“İKİNDİ GÜNEŞİ” YAVUZ SULTAN SELİM HAN
Muzaffer Taşyürek 01 Ocak 1970
I. Selim (yani Yavuz Sultan Selim) tahta oturduğunda her yerden kaynayan Anadolu bir patlamanın eşiğindedir. Şah İsmail siyasi ihtirasla Anadolu’da isyanlar ve karışıklıklar çıkartmaktadır.
Osmanlı’yla aynı dine ve ırka mensup olan Safevîler kendilerini farklı gösterebilmek için “mezhep” olgusunu öne çıkarmışlardır. Şiiliği o zamana kadar olandan farklı yorumlayarak bir “devlet mezhebi” haline getirmişlerdir.
Safevîlerin yaptığı Şia mutaassıplığının çok ötesindedir. Çünkü Safeviler köken olarak şii değildirler. Safevi ekolünün kurucusu Şeyh Safiyüddin, Halvetî tarikatı mensubudur.
Safevîler ve Şah İsmail, ümmetin şiî kesiminin bastırılmış duygularını harekete geçirirler. Ehl-i Sünnetin saygı duyduğu Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer gibi sahabilere sövme hareketini yaygınlaştırıp, Anadolu ve Ortadoğu’da Emevilerden sonra uyumaya yüz tutmuş fitne hareketini yeniden alevlendirmeye başlarlar. Politize olmuş Safevîler şiî halka şirin görünmek ve samimiyetlerini ispat etmek için, hiç biri de Kerbelâ ve Sıffîn’de bulunmamış olan masum sivil sünni halkı “Kerbelâ” ve “Sıffîn” aşkına boğazlamaya, Şahkulu gibi eşkiya liderlerinin başkanlığında Anadolu’da terör estirmeye başlarlar.
Şiiliği İran topraklarında kendilerini ayakta tutacak bir meşruiyyet zemini olarak gören Safevîler, Osmanlı’yla aralarındaki siyasi rekabeti Şiî-Sünnî savaşına dönüştürerek, işi sanki inançla ilgili bir meseleymiş gibi göstermeye çalıştılar. Barthold’un tesbitiyle “Şiiliği devlet dini olarak ilan eden Safeviler, batıdaki komşusu Osmanlılar’a ve doğudaki komşusu Özbekler’e karşı yaptığı savaşları bir din savaşı gibi gösterme imkânı buldu.” (İslam Medeniyeti Tarihi, s. 77)
İşte Yavuz Sultan Selim, bu tehlikeli gidişe dur demek için kendinden sonra geleceklerin İslam bayrağını ta Viyana önlerine kadar güvenle taşımalarını sağlayacak olan adımı atarak, Çaldıran Seferi’ne çıktı.
Osmanlı düşmanlığı yapanların büyük ekseriyeti, günümüzde bile olaya Şah İsmail’in perspektifinden bakmaktadır. Anadolu’yu kana ve ateşe bulayan Safevî terörünü, bir direniş hareketi olarak lanse etmeye çalışanlar Fuat Köprülü gibi tarihçilerin tesbitlerini görmezlikten gelmektedirler. Bu konuda Fuat Köprülü’nün tesbiti şöyledir: “Osmanlı-Safevî kapışmasının temeli inanç farklılığından değil siyasi rekabettendir. Din boyası altında şahlanan bu hareketler hakikatte siyasi menfaatlere dayanan tarihi zaruretlerden başka bir şey değildir. İran’da da Türkiye’de de saray, idare ve menfaati bunlara sıkı sıkıya bağlı olan ruhanî sınıf, bu taassubu imkan mertebesinde körüklemeye çalışmıştır.” (Fuat Köprülü-W. Barthold. İs. Med. Tar. S. 245-246)
Çaldıran zaferiyle Anadolu’ya hakim olan Yavuz’a bağlılıklarını bildiren Kürt Beyleri bir dilekte bulunurlar. Bu dileği, Akkoyunlu divan katiplerinden büyük âlim ve tarihçi Bitlisli İdris şöyle aktarıyor:
“Can-u gönülden İslam Sultanı’na biat eyledik. İlhadları zâhir olan âsilerden teberri eyledik. Âsilerin neşrettiği dalâlet ve bid’atleri kaldırdık ve Ehl-i Sünnet mezhebi ve Şafiî mezhebini icra eyledik. İslâm Sultanı’nın nâmı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâd etmeye başladık. Cihada gayret gösterdik… Bâki ferman yüce dergâhındır.”
