S. AHMET ARVASİ
01 Ocak 1970
Türk-İslâm Dâvâsı’nın büyük eğitimcisi ve mütefekkiri
HER devirde nesiller, farkına varılmadan bazı yüksek şahsiyetler tarafından eğitilir ve yoğrulurlar. Hatta bu şahsiyetler, o dönemde yaşayanlardan da olabilir, ölmüşlerden de... Sonradan topluma hâkim olan çoğu fikirlerin kaynağı da o üstün insanlardır aslında. Bu genellikle bilinmez. Bazen de o kişilerin ağızlarından çıktığında anlaşılamayan, topluma uçuk ve radikal gelen birçok fikir ve anlayış çok sonraları tabii bir hâl alabilir. Bu, toplumun farkına varmadan gelişiminin ve değişiminin bir sonucudur. Sağlıklı olan da budur. Çünkü onlar toplumun gerçek önderleridir. Toplumlara ufuk kazandırırlar. Toplumların göremedikleri gerçekleri önceden görür ve dillendirirler, dirençle karşılaşacaklarını bilseler dahi... Toplumlar o şahsiyetlerin değerine ne kadar çabuk vakıf olurlarsa, o derece hızlı gelişir ve yüksek toplum seviyesine ulaşırlar.
Türk milleti tarih boyunca nice önder şahsiyetler çıkarmış, fakat bunların büyük kısmı ancak kaybedildikten sonra anlaşılır olmuşlardır. Bugün için, Türkiye’de on binlerce aydın insanın yetişmesinde, biliyoruz ki, Seyit Ahmet Arvasi’nin çok büyük emeği vardır. Bizim neslin tabiriyle “Arvasi Hoca” bir mütefekkir, eğitimci, pedagog ve bir eğitim sosyoloğu olarak genç nesillere yaklaşmış, Türk-İslâm kültür ve medeniyeti davasını kafalara ve gönüllere nakşetmiştir. Buna rağmen, bizim nesil onu yeterince anlayabildi mi, diye de sormadan edemiyorum. Rahmet-i Rahman’a kavuşmasının üzerinden yaklaşık 21 yıl geçmesine ve Türkiye’nin o günden bu güne çok hızlı değişmesine rağmen, birçok konuda bugünlere ışık tutan ve eskimeyen fikirlerinden dolayı yazılarını daha çok okumaya ve daha iyi anlamaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Çok şükür ki, onu yakından tanıma şerefine nail olmuş ve kitaplarının çoğunu adeta hıfzetmiş birisi olarak, onu, sadece inandığını söyleyen ve inançlarını hayatına yansıtan, günümüzde yaşamış bir asr-ı saadet Müslüman’ı gibi gördüm daima. Sizler de inanıyorum ki; yazılarını okuduğunuzda, her satırında bu samimiyet ve ihlası buram buram hissedersiniz. Sizi bütün ruhunuzla sarar götürür. Ümit ve dinamizm aşılar her an. Müthiş bir aksiyon ve mesuliyet hissiyle ayrılırsınız o satırlar arasından. Onu okuduğunuz zaman inandığınız değerler için daha çok şey yapma gereği hissedersiniz. O bir pedagog olarak adeta sizi ve fikirlerinizi şekillendirmekte, yoğurmaktadır.
Kitaplarında hayatın bütün yönlerine dair sizi harekete geçirecek fikirler bulabilirsiniz. Onları yeterince okuma fırsatı bulamayanlara bazı konulardaki görüşlerine dair bir miktar özet yapmak arzusundayım. Görürüz ki; karışık kavramlar onun dilinde ne derece açık ve net hale gelebiliyor. Ama onu daha iyi anlayabilmek için mutlaka aslından okumayı da tavsiye ediyorum.
