« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

08 Oca

2012

AKŞEMSEDDİN

01 Ocak 1970

(ö.863/1459) Fâtih'in hocası, mutasavvıf, âlim-tabip ve şair.

Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza'dır. Ancak Akşemseddin veya kı¬saca Akşeyh adıyla şöhret bulmuştur. 792 (1390) yılında Şam'da doğdu. Avdrifü'l-ma'ârif sahibi Şeyh Şehâbedd'in Sühreverdrnin (ö. 632/12341 torunların¬dan Şeyh Hamza'nın oğludur. Baba ta¬rafından nesebi Hz. Ebû Bekir'e kadar uzanmaktadır. Yedi yaşlarında babasıy¬la birlikte Anadolu'ya gelerek o zaman Amasya'ya bağlı olan Kavak ilçesine yer¬leştiler (799/1396-97). Kur'an'ı ezberleyip kuvvetli bir dinî tahsil gördükten sonra Osmancık Medresesi1 ne müderris oldu. Yine bu arada İyi bir tıp tahsili yaptığı da anlaşılmaktadır. Hayatı hakkında en geniş ve doğru bilgilerin yer aldığı Enîsînin Menâkıbnâme'sine göre “İlm-i bâtın lezzeti dimağından gitmediği için”, tahminen yirmi beş yaşlarında iken ken¬disine bir mürşid aramak üzere Fars ve Mâverâünnehir'e doğru yola çıktı; an-cak arzusunu gerçekleştiremeden geri döndü. Bazı tavsiyeler üzerine Hacı Bayrâm-ı Velîye intisap etmeyi düşündüyse de vazgeçti ve şöhreti Anadolu'ya ka¬dar yayılmış bulunan Zeynüddin el-Hâlifi’ye intisap için Halep'e gitti. Fakat bir gece rüyasında, boynuna takılı bir zinci¬rin Hacı Bayram'ın elinde olduğunu gö¬rünce Ankara'ya döndü. Akşemseddin hakkında bugüne kadar en geniş araş¬tırmayı yapmış bulunan A. İhsan Yurd, Akşemseddin'in Delu metâcin adlı ese¬rinde Zeynüddin el-Hâfi’ye açıkça tariz¬de bulunduğuna dikkati çekerek tenkit ettiği bir kimseye intisap etmeyi düşünmeşinin mümkün olamayacağını belirt¬mekte ve onun doğrudan doğruya Hacı Bayram'a bağlandığını kaydetmektedir. İntisap tarihi belli olmayan Akşemsed¬din sıkı bir riyazet ve mücahededen son¬ra kendisini takdir eden şeyhinden kısa zamanda hilâfet aldı. Akşemseddin'in içinde çileye girdiği hücre bugün de An¬kara Hacıbayram Camii bodrumunda mevcuttur ve şeyhin adıyla anılmakta¬dır. [772] Daha son¬ra şeyhinin yanından ayrılarak Beypazarı'na gitti, burada bir mescid ve de¬ğirmen inşa ettirdi. Fakat halkın bü¬yük rağbet gösterip etrafına toplanma¬sı üzerine günümüzde Corum'a bağlı olan İskilip kazasında Kösedağı civarın¬daki Evlek köyüne çekildi. Bir süre son¬ra buradan da ayrılarak GÖynük'e yer¬leşti ve orada da yine bir mescidle değirmen yaptırdı. Bir yandan çocukları¬nın, diğer yandan da dervişlerinin tâ¬lim ve terbiyeleriyle meşgul oldu; bu arada hacca gitti. Şeyhi Hacı Bayrâm-ı Velînin vefatından sonra onun yerine irşad makamına geçti (833/1429-30).

Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayram'ın II. Murad'la münasebetlerinde hemen daima yanında olduğundan oğlu II. Meh-med ile de tanışmış ve tahta çıktıktan sonra da onunla görüşmeye devam et¬mişti. Tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber İstanbul'un fethinden önce iki defa Fâtih'in yanına Edirne'ye giden Ak¬şemseddin, ilkinde II. Murad'ın kazaske¬ri Çandarlıoğlu Süleyman Çelebi'yi. öbür defasında da Fâtih'in kızlarından birini tedavi ederek iyileştirmiş, Fâtih'in kızı da kendisine Beypazan'ndaki pirinç mez-raalarını vermişti. Fâtih 1453 yılı baharında İstanbul'u muhasara etmek üzere ordusuyla Edirne'den yola çıkınca Ak¬şemseddin, Akbıyık Sultan ve devrin di¬ğer tanınmış şeyhleri de yüzlerce müridleriyle ona katıldılar. Akşemseddin kuşatmanın en sıkıntılı anlarında gerek padişahın gerekse ordunun manevî gü¬cünün yükseltilmesine yardımcı oldu. Araştırmacılar, Akşemseddin'in bu sı¬kıntılı anlarda zaferin yakın olduğu müj¬desini vererek sabredip gayret göster¬mesi gerektiğine dair Fâtih'e yazdığı mektupların fethin kısa zamanda ger-çekleşmesinde büyük bir tesiri olduğu¬nu belirtmektedirler [773] Fetihten sonra Ayasofya'da kılınan ilk cuma namazında hutbeyi Akşemseddin okuduğu gibi, İslâm ordularının daha önceki kuşatmalarından birinde şehid düşmüş olan sahabeden Ebû Eyyûb el-Ensâr’nin kabrini de Fâtih'in isteği üze¬rine yine o keşfetti. Fâtih tarafından ki¬liseden çevrildikten sonra Fâtih medre¬seleri yapılıncaya kadar önce medrese olarak kullanılan Zeyrek Camii'nin gü¬ney ihata duvarında pencere üstünde¬ki bir kitabeden, Akşemseddin'in İstan¬bul'da bulunduğu yıllarda burada otur¬duğu ve ders verdiği anlaşılmaktadır. [774] Fetihten sonra padişahın tac ve tahtını terkedip bütü¬nüyle şeyhe bağlanmak ve ondan tarikat ahkâmını öğrenmek istemesi üzerine Akşemseddin büyük bir dirayet göste¬rerek Fâtih'in bu arzusuna engel olma¬ya çalıştı. Bunu başaramayacağını anla¬yınca Gelibolu üzerinden Anadolu yaka¬sına geçerek Göynük'e döndü. Sultanın, gönlünü almak üzere arkasından gön¬derdiği hediyeleri geri çevirdiği gibi Göy¬nük'te yaptırmak istediği cami ve tek¬keyi de kabul etmeyerek sadece bir çeş¬me yapılmasına razı oldu.

Hayatının son yıllarını Göynük'te ge¬çirdiği tahmin edilen Akşemseddin. Menökıbnâme'ye göre 863 Rebîülâhirinin sonunda (Şubat 1459) burada vefat etti. Türbesi halen ziyaretgâhtır. Halifelerin¬den Abdürrahim Karahisârrnin 865'te (1460-61) Mahmud Paşa adına kaleme aldığı Vahdetnâme'n\n başında yer alan bir beytine göre, Akşemseddin'in bu ta¬rihten önce vefat etmiş olduğu açıkça anlaşıldığından. Meriâkıbnâme'’deki ve¬fat tarihinin doğruluğuna hükmedilebi¬lir. Nitekim bugün türbe kapısı üzerinde bulunan inşa kitabesi de 863 Rebîülâhirini göstermekte ve menâkıbm verdi¬ği bilgiyi doğrulamaktadır. E. Hakkı Ayverdi'nin kitabedeki “Rebîayn” kelimesi¬ni “Rebıülevvel” olarak kabul etmesinin izahı zordur. Türbesi vefatından beş yıl kadar sonra yapılmış olup sandukası üzerindeki yazı da oğullarından Mehmed Sâdullah'a aittir. Evlâtlarından Mehmed Sâdullah ve Nûrullah da bu türbede yat¬maktadır.

Kaynaklarda aynı zamanda “Tabîb-î ebdân” olduğu, devrinin iyi bir hekimi sıfatıyla da şöhret kazandığı ve tıbba dair eserleri bulunduğu belirtilen Ak¬şemseddin'in, tıp tarihinde ilk defa mik¬rop meselesini ortaya atmak ve hastalıkların bu yolla bulaştığı fikrini Öne sür¬mekle, bu alanda kesin bilgiler veren Fracastor adlı İtalyan hekimden en az 100 yıl Önce bu konuya ilk temas eden tabip olduğu kabul edilmektedir. Ad¬nan Adıvar gibi bazı müellifler, ilk önce Dr. Osman Şevki Uludağ'ın işaret ettiği bu konuda biraz tereddütlü davranırlar¬sa da Bedi N. Şehsuvaroğlu bunun ger¬çekliğini inandırıcı bir şekilde ve açıklık¬la ortaya koymuştur.

Akşemseddin'in yedi oğlu olmuştur. Bunlar sırasıyla Sâdullah, Fazlullah, Nû¬rullah, Emrullah, Nasrullah. Nürülhüdâ ve Hamdullah Hamdi adlarını taşımak¬tadır. Bunlardan küçük oğlu Hamdullah Hamdi (ö. 909/15031 hey'et, nücûm ve mûsikide iyi derecede bilgi sahibi olup aynı zamanda devrinin önde gelen şair¬leri arasında da yer almıştır.

