Himalayalarda İkbal Arayan Yalnız Bir Adam
Dr.Mustafa YILMAZ 01 Ocak 1970
“Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Yazının tarzı hoş ama içinde manâ kıt... Sözler, yazılar; tuzaklara benzer. Tatlı sözler bizim ömrümüzün kumudur. İçinde su kaynayan kum pek az bulunur; yürü, onu ara!” Mevlana
“İnanç, İbrahim gibi tehlikede olmaktır.” İkbal
Modern zamanların nesnesi insandır. Yönetilmek üzere kurgulanmış insanlar! Dili spekülasyona dayalıdır modern zamanların. Yada bir Kızılderili yerlinin sözüyle ifade edecek olursak ‘beyaz adam çatal dillidir’.
İnsanların yönetilmesi için sayılmaları, numaralandırılmaları, vergilendirilmeleri, ‘eğitilmeleri’, okullarda, kışlalarda, hastanelerde, işyerlerinde kurallara bağlanmaları gerekir! Sonuçta Foucault’nun dediği gibi yol tımarhaneye yada hapishaneye varır. Yaşanan trajedi, en kadim hikayelerden daha acıklıdır ama bedenler duyarsızlaştırılmış, sinirler alınmış, zihinlere korseler giydirilmiştir.
Walter Benjamin ‘aynı zamanda barbarlık belgesi olmayan hiçbir uygarlık belgesi yoktur’ derken, bir duruma işaret ediyordu. Tarihsel bir duruma. Uygarlık modern barbarlıktır. Estetize edilmiş sömürü, savaş ve ölüm makineleriyle hareket eder. Medeniyet zaman ve mekan bağımlıdır. Edimseldir. İnsan tecrübesinin toplamı belli bir siyasal, kültürel, askeri, iktisadi düzeye ulaşınca bunun adına medeniyet diyorlar. Dolayısıyla bazı Müslümanların ‘medeniyet’ kavramsallaştırması ile tanımlanmaya karşı çıkışları anlamlı bulunmalıdır. Medeniyet zaman ve mekan bağımlı iken, İslam’ın kendisi bu iki öğeyi dışlamaz ama kendi gerçeklik ve varoluşuyla alakalı olarak bağlayıcı saymaz.
Edward Said’in belirttiği gibi hümanizm, emperyalizmin narsist bireyciliğinden, bölücülüğünden ve beyaz adamın yönetimini haklı çıkaran sömürgeci bencilliğinden kaynaklanır aslında, fakat yine aynı abus yüzün perdesi olup çıkar. Césaire’nin ve Fanon’un da algıladığı sömürgeci iki yüzlülük budur.
Cemil Meriç’ten dinleyelim bir de bu yeni insanlık dinini: ‘İmanını kaybeden bir çağın dini. Sözünü dinletmek isteyen her felsefe bu kaftana bürünmek zorunda. Marksizmden egzistansiyalizme kadar Avrupa'nın tüm düşünce akımları hümanist. Kavramdan çok kılıf; kelime değil bukalemun: demokrasi gibi, sosyalizm gibi. Hümanizm genç bir kavram, batı dillerini 1850'den sonra fethetmiş. Ama müstağriplerimiz hemen benimsemiş kelimeyi, onlara göre Yunus'lar, Mevlana'lar, Hacı Bektaş Veli'ler su katılmamış birer hümanist. Hümanizm nedir, kimsenin tarife yanaştığı yok.’ ‘Hümanizm, Avrupalı için kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put. Hümanizm bir aydın hastalığı ama kimse bu izmin hudutlarını çizemiyor. Diyorlar ki hümanizm, insanı mükemmelleştirmek, varabileceği en yüksek irtifaa yükseltmek yani gerçek insan, kamil insan yapmak.’ ‘Hümanizm insanın tanrılaştırılmasıymış, hangi insanın, feylesofun mu, kozmonotun mu, yığının mı?’
Biz bu sömürgecileri yüzyıllardır tanıyoruz. Mazlum halkların kanını emen bu şişman keneler yüzlerce yıldır bize gülücükler dağıtıyor. Bu kaftanlar giyinmiş Helenik ozanlar kılıçlarıyla geçemedikleri sınırları kitaplarıyla, yazarlarıyla, seyyahlarıyla geçtiler ve zehirlerini sihirli bir iksir gibi doğu milletlerine sundular. Susuzluktan bunalmış mahrum milletler bunu doyasıya içmek derdine düştü. Düşman ‘ağuyu altun tas içre sunar, bal da onun şerbeti’! Doktor Şeriati’ye kulak verelim: ‘Karşınıza bir Asya ve Afrika haritası açınız. Afrika’yı çok iyi tanıyoruz. Çünkü, daha yakın zamanlarda sömürüye ve Batı sömürgeciliğine karşı yürütülen hareketlere Afrika’da tanık olduk. Afrika’da Müslüman ülkeler olduğu kadar, Müslüman olmayan ülkeler de var. Afrika asıllı bir Fransız yazarı olan Schandel’in deyimiyle “Afrika haritasının tümü yerküre üzerinde bir damla gözyaşını, sıcak bir gözyaşı damlasını andırmaktadır.” Evet, Afrika yerkürenin gözyaşıdır, kavrulmuş bağrıdır. Kalp de gözyaşı damlası gibi değil midir? Her ikisi de dert arkadaşıdır, aynı tür yaşantı içindedirler. Afrika bu yerkürenin yaralı kalbi, yanık gözyaşlarıdır. Neden mi? Tarih boyunca kölelik ateşlerinde yanan ve yeni tip sömürünün de hedef seçtiği kurbanlıktır Afrika da ondan.’