Eğitim ve Deha
Arvasi, kitaplarında bir mütefekkir, pedagog ve bir eğitim sosyologu olarak eğitimi, millî savunmanın bir parçası olarak görür. Çağımızda emperyalizmi engelleyecek en büyük gücün millî ordulardan ziyade iyi yetişmiş aksiyoner kadrolar olduğunu söyler. Bir toplumun bağımsız kalabilmesi için çocuklarını millî ve evrensel şartlara uygun yetiştirmesi gerektiğini ifade eder. Bir ülkenin gelişmişlik seviyesini gösteren en önemli kıstas, insan unsurunu değerlendirme meselesidir. Yabancı emellere ve niyetlere göre tasarlanmış sömürge eğitimi, bir milleti esir, zelil ve şerefsiz kılar. Arvasi’ye göre çağımızda artık milletler arasındaki yarış ve savaşlar, dehalar ve çeşitli alanlarda yetişmiş uzman kadrolar arasında olmaktadır. Dehasını yetiştiremeyen toplum, çok şey kaybetmektedir. Çünkü deha doğurmayan toplumlar seslerini dünyaya duyuramazlar, evrensel mesaj veremezler. Deha toplumla, toplum da deha ile hayat bulur. Deha, millî ham maddeyi evrensel ölçülerde işleyendir aynı zamanda. Millî temellere sahip olamayan insanlar ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar dâhi olamazlar. Bugün Türkiye’de, maalesef halen Millî Eğitim Bakanlığı bu gerçeği kavrayamamıştır. Bu yüzden, kendi haline bırakılmış üstün zekâlı, dâhi çaplı çocuklarımız üzerinde yabancıların oyunları çok bariz olarak görülebilmektedir. Oysa onlar milletimizin en büyük hazineleridir.
Bu sebeplerle, eğitimde insanlar arası ferdî farkların önemi oldukça büyüktür. Bu farklar toplumlar için rahmet ve iyilik kaynağıdır. “Millî Eğitim’de bütün mesele, çocukları ve gençleri objektif tekniklerle, çeşitli açılardan ölçüp değerlendirdikten sonra tasnif etmek ve bu beşerî potansiyeli en verimli bir şekilde işleyerek millî ihtiyaçlara göre yoğurmaktır” der Arvasi Hoca. Bu, başarılı bir millî eğitim için temel şarttır ve insanların zekâ ve kabiliyetlerine göre tasnif edilip eğitilmesidir. Böyle bir eğitimden geçmiş üstün çocuklarımız arasından, Türk-İslam kültür ve medeniyetini ihya edecek nice mütefekkirler, sanatkârlar, ilim ve devlet adamları çıkacaktır. Çağdaş pedagoji bunu gerektirmektedir. Türkiye’nin bu konuda çok şumûllü bir eğitim seferberliği yapma zamanı geldi de geçiyor. Bu yüzden Türkiye’de Milli Eğitim Bakanı olan bir insanın gözüne bir an dahi uyku girmemesi lazımdır. Çünkü her geçen gün bu hazinelerimiz çalınmaktadır. Her geçen an, kaybedilmiş bir zamandır bu ülke için.
Nasıl ki bir baba, bütün maddi sıkıntılarına rağmen biricik çocuğunu iyi yetiştirmek için varını yoğunu harcayıp fedakârlık yapılabiliyorsa, Türkiye gibi ülkeler de maddî sıkıntılar içinde olsalar dahi, varını yoğunu bu gençlerimizin en iyi bir şekilde eğitilmeleri için harcamalıdır. Çünkü çocuklarını çağın icaplarına göre en iyi şekilde yetiştirmiş bir toplumun iktisaden kalkınmamış olması muhaldir, düşünülemez. Üstün nitelikli insana yapılan yatırım da asla boşa gitmez, misliyle kazandırır ülkesine. Bu konuda, Türk devleti hiçbir fedakârlıktan kaçınmamalıdır.
