« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

26 Eyl

2011

AHMET TALÂT ONAY’A GÖRE NEDİM’İN ESERLERİNDE TASAVVUF

Kaplan ÜSTÜNER 01 Ocak 1970

Öz: Ahmet Talât Onay (1885-1956), Türk kültürü ve edebiyatına dair
önemli eserler vermiútir. Bunlardan biri de Nedim hakkındaki edebi
incelemesidir. Yazar, bu eserinde, biri gazel di÷eri kaside olmak üzere
iki úiirinden hareketle Nedim’in divanında bulunan tasavvufî unsurları
ortaya koymuútur. Biz, bu yazıda Ahmet Talât Onay’ın, Nedim’in
úiirlerindeki tasavvufu anlattı÷ı bölümleri, sadeleútirerek günümüz
Türkçe’sine aktardık.

G i r i ş

Şair, yazar, gazeteci, edebiyat araştırmacısı, eğitimci, idareci ve
politikacı olarak hizmet ve faaliyetlerde bulunmuş çok yönlü şahsiyet olan
Ahmet Talât Onay (1885-1956) (Kurnaz, 1999), Türk kültür ve edebiyatına
dair önemli eserler kaleme almıştır1. Bunlardan biri de, İzmir ve Kastamonu
Liselerinde verdiği edebiyat tarihi dersleri notlarından meydana gelen
* Dr., Harran Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Öğretim Üyesi, kaplanustuner@yahoo.com
1 Cemâl Kurnaz, Ahmet Talât Onay’ın Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve øzahı,
Halk ùiirlerinin ùekil ve Nevi ve Türk ùiirlerinin Vezni gibi eserlerini hazırlayarak
araştırmacılara önemli hizmette bulunmuştur.

“Tedkîkât-ı Edebiyye: Nedim” (Onay, 1917)’dir2. Yazar bu eserinde
Nedim’in hayatı, şiirleri ve edebi kişiliği hakkında ayrıntılı bilgiler vermiş,
önemli yorum ve değerlendirmelerde bulunmuştur. Nedim’in şiirlerini çeşitli
yönlerden inceleyen yazar, şairin üzerinde pek durulmayan farklı bir yönüne
de dikkat çekmiştir. Bu yazıda, Ahmet Talât Onay’ın, “tasavvuf” ve “illet-i
tekvîn” başlıkları altında (s: 202-210) Nedim’in şiirlerindeki tasavvufu ele
aldığı bölümleri, kısmen sadeleştirerek günümüz Türkçe’si ile aktardık.
Yazının sonunda ise konu ile kısa bir değerlendirme yaptık3.

Tasavvuf4

Nedim (1681-1730)’in dünyaya gelmesinden önce başlayan ve İbrahim
Paşa’nın vezirliğe atanmasına kadar süren seneler hariç, dışarıda savaşlar
içeride karışıklıklarla geçmişti. Devlet zayıflamış, toplum da bedbin ve
kötümser olmuştu. Böyle zamanlarda kalplere sükûn ve tesellî vaad eden
tasavvuf, Nedim’in de rûhunda hayata karşı nefreti uyandırmış ve tasavvufa
dair cidden “mümtaz” şiirler yazmasına sebep olmuştur. Bu şiirin rûhuna
nüfuz edebilmek için, tasavvuf anlayışını bilmek ve anlamak gerekir.
Revakiyye felsefesinin (ve tasavvufun) temel ilkelerinden biri, nefsi,
hayatın devamı için zorunlu olan bedenî ihtiyaçlardan mahrum etmektir. Bu
şekilde davranmakla nefis, kendine sahip olur ve yüce mertebelere ulaşır.
Revakiyyun felsefecilerinden Epiktes’in düsturu şu idi: “İmsak ve
tahammül”. Nedim bu cihete çok iyi vâkıftır. Her zorluğa tahammül etmek,
her yokluğa katlanmak, masiva kaydından vazgeçmek için dünyevî sevgi ve
bağlardan kurtulmak lazımdır:

Sîne-i tengde bend et hele evvel nefsin5
Sonra gör himmet-i vâlâsını feryâd-resin6