Hedef: Hicaz-Kudüs-Kahire
Anadolu’daki mezhebî görünümlü âsi terörünü ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim, İslâm âleminin kalbi sayılan Hicaz-Kudüs-Kahire üçgeninde yerleşmiş bulunan Memlûkler üzerine yöneldi.
Şeyhülislam Ali Cemalî Efendi’nin sefer fetvası ile Sefer-i Hümâyun başladı.
Tarihler 24 Ağustos 1516’yı gösterirken Merc-i Dâbık’ta Sultan Kansu Gavri’nin ordusu sekiz saatte imha edilmişti. Halife III. Mütevekkil esirler arasındadır.
Yavuz’un Merc-i Dâbık zaferinin yankıları Avrupa’ya aksettiğinde Papa telaşa kapılarak Fransa Kralına şu mektubu yazar:
“Eğer Selim’in ebedi düşmanları olan Mısır Memlûklerini yendiği doğru ise, uyku esnasında yok edilmememiz için uyanmamızın zamanı geldiği de o kadar doğrudur. Yok, eğer Selim Mısırlılar’a galip gelmedi ise, o taktirde biz Tanrı tarafından verilmiş olan bu fırsatı niçin kaçıralım? Sıkışık duruma düşmüş olan Osmanlı’ya neden hücum etmeyelim? Onlara karşı mukaddes Haç’ın sancağını neden açmayalım?”
Şanlı Sultan, sırayla Hama, Humus ve Şam şehirlerini ele geçirir. Selahaddin Eyyûbi’nin türbesini ziyaret eder. Büyük velî Muhyiddin-i Arabî’nin türbesini ortaya çıkartarak tamir ettirir. Mısır seferinin son hazırlıklarını yaparak Sina yarımadasındaki korkunç Tih çölü yolunu hedef alır. Bu çölü tarihte geçebilen iki hükümdar vardı. Pers İmparatoru Kambiz ve Makedonyalı İskender… Her şeyi göze alan Yavuz, ordusunu Tih çölüne vurur ve Kansu Gavri’nin yerine Memlûk tahtına oturmuş olan Tumanbay’ı Ridaniye’de arkadan vurur. 25 bin kayıp veren Tumanbay hazinesini bırakarak kaçar.
Büyük İslam âlimi İbn-i Haldun’un daha Yıldırım Bayezid devrinde söylediği “Mısır için Osmanoğlu’ndan başka büyük tehlike yoktur.” sözü tecelli eder.
Yavuz Sultan Selim Mısır’ı alınca, şu kıt’ayı söyler:
“El-mülkü lillahi men biz aferin yenîlü metâ
Yerdâ kahren yehyâ nefsuhu derekâ
Levkâne lî ligayr-i kadrü ümmiletün
Fevkat-tûrâbü lakâel-emrü müşterekâ.
Bugünkü anlatımla: Mülk Allah’ındır. Bir kimse zafere ulaştığı zaman gururlanarak zulmü arttırıyorsa, Allah onu çok aşağı mertebelere indirir. O kimse neye gururlanır ki? Şayet benim veya başka bir kimsenin yeryüzünde bir parmak ucu kadar toprağı olsa bu Allah’la ortaklık değil midir?
Hadim-ül Haremeyni’ş Şerifeyn
Yavuz 20 Şubat’ta Kahire’de Melik Müeyyed Camiinde ilk cuma namazını kılar. Hatibin minberden, namına hutbe okurken kendisini, “Hakim-ül Harameyni’ş Şerifeyn” (Mekke ve Medine’nin hâkimi) diye tavsif etmesine karşı ruhunda fışkıran kulluk şuuruyla ve Resulûllah (A.S.) aşkıyla, hatibe müdahale ederek: “Hayır… biz Hakim-ül Harameyni’ş-Şerifeyn değil, Hadim-ül Harameyni’ş-Şerifeyniz” der. Bu muhteşem cevap Mısır halkının kalplerinin fethine vesile olur.