Aksiyonerlik
Arvasi Hoca, Türk milletinin gerilemesinin sebebini sığ düşünceli, yüzeysel ve şekilci iki grubun ilim ve irfan coğrafyamıza birkaç asırdır hâkim olmasına bağlar. Bunlardan birinci grup, kendi değerlerini hakir gören, Batı’dan gelen her şeyin üstün olduğunu düşünen taklitçiler; diğer grup ise, Batı’dan gelen her şeye karşı çıkan reaksiyonerlerdir. Oysa Arvasi, şahsiyetçi, kritikçi, istikrar ve yeniliği şahsında ve fikirlerinde dengeleyen, kendi değerlerine sahip çıkan, ama şuurlu bir şekilde bütün dünyadan alınması gereken yitiğini de bilen ve bu yönde gayret eden aksiyonerlere ihtiyacımız olduğunu söylemektedir. Onların, insanlığın ihtiyacı olan anlayışı tarihte olduğu gibi bugün de dünyaya sunacağına inanır. Aksiyon adamları tarih boyunca, ilim, siyaset, sanat ve ticarette daima yeni mesajlar vererek, yeni eserler ortaya çıkararak ve yepyeni hamleler yaparak çağdaşlarına meydan okumuşlar, toplumların ve medeniyetlerin önünü ve ufkunu açmışlardır. Ama 17. asırdan beri İslam âlemi bu dinamizmini kaybetmiş, aksiyoner kadrolar yerini, taklitçi veya reaksiyonerlere bırakmıştır.Aksiyonerlik bitince toplumların geri kalmaları ve sömürge olmaları kaçınılmazdır. Yeni ve genç nesillerin aksiyoner yetişmeleri ise, bağımsız toplumlar için bir gerekliliktir.
Milliyetçilik
Arvasi Hoca’nın bu konudaki görüşlerini önceki bir yazımda ifade etmiştim ama burada şunları da söyleyebilirim: Onun milliyetçilik anlayışı kesinlikle hayata yansıyan, yaşanılır bir tavır getirmektedir. O, Batı tarzı sloganik bir zihniyete değil, ülkesine, değerlerine aşk derecesinde bağlılık gerektiren bir milliyetçilik anlayışına sahiptir. O, aynen Mehmet Akif gibi inandığı değerlere paha biçmeyen, başka hiçbir milleti ve toplumu rencide etmeyen ve kucaklayan bir zihniyet ortaya koyar. Onun milliyetçilik anlayışının temelinde “Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” yüce kelâmı yer almaktadır. O, “Ben, bir Türk milliyetçisiyim. Ama bu, sadece Türk olduğum için değildir. Eğer, bir başka millete mensup olsaydım dahi yine Türk milliyetçisi olurdum. Zira tarihte Türk milleti kadar İslamiyet’in temel esprisini kavrayarak onunla bütünleşmiş başka bir millet yoktur. İnanıyorum ki, hem Türk olmak, hem Müslüman olmak, hem de çağdaş dünyaya öncülük etmek mümkündür. Bu yüzden ben İslam ahlâk ve imanına göre yaşamayı büyük saadet bilen, bütün Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslam’ı gaye edinen bir milliyetçilik şuuruna sahibim” diyor. Ona göre Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlü ise İslam dünyası da güçlüdür. Aksi olursa, Allah korusun, bütün Türk dünyası ile birlikte İslam dünyası da sömürgeleşecektir. O sebeple, İslam düşmanları Türk milletini sevmezler ve Türk devletinin güçsüz kalması çabasındadırlar. Türk devletini yıkmak, Türk milletini parçalamak isteyen bölücülerin asıl gayeleri İslam’a ihanettir.Bu yüzden bütün İslam âlemi, Türk milleti ve devletinin yeniden güçlenmesi için çaba sarf etmelidirler.