2 Bu eseri Doç. Dr. Yaşar Aydemir ve Dr. Halil Çeltik ile birlikte yayıma
hazırlamaktayız.
3
Bu eserden beni haberdar eden ve yararlanmamı sağlayan hocam Cemâl
KURNAZ’a teşekkür ederim.
4 Eski edebiyatımızın “rükn-i esâsı/temel direği” olan "tasavvuf" hakkında en
ziyade, yegâne filozofumuz Rıza Tevfik beyin Kamus-ı Felsefe’si başta olmak üzere
diğer eserlerinden de yararlandığımı beyan ve kendilerine arz-ı minnet etmeyi bir
görev bilmekteyim (Ahmet Talât Onay).
5 Divanda “nefesin” olarak geçen bu kelime, yazılış gereği “nefsin” olarak da
okunabilir. Yazarın yaptığı tahlilden dolayı, kelimenin “nefsin” şeklinde
okunmasının daha uygun olacağını düşünüyoruz.
6 Bu yazıda yer alan şiir numaraları, Muhsin Macit (1997)’in hazırlamış olduğu
çalışmaya aittir. Bu gazel, divanda 70. şiirdir.

Fakirizm anlayışınca hayat, bir “dergah-ı hübût/iniş yeri”; insan bedeni
ise "sicn-i rûh/rûh hapishanesi"dir. Tabiat ve özellikle insan bedeni, rûhun en
büyük düşmanıdır, zıddıdır. Çünkü rûh nûrânî ve basit bir mücerret
cevherdir. Cisim ise zulmânî ve unsurlardan birleşmiş müzahrefatın
karşımıdır. Bundan dolayı onu yok etmeli ki rûh memnun olsun.

Esasını Fakirizmden alan Nev-Felâtuniyye’nin (Yeni Eflatunculuk) bu
anlayışı tasavvufta da mevcuttur. Rûh İlâhî asıldır; mukaddes güvercindir;
âlem-i illiyyîn/yüce âlemden uçmuş, bu maddi unsurlar içinde ve bu ten
kafesinde hapis olmuştur. Asıl vatanı olan âlem-i illiyyîne uçmak ve hakiki
başlangıç yeri olan Hakk'a kavuşmak için şiddetli bir iştiyak besler. Ziya
Paşa’nın, hakkında "Yâ hâb u hayâl veyâhud bir fesânedir" dediği bu âlemle,
bu vücud-ı zulmânî ile hiç münasebeti yoktur; çünkü rûh nûrânî, anâsır
zulmânîdir. Bu fikri bilen Nedim, bu karanlıklı hapishane/sicn-i zulmânî
kırılmadan önce, rûhu kendi âlemine uçurmak düşüncesindedir:

Murg-ı âvâreyi7 âmâde-i pervâz edegör
Dest-i eyyâm şikest etmeden evvel kafesin

Ten kafesi, kuşa benzetilen rûhu hapis ediyor. Plotinus düşüncesinde
"rûh-ı umûmî, rûh-ı âlem" olan, sufilere göre “sırru'l-esrâr, kenz-i mahfî,
nakdü'l-gayb, hakîkatü'l-hakâyık, rûh-ı küllî, nefs-i küllî, akl-ı küllî “denilen
mutlak varlığa kavuşmak için çırpınıyor. Bununla birlikte "maksad-ı aksâ”
olan "visâl-i Hakk"a nail olmak için ise her şeyi terk etmek lazımdır. Yani
tasavvufta "terk-i dünya, terk-i ukbâ ve terk-i terk" adı verilen dereceyi
kazanarak Hakk’a kavuşmalıdır. Bu da "mûtû kable en-temûtu/ölmeden önce
ölünüz” sırrına erişmekle mümkündür. Fakat “bir tıfl-ı hevâyî” olan şairin
nefsi, tahammül yahut vecd ve istiğrakı bilmez; aşkın ne olduğundan gâfil;
fenâfillah olmaktan ve mutlak varlığa vuslattan habersizdir.
Mekteb-i sînede bir tıfl-ı hevâyîdir dil
Kim henûz anlamamış farkını aşk u hevesin8

Ölüm, bedeni hastalıklarımızın maddi unsurlarını bozduğu, “ten
kafesini” kırdığı için “murg-ı rûh”un azat olmasına hizmet eder. Ölüm,
sonsuz hayata nail olmaktır. Gerçek ve sonsuz vuslat, ölümle mümkündür.
Hastalıklar ölümü, visali önceye alır.

Plotinus, ölürken "Nasılsın?" sorusuna, "İçimdeki İlâhi asıl olan cevheri,
azat etmek için uğraşıyorum." cevabını vermişti. Sinan Paşa da şu sözleriyle
7 Bu tamlama divanda “murg-ı âvâre-i âmâde-i pervâz” şeklinde geçmektedir.
8 “Aşk u hevesin” ibaresi Ahmet Talât’ın eserinde “aşka hevesin” şeklinde yer
almaktadır. Her iki ifade de anlama uygundur.

bunu doğrulamıştı:

Temannâ-yı hayât etme sen ey cân
Hayât anla hakîkatte memâtı
Bütün bunları bilen Nedim'in, şu şekilde feryat etmeye hakkı yok
mudur?