Akşemseddin'in kurduğu Bayramiyye'nin Şemsiyye kolu kendisinden son¬ra Göynük'te oğlu Fazlullah. Kayseri'de İbrahim Tennûrî. İskilip'te Attaroğlu Muslihuddin. Ankara ve civarında ise Hamza eş-Şâmi tarafından devam etti¬rilmiştir.

Eserleri. Akşemseddin'in eserlerinin büyük bir kısmı tasavvufa dair olup başlıcalan şunlardır:

1) Risâletü'n-nûriyye. Sadece Nûriyye olarak da anılan bu Arapça eser, devrinde şöhreti çok yay-gınlaşan ve bu sebeple hakkında bazı dedikodular çıkarılan Hacı Bayrâm-ı Veli ve dervişlerini savunma maksadıyla yazılmıştır. Akşemseddin eserinde, “Tâife-i nûriyye” adını verdiği sûfîleri mü¬dafaa ederek onların özelliklerini, tasavvufî ahlâk ve âdabı anlatır. Kitap¬ta geçen tarihlere bakarak eserin 838-841 (1434-1438) yılları arasında kale¬me alındığı söylenebilir. Risâletü'nnûriyye, A. İhsan Yurd tarafından Arapça metni ve Akşemseddin'in kardeşi Hacı Ali'nin Türkçe tercümesiyle birlikte ya¬yımlanmıştır. [775] Bayramı ha¬lifelerinden Bolulu Himmet Efendi ta¬rafından 1071'de (1661) yapılmış eksik bir tercümesi ise Süleymaniye Kütüphanesi'ndedir. [776]

2) Def'u metâ'ini'ş'Şüfiyye. Kı¬saca Defcu metalin adıyla da anılan bu kitap bazı kaynaklarda Hall-i Müşkilât olarak zikredilmektedir. 856 (1452) yı¬lında kaleme alınan bu Arapça eser Muhyiddin İbnü'l-Arabî ve benzeri bazı bü¬yük mutasavvıfların küfür ve ilhadla it¬ham edilmelerine karşı onların sözleriy¬le Kuşeyrî, Gazzâlî. Cüneyd-i Bağdadî. Necmeddîn-i Kübrâ gibi tanınmış ulemâ ve meşâyihin sözleri arasında bir fark olmadığını, ikincilerin eserlerinden nakil¬ler yaparak göstermekte ve hepsinin ay¬nı yolda bulunduklarını ispata çalışmakta ve ithamları reddetmektedir. Kaynak¬larda eserin Telhîşu Def ci meta cin adıy¬la bir hulâsasından bahsed iliyorsa da şimdiye kadar böyle bir esere rastlan¬mamıştır.

3) Makamât-ı Evliya. “Mürşid kimdir, makâm-ı velayet nedir ve de¬receleri nelerdir” gibi tasavvufî konuları işleyen Türkçe bir eserdir. A. İhsan Yurd tarafından beş nüshası karşılaştırılarak neşredilmiştir. [777], Risâle-i Zikrullâh, Risâle-i Şerh-i Akvâl-i Hacı Bayrâm-ı Velî ve Risale fî devrâniş-şûfiyye adlı eserleri ise bu¬güne kadar ele geçmemiştir. Kütüpha¬ne kataloglarına değişik isimlerle geç¬miş bazı eserleri ise Defctı meta cin ve Risâletü'n-nûriyye'nin çeşitli bölüm¬leridir. [778] Ayrıca Ak¬şemseddin'in Fâtih'e yazdığı iki mek¬tubu bilinmektedir. Bunlardan biri Ha¬lil İnalcık, diğeri ise Bursalı Mehmed Tâhir tarafından yayımlanmıştır. Ona nisbet edilen ve yaklaşık kırk beş beyit-lik Türkçe manzum bir risale olan Nasîhatnâme-i Akşemseddin' ise yine A. İhsan Yurd. Süleymaniye Kütüpha¬nesi nüshasına [779] dayanarak neşretmiştir. [780] Kemal Eraslan da Akşemseddin'in yazma bir mecmuada bulduğu otuz se¬kiz şiirini imlâ özellikleri ve açıklamalı sözlüğüyle birlikte yayımlamıştır. Mâddetü'l-hayût veya Mâidetü'l-hayât'ın ona aidiyeti tartışmalı olmakla beraber araştırmacıların çoğu bunun Akşemsed¬din'in eseri olduğunu kabul etmiş gö-rünmektedir. Bu eserin geç tarihlerde istinsah edilmiş pek çok nüshası vardır. En eski tarihli nüsha. 1096 (1685) yı¬lında istinsah edilen Ali Ernîrî yazmasıdır. [781]

Ziyaret -> Toplam : 125,27 M - Bugn : 28760

ulkucudunya@ulkucudunya.com