Ülkücülük
Ülkücülüğü, Allah ve Resulü davasına ve Türk milletinin değerlerine aşk derecesinde bağlı olmak ve bu dava için gözünü budaktan sakınmamak olarak açıklamaktadır Hoca. Dolayısıyla ülkücü olmanın bu büyük davaya ihlâs ve samimiyetle sarılmak gerektirdiğini söyler. Ona göre, ülkücüler tarih boyunca bu milletin fedaileri olmuşlardır. Bu gün her ne kadar toplum böylelerini hasretle beklese de, Arvasi’nin söylediği çizgiden giden bu tür şahsiyetlere ülkemizde çok rastlayabileceğimizi düşünüyorum. Fakat her idealist harekette olduğu gibi ülkücüler arasında da şovmenler vardır ve onlar çok kolay biçimde önde görünmeyi başarmaktadırlar. Çünkü gerçek ülkücüler aynı zamanda mütevazıdırlar, kendilerini sergilemekten kaçınırlar. O şöyle sınıflandırıyor: “Ülkücü geçinenler, ülkücülükten geçinenler ve gerçek ülkücüler…” İşte bu son grubu bugün ararsanız bu sebeple pek ortalarda bulamayabilirsiniz. Onlar, topluma hizmet noktasında gösterişten uzak milletin hizmetindedirler çünkü. Onun bu düşüncelerini yansıtan kitaplarının isminden dolayı da, Türkiye’de Arvasi adı, “Türk-İslâm Ülküsü” tabiriyle özdeşleşmiştir. Bu, bir başka açıdan “Türk’ün İslâm Ülküsü” olarak da anılmaktadır.
Kültür ve Medeniyet
Türkiye Cumhuriyeti aydınlarının fikir dünyasını uzun yıllar etkilemiş, halen de etkisi çoğunda devam eden Ziya Gökalp’e göre; hars (kültür) manevî, medeniyet ise maddî sosyal değerleri ifade eder. O “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” diyerek düşüncelerini ifade eder ve özetler. Peki ama böyle bir yaklaşımla siz Süleymaniye’yi, bir türküyü veya sazı, halıyı, kilimi veya içli köfteyi bir kültürel değer olarak nasıl alacaksınız? Arvasi Hoca, bu anlayışın ne derece yanlışlar ihtiva ettiğini sarih bir şekilde ortaya koymaktadır.
Ona göre kültür, bir insan grubunun tabiatı değiştirerek kendine uygun, yeni bir sosyal, iktisadî, estetik, hukukî, ahlâkî, siyasî ve fennî çevre geliştirmesidir. Bunun sonucu maddî ve manevî kültür değerleri ortaya çıkmaktadır. İnsanoğlunun tabiatı maddî planda değiştirme gayretlerinden de maddî kültür unsurları doğmaktadır. Bunlar arasında mimarlık, değişik sanatlar, musiki gibi pek çok maddî kültür eserleri yer alabilir. İnsanoğlunun kendine yönelişi; kendi bedenî, zihnî, hissî ve iradî güçlerini işleyerek değerlendirişi ise, onu manevî kültür değerlerine ulaştırmıştır. Manevî kültür unsurları, din, ahlâk, hukuk, edebiyat ve tefekkür hayatını oluşturur. Bu yüzden, kültürler millîdir ve millî tecrübeye dayanır. Süleymaniye’de, bir Türk halısında, bir Türk sofrasında ve bir Türk şiirinde, Türk kültürünün maddî ve manevî unsurlarını iç içe bulabilirsiniz.
Medeniyetler ise, kültürlerden bağımsız düşünülemez. Her medeniyetin ham maddesi, milletin asırlar içinden süzüp getirdiği, tarihî kültürel birikimidir. Medeniyetler de millîdir ve millî kültür değerlerinin geliştirilmesi, inceltilmesi, zenginleştirilmesi ve asrı hayran bırakacak bir terkibe ulaştırılması ile bir anlam kazanır. Kültürler medeniyetlerin ham maddesidir, ama medeniyetler toplumların bütün kültür unsurlarını topyekûn değerlendirir. İleri medeniyet anlayışına sahip milletler, kendi maddî ve manevî kültür unsurlarını asla yabancılaşmadan, kendi şahsiyet ve üslûplarını koruyarak, en ince ölçüler ve teknikler ile orijinal ve asrı hayran bırakacak bir birleşime ulaştıran toplumlardır. Burada, bütün kültür unsurları birbiriyle anlamlı bir uyuşma içindedir.