Bunca demdir ki gülün eyledi bülbülden dûr
Dâd elinden bu şikest olası künc-i kafesin

Tasavvufa göre mutlak hakikatı bilmek ve ilm-i yakîn elde etmek,
Hakk’a kavuşmakla mümkündür. İnsan akıl ve hisle ile değil, ilham yani
keşf-i zamîrle Hakk'a vasıl olur. Fakat insan nûr ve zulmetten meydana
geldiği için zulmeti, maddi varlığı itibariyle şerre, kötülüğe eğilimlidir.
Dünyaya karşı olan sevgi ve bağlılıklar hep bundan kaynaklanır. Bu
meyillerle vuslat gerçekleşemez. Yalnız heves ve arzuları için yaşar. O halde
nûra koşmalı, maneviyat kuvvetlendirilmelidir. Bu da ancak masivadan
tecerrüdle mümkün olabilir. Zira rûh, bir kuvvettir ki ten kafesinde, bu
zulmânî âlemde mahpustur. “Vecd ve istiğrak” halinde ise akıl ve şuur
kalmaz. İşte o vakit vicdanda Hakk’ın nûru görünür. Bu hakikati göstermek
için ise, bir mürşide ve onun himmetine ihtiyaç vardır. Tâ ki Hakk’a vâsıl
olunabilsin:

Himmet ey kâfile-sâlâr-ı tarîkat tâ çend
Dûrdan gûşumu pür şûr ede bang-ı ceresin
Masiva bağlarından kurtulmak, akıl ve şuurdan tecerrüd etmekle
mümkün olabilir:

Beni tâ şöyle harâb eyle ki sâki dilde
Neş'e-i mey sayam endûhunu bîm-i asesin

Kısacık dünya hayatı için nefsî arzuların oyuncağı olmak doğru değildir.
“Az yemek, az içmek, az uyumak, az konuşmak ve hiç kimseye eziyet
etmemek” rehberliğinde, yalandan kaçınıp doğruluktan ayrılmayarak sıdkla
ibadet edilmelidir:

Sıdka sarf edegör enfâsını çün subh Nedîm
Matla'-ı mihr ola tâ kim nefes-i bâz-pesin

Nev-Felâtuniyye ve sufilere göre aşk, yaratılışın sebebi/illet-i tekvîndir.
Mutlak varlık, tecelli etmeden önce amâ âleminde mevcut idi. Vücud-ı
mutlak, her varlığın başlangıç ve sonudur/mebde ve meâdıdır; her şeyi
câmidir; mutlak kemâl ve cemâl sahibidir. Mutlak güzelliğin/cemâl-i
mutlakın gereği ise kendini izhâr etmektir, göstermektir. Bir şairin dediği
gibi, “Kadeh inceldi, şarap da inceldi. Birbirine benzedikleri için ikisinin
arasını ayırmak güçleşti.”

Bir çiçek daima serpilip açılmayı, bir güzel daima güzelliğini diğer
insanlara göstermeyi arzu edeceği için, hüsn-i mutlak da "Küntü kenzen
mahfiyyen fe-ahbebtü en u'ref /Ben bilinmeyen bir hazine idim, bilinmeyi
diledim, bir takım kimseleri yarattım, onlara kendimi bildirdim ve onlar da
beni bildiler.” kelâm-ı kudsîsinin ima ettiği gibi görünmek ve tanınmak
istemiştir. İşte kainat onun tecellisinin eseridir

Bu tecelli ise aşksız olmaz. Mutlak varlık -hakikat-i zâtiyyesi itibarıyla-
ezeli bir kudret olduğu için cemâli ve aşkı câmidir. Bundan dolayı bu âlemde
kendisine âşık ve maşuktur. Âşık Paşa, bu konuyla ilgili şöyle demişti:

Kendisine kendisi nâz eyledi
Kâfı nûna vurdı bir sâz eyledi

Kendisine âşık olanın bir aynaya ihtiyacı olması ise doğaldır. Mutlak
varlığa nisbetle -zıddı olan- mutlak adem/yokluk da bir aynadır. İşte vücud
ve mutlak yokluğun karşılaşması ile bu gördüğümüz mevcudat varlığa
gelmiştir. Bu cihetle ezelî kudret, aşkı, yaratılışın ve zuhûrun sebebi (illet-i
tekvîn, illet-i zuhûr) olarak göstermiştir. On sekiz bin âlem, mutlak yokluğa
vuku bulan inikasından tecelli etmiştir. Görünen bütün bu varlıklar, tecelli
nûrlarına mazhar olan bir gölge, bir hayalden ibarettir.