Memlûk Sultanlığının ortadan kalkması Avrupa’yı alt üst etti. Dünya dengeleri değişmeye başlamıştı. Artık Baharat Yolu da Osmanlı’nın eline geçmişti. Yavuz’un emriyle kuvvetlendirilmesi istenen Osmanlı Filosu, Akdeniz’de de egemen gücün Osmanlı olacağını gösteriyordu.
Çaldıran zaferi ile Harput, Bitlis, Hasankeyf, Urfa, Mardin gibi eyaletleri ele geçiren Yavuz, Suriye ve Mısır’ı da fethederek İslam birliğini sağlamış, Kuzey Afrika’ya doğru yayılarak İslam İmparatorluğu’nun sahibi olduğunu göstermiş oluyordu.
Yavuz’un izlediği politika, önceki padişahların Doğu-Batı politikası yanında Kuzey-Güney politikasına da el atıldığının, Osmanlı’nın Mısır ve Akdeniz üzerinden kuzey-güney eksenli olarak yeni bir stratejiye yöneldiğinin göstergesiydi. Ancak 20. yüzyılda SSCB’nin ve ABD’nin ele geçirebildiği bu bölge, daha o günlerde Türk’ün siyasi ve stratejik başarısını gösteren bu fetihler ile bölgeye huzur ve barış getirirken, SSCB, ABD ve Batı Avrupa ülkeleri İngiltere ve Fransa bölgeye ancak sömürü, kan, gözyaşı, zulüm ve çatışma taşımışlardı.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı ele geçirmekle elde ettiği avantajlar Osmanlı Devleti açısından en az İstanbul’un fethi kadar önemliydi.
Mısır’ın ele geçmesiyle Osmanlı Devleti yeni tarım alanlarına sahip olurken, gümrüklerden ve vergilerden de hazinesine yeni kazançlar elde etmiş oluyordu. İstanbul İpek Yolu’nun nasıl son merkezi idiyse, Süveyş de Baharat Yolu’nun son merkeziydi. Kızıldeniz yoluyla Hind Okyanusu’na inme fırsatı yakalayan Osmanlı, Akdeniz ticaretini de tamamen ele geçirmenin avantajına sahip olmuştu.
Stratejik açıdan da önemli bir üs olan Süveyş limanının ele geçirilmesi, Hristiyan aleminin Şark’a ve Ortadoğu’ya taarruzlarının da önünü kesmiş oluyordu.
Mısır’ın ele geçirilmesiyle Hicaz, Bingazi, Nubya ve Cezayir savaşsız ve kansız Osmanlı hâkimiyetine girdi.
Mekke şerifi Şeyh Berakat kendi oğlu Ebu Numayy’yı, Yavuz’u tebrik ve itaatini arz eylemek için Mekke ile Medine’nin anahtarları ve “Emanet-i Mukaddese” denilen Hz. Peygamber’in (A.S.) Uhud’daki kırılan dişleri, Kadem-i Şerif, Naleyn-i Saadet, Peygamberin kılıçları, asâsı, yayı, seccadesi, gasl-ı nebevi suyu, Hz. Fatıma’nın gömleği, Hz. İmam Hüseyin’in gömleği, 4 halifenin kılıçları, Hz. Osman’ın üzerinde şehid edildiği Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’in Hırka-i Şerifi ve Sancak-ı Şerifi gibi kıymetli eşyalarıyla birlikte Sultan’a gönderdi.
Yavuz Sultan Selim büyük bir şan ve şerefle İstanbul’a döndü…
1520 yılında vefat ederken, kendinden sonrakilerin Batı’ya yönelmeleri sırasında arkalarında güvenli bir Anadolu ve Ortadoğu bırakmıştı.
Saltanatı kısa sürdü. 8 yıllık saltanatı içerisinde Osmanlı Devleti’ne yeni politikalar ve stratejiler çizmişti. Büyük âlim Kemal Paşazade onun için yazdığı mersiyesinde şöyle demişti:
Şems-i asr idi, asrda şemsün
Zilli memdûd olur zamanı kasîr
(İkindi güneşi gibiydi; nitekim ikindi vakti güneşin gölgesi uzun olmakla birlikte, zamanı kısadır, çabucak geçiverir.)
Allah rahmet eylesin.