Medeniyetler millî olmakla birlikte, aynı değerlerden beslenen akraba medeniyetler de vardır. Arvasi’ye göre bir Türk, bir Arap, bir Fars medeniyetinden bahsedilebilir. Fakat bunların üzerinde aynı kültür dairesindeki milletler bir arada düşünüldüğünde bir “üst sistem” olarak İslam medeniyetinden bahsedilir. Çünkü İslamiyet, birçok millî medeniyete damgasını vurmuştur. Üst sistem tabiri, meşhur sosyolog P. Sorokin’e aittir. Medeniyetler, kültürleri, seviyeleri, insanlığa sundukları evrensel mesajları, ölçme değerlendirme teknikleri, incelikleri ve ortaya koydukları orijinal terkipleri ile birbirlerinden ayrılırlar ve değerlendirilirler. Tabii ki, kültürler ve medeniyetler orijinalliklerini kaybetmeden birbirlerinden etkilenseler de, bir milletin başka bir medeniyete geçmesi mümkün değildir. Bozulurlar, üstün medeniyet vasfını kaybederler belki, ama mesela Türk milleti hiçbir zaman Batı medeniyetine (üst sistemine) dâhil olamaz. Bu olursa, o zaman ortada Türk milleti diye bir millet kalmaz.
Toplumların Değişimi
S. Ahmet Arvasi’ye göre, toplumlarda değişim şarttır ve gereklidir. Bu kendiliğinden ve çok yavaş bir şekilde ve tekâmül yoluyla olabilir ki toplumların değişiminde çok emin bir yoldur. Diğerleri ise farklı tarzlarda müdahalelerle gerçekleşir. Müdahaleyle olanların içinde radikal bir kadroyla ve hızla yapılan bir değişimler de vardır ki, yanlış kişilerin eliyle toplum bundan çok zarar görebilir, doğru kişilerle yapıldığında ise güzel sonuçlara ulaşılabilir. Buna “inkılâp” denir. Sağlıklı olduğu takdirde toplumlara büyük faydalar getirebilir. “İhtilâl”lar ise, millete rağmen olan hızlı değişim çabalarıdır ve genellikle sistemini oturtamamış cahil toplumlarda, milletine yabancılaşmış çıkarcı grupların hizmetindeki kadrolar tarafından gerçekleştirilir. Bu yüzden, hem ızdıraplıdır, hem de tehlikelidir.
Değişimin en kestirme ve sıhhatli olanı, millî ve çağdaş kafaya sahip ilim, sanat ve eğitim alanındaki kadrolarla yapılır. Bu sağlıklı ve toplumları çok büyük bir hızla yukarılara sıçratan bir değişimdir. Aslında bu yöntem toplumların inançlı ve şuurlu aksiyoner kadrolar tarafından eğitilmesidir. Buna Batı’da “Rönesans tarzı” değişim de denmektedir. Bu tür bir değişim aynı zamanda, bir milletin kültür ve medeniyetinin yeniden dirilişi ve hayat bulmasını temin eder. Bu, “yabancılaşmadan çağdaşlaşmaktır”. Milletin ihtiyacı olan dinamizm ancak böyle kazanılır. Böyle bir değişim, aynı zamanda bir seferberlik hareketidir ki, milletler bu yolla büyük gelişme ve hamle yaparlar.