Kainatta acaba güzellik ve iyilikten başka bir de hakikat olarak çirkinlik
ve kötülük yok mudur? Hayır! Tasavvuf bakış açısına göre ikilik yoktur.
Mutasavvıf daima felsefesinde muvahhiddir. Onun nazarında her şey
yolunda ve yerindedir. Mahmud şebüsterî, “Dünya, yüz hatları yani göz, kaş
ve ben gibidir. Onun her şeyi yerinde ve yolundadır.” der. Bu makamda
Nabi'nin bu güzel beytini de söylemeden geçemeyeceğim:
9 Ahmet Talât Onay, bu başlık altında divanda 15 numaralı kasidenin ilk yedi beytini
tahlil eder.

Bakdum sütûr-ı nüsha-i âfâka ser-te-ser
Yek harf-i nâ-be-kâ'ide yokdur miyânede
İnsanın sınırlı aklı, mutlak güzelliği ve hakikat nûrlarını tam olarak ihata
edemediği ve anlayamadığı için, başı dönmüş ve şaşkın vaziyette bir vadiye
düşüp kalmıştır. Bundan dolayı şairin “aceb” sözünü tekrar etmesi, çok
anlamlı ve yerindedir:

Cihan kim mazhar-ı işrâk-ı envâr-ı hakîkatdir
Aceb âyîne-i hayret 'aceb mir'ât-ı 'ibretdir
Aceb esrâr-ı hayretdir bu eczâ-yı cihân el-hak
Aceb terkîb olunmuşdur 'aceb ma'cûn-ı hikmetdir

Tasavvuf nazarında insan, eşref-i mahlukat ve kainatın merkezidir.
Bütün varlıklar insan için halk olunmuştur. İnsan fani varlığı ve maddesi
itibariyle zulmettir; bir âlem-i suğrâdır/küçük âlemdir. Mânâ cihetiyle ise
nûrdur, âlem-i kübrâdır/büyük âlemdir. Çünkü sûret-i Rahman ve ahsen-i
takvîm üzere yaratılmıştır. İsm-i azamın mazharıdır; nûr ve zulmetten
birleşik bir "berzah-ı câmi"dir.

Hz. Mevlânâ, insanın hakikatine hitâben, ”Ey nüsha-i esrâr-ı İlâhî …”
buyurmamış mı idi? Zaten insanın âlemde her ne varsa kendisinde mevcut
bulunduğunu ve "küntü kenzen/gizli hazine" kudsî hadisine kalbin tecellîgâh
olduğunu bilmesi lazım geldiğini bütün sufiler ve hatta Nedim'in çağdaşı
Sâmî bile:

Ârif isen ey tâlib-i Hak sen seni anla
Gencîne-i mahfîye mahaldir dil-i vîrân
dememiş mi idi?

İnsan ancak "Men arefe nefsehû/ Kendini bilen Rabb’ini bilir." sırrını
anlamakla, nefsini bilmekle yeri ve göğü; güneş, ay, yıldızlar ve âlemleri
idrak edebilir. Zaten her şey insanda mevcuttur. şeyh Galib bu düşünceyi
çok güzel ifade etmiştir:

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
İşte anlatılan bütün bu konulara Nedim de vâkıftır:

Zemîn ü âsmânı mihr ü mâhı bilmeden geçdik
Kişi öz nefsini bir hoşça bilmek câna minnetdir
Yunan felsefecilerden Anaksagor, insan rûhunu “akıl” diye tanımlamış,
bütün cisimlerin/eşyâ-yı maddiyenin, en saf, en ince/rakîk ve latifi
zannetmişti. Yani rûh, son derece ince bir madde idi.
Epikür de rûha "bir latif cisim" demişti.

Sokrat'a göre ise rûh, “Bir cevher-i gayr-ı cismânîdir. Bu itibarla Allah'a
benzer. Allah'ın kainatı idare ettiği gibi rûh da bedende tasarruf eder. Beden
harap olsa da rûh sonsuzdur.” Fakat rûh bedenden ayrı bir “cevher-i
rûhânî"dir.

