve İslamiyet hakkında sorular sorar. Halk onu umduğundan da hoş karşılar, yardımcı olmak için kendilerini paralarlar. Kimse ondan öyle bir şey istemez ama Jean Marie kendine domuz eti ve alkollü içkileri yasaklar. Ramazan-ı şerifte oruç tutup, beş vakit namaz kılmaya başlar. Ve gün gelir yolu bir “kavşağa” çıkar. Ya Hıristiyan kalmalıdır (ki başta teslis olmak üzere, vaftiz, günah çıkarma gibi birçok şeyi içine sindiremez) ya da yarım yamalak değil dört dörtlük Müslüman olmalıdır. Bu tercih için önce samimi bir niyet eder ve silbaştan arar, tarar, sorar. Bir kere Kitab-ı Mukaddes’e insan eli değdiği açıktır. Hangisi hakiki ayet, hangisi Tarsuslu Pavlus’un öğrencilerine aittir ayıramaz. Müslümanlar Meryem Validemizi ve Hazret-i İsa’yı Hıristiyanlardan iyi tanır, onlara karşı en ufak bir saygısızlığı “dinden çıkma sebebi” sayarlar. Şüphesiz Hazret-i İsa kendisinin ilahlaştırılmasından hoşnut değildir ama Avrupalılar alıştıklarını yapar, nasıl Helen krallarına ve Roma imparatorlarına tapındılarsa onu da tanrılaştırırlar!
Hakikat ortada
Mevcud İncillerin en eskisi havarilerden 4 nesil sonra yazılmıştır, halbuki Sahabe-i kiram gelen vahiyleri anında ezberler ve derhal kağıda aktarırlar. İşte temelleri böylesine sağlam olduğu için İslam devleti 40-50 yıl içinde üç kıtaya yayılır. Müslümanlar, yeryüzünde ne kadar zalim varsa karşısına çıkar, Kisra’nın tozunu atar, Roma İmparatorlarına kafa tutarlar. İnsan hakları beyannamesinden 14 asır evvel gayri müslimlerin haklarını da teslim eder ve herkese adil davranırlar.
Eh bunca şey ortada iken yapılacak tek şey vardır: “Müslüman olmak”
Nitekim bir gün kendisine “Mösyö Jean” diye hitap eden arkadaşlarına “hayır” der “Jean öldü, karşınızda Abdülmecid duruyor.”
Abdülmecid yakınlarının da İslâm’a gelmesini çok arzular ama o kadar katıdırlar ki, yanına bile yaklaşmazlar. Nitekim Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) bir sünnet-i seniyyesine daha uyar, hicret edeceği ülke arar. Fransızca konuşulan “Fas” tam ona göredir ve bundan böyle ezan sesine hasret kalmaz.
Son nefesini orada verir ve oraya defnedilir. (6 Eylül 1988)