İslam’ın ilk dönemindeki gelişmeyi böyle bir eğitim hamlesiyle açıklayabiliriz. Burada peygamberî bir eğitim söz konusudur ve ona inanan cahil bir toplumun duyduklarını hayatına aktararak çağlar üstü bir toplum haline gelişinin örneğini çok bariz olarak görürüz. Böylece, adeta yerde sürünen bir cahiliye toplumundan, her biri bize gökteki yıldızlar gibi ışık olabilecek 300.000 kişilik bir sahabe ordusu ortaya çıkmıştır. Biz o döneme “asr-ı saadet” diyoruz. İşte, tarih içerisinde büyük medeniyet hamleleri yapmış ve kalkınmış bütün toplumların temelinde böyle inançlı ve iyi yetişmiş idealist kadro ve dâhilerin rolü vardır. Millî eğitimin ve aydınların görevi, tartışmasız bu kadroları yetiştirmek olmalıdır.
Estetik Anlayışı
Estetik anlayışı, toplumların kültür unsurları arasındadır ve dünyaya bakışın nezaket, incelik ve güzellik kazanmasıdır. Estetik anlayışı gelişmemiş bir toplumda medeniyetin ortaya çıkması mümkün değildir. Medeniyet, dünyaya bütün yönlerden birbirine uyumlu bir estetik anlayışla bakmayı gerektirir. Mimarîde, musikide, sanatın her alanında, sosyal bilimlerde, şehircilikte ve insan ilişkilerinde temel bir millî ve evrensel estetik anlayışı yer almalıdır. Biz bu bütünlüğü kaybettiğimizden beri aslında medeniyet anlayışını da kaybettik, arabesk bir toplum olduk. Mesela, bugünkü şehirlerimizin hali bu estetik kaygının haklılığını adeta gözümüzün içine sokmaktadır. Arvasi, aydınların ve sanatkârların Türk milletinin estetik anlayışını yaşanılan çağa uygun olarak yeniden geliştirmek zorunda olduklarını söylemektedir. Bu sebeple, inançlı ve milliyetçi sanatçılara, söz ve yazı ustalarına, ilim adamlarına büyük sorumluluklar düşmektedir.
Din Anlayışı
Arvasi, dinî konularda çok vehim sahibi olduğunu söyler, hainlerin İslam dinine, özellikle de ehl-i sünnet çizgisine yönelik çok büyük tahrip çalışmaları olduğunu ifade ederdi. Özellikle İslam toplumlarındaki Hz. Peygamber sevgisini yok etme çalışmalarının bariz olarak bazı kitaplarda yer aldığını bize göstererek bu şüpheciliğini izah etmeye çalışırdı. Eğer, Müslümanların kafasında ve gönlünde bu sevgi azalır ve Allah’ın şanlı Resulü hakkında şüphe ve istifhamlar oluşturulursa, o zaman İslam’ın yaşanır olmaktan çıkacağı planları yapılmaktadır hainler tarafından. Böylece, İslam sadece bir felsefî birikim olarak kalacaktı. Özellikle batılıların, Türk milletindeki Kuran ve peygamber bağlılığını yok etmedikçe huzura kavuşamayacağını vurgulardı. Arvasi, bütün Türk gençliğini bu konuda uyarmamızın hayatî öneme haiz olduğunu ve İslam’dan asla taviz vermememiz gerektiğini sık sık ve mutlaka ifade ederdi.
Bunun dışında, bir gün “Biz Türkler, Alevî-meşrep Sünnîleriz” demişti de anlayamamış, garipsemiştim önceleri. Ancak çok sonraları anladım ne demek istediğini. Bir gazeteci arkadaş, İran hatıralarını anlatırken İranlıların Türk milletindeki Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisini duyduklarında şaşırdıklarını ifade etmişti. Onlar Türklerin, Arapların birçoğunda olduğu gibi Kerbela hadisesi gündeme geldiğinde Muaviye ve Yezid tarafını tuttuklarını sanmaktaymışlar. O gazeteci arkadaş, bunun böyle olmadığını, Türk toplumunda hiç Muaviye ve Yezid ismi bulunmadığını, aksine Ali, Hasan ve Hüseyin ismine çok fazla rastlandığını, hatta bu isimlerin camilerimizde de asılı olduğunu söylemiş. Bütün bunları Şiilerin şaşkınlıkla dinlemeleri, İslam dünyasının birbirini ne kadar az tanıdığının bir göstergesidir aynı zamanda. Bu hatırayı okuyunca Arvasi Hoca’nın demek istediğini anladım. Gerçekten bizler, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’e karşı büyük sevgi besleyen Alevî-meşrep Sünnî Müslümanlarız.