Aristo, "maddi cismin şekl-i hüviyyetini feyizlendiren ve tekâmül ile o
şekli ıslâh eden hayat kabiliyetine rûh" diyordu. Bu kabiliyet de "akıl"
demekti. "Bu kudret cism-i uzvîde bil-kuvve mevcud olduğu halde
değişme/sayrûret ile bil-fiil tezâhür ediyor ve o cisme ‘sûret-i kemâl’ini
veriyordu.”

Aristo'ya göre ise cisim, kainatta içkin/mündemic bir “kemâl kabiliyeti”
idi ki, kainatta ezelden beri “bil-kuvve” mevcuttur. “Bil-fiil” tecellî ederek
kainata mükemmel görünüşler verir. Bu anlayışa göre rûh, dört unsurun
(ateş, hava, su, toprak) sebebidir/ ilel-i erbaadır. Bir şeyin mevcudiyeti
kendisinde bil-kuvve mevcut bulunan mükemmel yeteneğin/ istidâd-ı
kemâlin, ahsen-i takvîm üzere tecellî etmesidir.
Bu nazariye, İslam aleminde hükemâ adı verilen filozoflar tarafından
kabul edilen "akl-ı evvel, akl-ı faâl, kemâl-i evvel" nazariyesidir.
Nev-Felâtuniyye ve sufiyeye göre, her şeyin başı ve sonu/mebde ve
meâdı mutlak varlıktır ki, gayr-ı maddî bir rûh-ı âlemdir. Buna tasavvufta
“rûh-ı küllî, nefs-i küllî, akl-ı küll” de denir. Meşhur Plotinus'a göre âlemde
hareket ve hayatın başlıca sebebi ve âlem-i his ile mahlûkâtın sultanı rûh-ı
küllî olan o vücud-ı mutlaktır; bizim rûhlarımız o rûhtan bir cüzdür.
İşte Nedim bu “akl-ı evvel” nazariyesini kabul etmiyor. İbrahim Paşa
vasfında:

O dânâ feylesof-ı hikmet-ârâsın ki 'âlemde
Eger var ise ancak 'akl-ı evveldir sana sânî
sözleriyle bunu inkâr ediyor; bu inancı taşıyanları “mahrûm-ı basîret,
medhûş-ı hayret” olarak niteliyor ve bütün bu iddiaların birer “kîl u kâl, zan,
tahmin ve şemâtet”ten ibaret olduğunu söylüyor:

Aristolar Felâtunlar ki nâmın yâd ederler halk
Budur zannım ki anlar dahı mahrûm-ı basîretdir
Katı çok dinledim ben ol gürûhun sözlerin âhir
şunı fehm eyledim kim cümlesi medhûş-ı hayretdir
Ki zîrâ sözlerinde bir me'âl ü bir mahassal yok
Netîce kîl ü kâl ü zann u tahmîn ü şemâtetdir
Bu sözleri özellikle o çağda söyleyebilmek; asırlara felsefeleriyle
damgasını vuran Aristolar, Eflatunlar hakkında eleştiride bulunmak ne
büyük bir cesarettir; fakat ne derin bir nüfûz-ı nazarın ve vukûfun eseridir.

S o n u ç
Ahmet Talât Onay’ın, Nedim’in divanına ve tasavvufa hâkim olduğu
görülmektedir. Bundan dolayı, şairin, şiir incelemelerinde üzerinde fazla
durulmayan bir yönü hakkında ustalıkla kalem oynatabilmiştir. Tasavvufun
menşei konusu tartışmalıdır. Onay, yorumlarında tasavvufun kaynağının
Yeni Eflatunculuk olabileceğinden hareketle bu akımın öncülerinin
düşüncelerinden yararlanır. Plotinus, Anaksagor, Epikür, Epiktes, Sokrat,
Aristo gibi felsefeciler ile Mahmud şebüsteri, Mevlânâ, Âşık Paşa, Sinan
Paşa, Nabi, şeyh Galib, Sami, Ziya Paşa gibi mutasavvıf ve şairlerin
eserlerinden alıntı yapar.

K a y n a k l a r
KURNAZ, Cemâl (1999), Ahmet Talât Onay Hayatı-Eserleri. Ankara: Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları.
MACİT, Muhsin (1997), Nedim Divanı. Ankara: Akçağ Yayınları.
ONAY, Ahmet Talât (1917), Tedkîkât-ı Edebiyye: Nedim. Yazma Eser.
YILMAZ, Mehmet (1992), Edebiyatımızda øslamî Kaynaklı Sözler (Ansiklopedik
Sözlük). İstanbul: Enderun Kitabevi.

Ziyaret -> Toplam : 125,28 M - Bugn : 37243

ulkucudunya@ulkucudunya.com