S. Ahmet Arvasi, dini toplum dışına itenlere adeta haykırırcasına karşı çıkar, ayet ve hadisleri hayatın tam merkezine oturtarak yaşanır kılınmasını isterdi. Oysa Türkiye’de sağ aydınların –fikren karşı olsalar da- yaşayış ve tavırlarına laiklik ve sekülerizm hâkim olmuş, dinî referanslardan “suçlanırım” endişesiyle uzak durmuşlardır. Fakat bilinmesi gerekir ki İslam, bu milletin can suyudur. Ondan kendini uzak tutmaya çalışan, Türk milletinin şifrelerine de asla sahip olamaz. Bu sebeple de milletin tasarrufları karşısında şaşkınlıktan zaman zaman dillerini yutarlar.
İlmihal Kitabı
S. Ahmet Arvasi Hoca’nın yayınlamış olduğu “İlmihal” kitabı şimdiye kadar görülmemiş bir tarzda hazırlanmıştır. Hoca, kitabını bir pedagog olarak işlediği için, özellikle gençler tarafından çok beğenilmekte, bitirilmeden elden bırakılmamaktadır. İlmihalin Müslüman’ın hayatında ne kadar öneme haiz olduğunu anlatmaktadır. Bir müminin hayatını beşikten mezara kuşatan İslamî inançlar, emirler ve yasaklar sistemi demektir ilmihal. Yani, insan terbiyesidir. İnsanın hayatını doğum öncesinden ölüm sonrasına tanzim eden bir ilimdir. Bu sebeple bu ilmihal kitabı, insanı anne karnından ölüm sonrasına kadarki zaman dilimi içinde İslamî olarak incelemekte, her anına dinî açıklamalar getirmektedir. Sadece kafadaki sorulara cevap bulmak için okunulan kitaplar sayılan İlmihallere karşılık bu kitap, insan hayatının her anına cevaplar veren, bir Müslüman için gerekli bütün bilgilerin öğrenileceği bir kaynak eser olmuştur. Milli Eğitimin bir pedagog ve eğitim sosyologu tarafından yazılan bu kitabı tanımamış olması ve bigâne kalması Türkiye’de eğitim adına çok büyük bir kayıptır. Kendini ülkücü kabul eden insanlar içinse, bu kitabın hakkını vermek şarttır. Bir defa değil, birkaç kez okunmayı hak etmektedir. Hatta inanıyorum ki, pek çok din adamı da bu kitap sayesinde gençlere karşı pedagojik yaklaşımı daha iyi öğreneceklerdir.
İnsan Bilgisi Bilimi
Merhum S. Ahmet Arvasi’nin bizlere orijinal bir teklifi de vardır. Halen bu konuda bir çalışma emaresi görülmese de o, yaklaşık 30 yıl kadar önce “İnsan Bilgisi Bilimi” kurulmasını teklif etmiştir. O’na göre, ilim insanı insan olarak bütün yönleri ve tam manasıyla ele alamamıştır. Oysa her fikrin, her dava anlayışının öncelikle bir insan anlayışı, insana bakış tarzı olması gerektiğini ifade etmektedir. Bu sebeple, başarının ve insanı mutlu etmenin yolu insanı hakkıyla tanımaktan ve merkeze almaktan geçer. İlmin gelişmesine rağmen, insanın mutlu olamayışının temelinde insanın bütün yönleriyle bilinememesi yatmaktadır. Çünkü ancak “Kendini bilen, Rabbini bilir”.
Bu yüzden, insanı merkeze alan, sahip olduğu değerleriyle eşyanın mantığını aşmış ve bir prensipler zincirine ulaşmış bir bilim dalına ihtiyaç vardır. Bize düşen iş, insan bilgisinin ham maddesini aydınlatmaktır. Bu bilim sadece insanlığın sahip olduğu ortak kavramlar üzerinde çalışacaktır. İnsanlığı oluşturan mantığı ortaya çıkarma gayretidir aynı zamanda. Bu çıkış, Batı’nın ortaya koyduğu ve sadece aklın kanunlarını temel alan anlayışın iyiyi, doğruyu ve yaratıcı iradeyi açıklayamayacağını iddia eder. Böylece Batı anlayışının, insan konusunda çuvalladığını da gözler önüne serer.
İnsanlar, ortak hükümlere değil, ortak kavramlara sahiptir. Buradan yola çıkılırsa, insanların yorumlarını kaldırıp ortak kavramlarla bu bilimin temelleri atılabilir. Bu ham maddeler ilmin farklı yönlerinden değerlendirilerek insanı tanımaya yönelik yeni ve gerçek bir bilim dalı ortaya konulabilir.
S. Ahmet Arvasi’nin bu teklifi inşallah çeşitli ilim ve tefekkür adamları tarafından değerlendirilir de, ilim ve irfanımıza böylece katkı sağlanmış olur.
Sonuç
Sonuç olarak diyebiliriz ki bugün hala aydınlarımızın içinden çıkamadığı birçok kavram, onun dilinden o kadar sarih ve net anlatılmıştır ki, bu yüzden, bugünün problemlerinin tespit ve tedavisinde onun yazıları başucumuzda çözüm kaynakları olarak bulundurulması gerekmektedir. Onun bu fikirlerinin bugüne çözüm olarak yansıması yolumuzu da açacaktır. Çünkü o isabetli çözümlere bugün bile ihtiyacımız var. Üzerinde tartıştığımız ve bir türlü net cevaplar bulamadığımız ve toplum nezdinde de karşılık bulamayan çözümlerin sakatlığı, referans noktasının bizden değil, Batı’dan olmasıdır. Arvasi’ye göre, bizim bütün sıkıntılarımızın kaynağı kendimizden uzaklaşmaktır. Batı’nın ve İslam’ın zihniyet temelleri arasında insan anlayışından itibaren taban tabana zıtlık vardır. Bu sebeple, kendi temel eserlerini okumayan, böylece Türk milletinin tarih boyunca değişmeyen ruh yapısına ve hasletlerine vakıf olamayan, ama Batı’nın fikir alt yapısıyla beslenen aydınlar bu millete çözüm sunamazlar. En basitinden yerli kafaya sahip olduğunu söyleyen çoğu milliyetçi aydının bu gün ülkenin meseleleri konusunda içine düştükleri çıkmazın sebebi de budur. Batı’dan alınmış milliyetçilik anlayışı ile Güneydoğu da dâhil hiçbir meselemiz çözülememektedir. O, bundan dolayı, aydınlarımızın ve aydın olacak gençlerin öncelikle kendi klasiklerimizi okumalarını salık vermektedir. Çünkü milletimizin şifreleri oralarda yatmaktadır.
Değerli okuyucu dostlarım; bizim neslin eğitimcisi ve büyük mütefekkir Seyit Ahmet Arvasi’nin üzerine değindiği konu tabii ki bunlarla sınırlı değil. Onun kitapları adeta birer derya… O kitaplarında, bizim ilim ve irfanımıza ve medeniyet birikimimize ait klasik kitaplarımızla bugünkü modern ilmî yaklaşımları adeta mezcetmiştir.O deryadan kana kana içmeyi, onun kitaplarını yeniden ele alıp okumayı salık veriyorum herkese. Her okuduğunuzda, yerinizde duramayıp daha çok şey yapma isteğinizin geliştiğini göreceksiniz...
Muhterem Hocamıza Allah’tan rahmet, yolundan gidenlere de başarılar temenni ediyorum…