Geçtiğimiz yüzyılın başlarında İslam dünyasında emperyalizme [o tarihlerde İngiliz müstemlekeciliğine] karşı yükselen ilk ses Seyyid Cemaleddin’in sesidir. Bu ses Hindikuşlardan Kahire’ye ve oradan ta Avrupa içlerine kadar yankılanır. Edward G. Browne’nin dediği gibi ‘kuvvetli bir karakter, olağanüstü bir bilgi, bitmez tükenmez enerji, müthiş bir cesaret, yazma ve konuşma hususunda hayret verici belagat ve fesahat, heybetli bir dış görünüş’ sahibi Seyyid Cemaleddin’in dertli ve gür sesidir bu. Seyyid Cemal cübbesinde, mazlum milletlerin yaşadığı devasa bir coğrafyanın tozunu, toprağını taşıyan adamdır. Bu açıdan Seyyid Cemal bu yolda önemli bir duraktır. Daha doğru bir ifadeyle bir yol açıcı ve yol göstericisidir.
Seyyid Cemaleddin’in bu feryadı Allame İkbal’in ruh üfleyen nefesiyle bir ateşe dönüşür Asya’da. Çünkü O, ‘Bergson gibi düşünüyor, Mevlana gibi seviyor, Nasır Hüsrev gibi imanın şiirini söylüyor, Seyyid Cemal gibi Müslüman halkların sömürüden kurtulması için savaşıyor, Tagor gibi uygarlığın, mutlak akla yönelme faciasından kurtulması için çalışıyor’du. Yine Doktor Şeriati’nin deyimiyle ‘Belki Seyyid Cemal ve İkbal gibi kişileri tanımak yalnız bir tek kişiyi tanımak değil, bir ‘Din’i ve bir ideolojiyi tanımaktır ve kendi durumumuzu bilmektir. İkbal bir dönemin başlangıcıdır. Biz İkbal’i ve Seyyid Cemal’i tanımakla, bu kişileri yetiştiren ideolojiyi düşünüyoruz, bunun içindedir ki Seyyid Cemal ve İkbal’i tanımak, İslam’ın özünü tanımak, müslümanları tanımak, şimdi ve gelecek zamanı tanımaktır.’
Doktor’u dinlemeye devam ediyoruz: ‘Muhammed İkbal; Gazali, Muhyiddin ibn Arabi ve Mevlana gibi sadece tasavvufla ve metafizik ile ilgilenen bir mutasavvıf değildir. Mutasavvıflar, ferdi tekamülün, ruhun temizlenmesinin ve benliğin ruhani aydınlığı üzerinde durdular. Sadece az sayıda insanı kendileri gibi yetiştirdiler; ancak Moğol saldırısına, sonraki despotça düzenin oluşumuna ve insanlara yapılan baskının farkında olmayacak kadar dünyaya yabancı kaldılar.’ ‘İkbal’in insanlığa verdiği en büyük öğüt şudur: “İsa gibi bir kalbiniz, Sokrat gibi fikirleriniz ve Sezar gibi kuvvetiniz olsun; fakat bunların hepsi tek kişide, ruhun tek bir hedefe vasıl olması temeli üzerine olsun.’
Şimdi bakışımızı bir süreliğine Batı’ya döndürelim ve bir sese kulak verelim: ‘Kant beyefendi bu kadar sermaye ve onur elde etmek için doğum derdinden başka hangi zahmete katlanmıştı ki!’ Bu bir vicdanın sesidir. Adı; Bertrand Russell olan bir vicdan. Anamalcı batı kapitalizmi ve sömürüsü sadece kan ve ter kokuları üzerinde birikim sağladı. Bugün hala Brezilya altın madenlerinde kölelik şartlarında çalışan maden işçilerini görüyoruz. Fanon’un dediği gibi ‘sömürgecilerin kırılası ayakları denizden başka bir yerde suya yakın olmadı’. O halde sorumlu aydın nerede? Aydın denen devekuşları başlarını kuma sokup kıçlarını açıkta bırakarak daha ne kadar mazlum milletlerin sırtından geçinecekler? Sermayelerini Avrupa bankalarına taşıyan bu işbirlikçi ajanlara haddini bildirecek gerçek aydınların sesi neden çıkmıyor?
Bu toprakların aydını öyle nevzuhur bir yaratıktır ki, kölelik ruhu aşılayan Hıristiyanlıkla, köleliğe karşı savaş veren İslam arasındaki farkı bilmez, imanın temelini saçma sapan bir zühd anlayışına dayandıran Saint Paul’ü tanıdığı kadar yoksulluğu küfrün varlık sebebi sayan Ebu Zer’i tanımaz. Bunlar kötü birer ezberci olarak batıdan devşirdikleri cümleleri bozuk dilleriyle bize öğretmeye çalışan ilk mektep öğretmenleridir o kadar. Voltaire’den aşırdığı malumatla bizi, tarihimizi, kültürümüzü ve dinimizi okumaya çalışan bu hokkabazlar sadece kötü birer illüzyonisttirler. Sorumlu aydınların ve uyanık halkın bunların takipçisi olması gerekir.
Tekrar Allame İkbal’e dönecek olursak, İkbal yüreği yanık bir adamdır, diğerkamdır, kırılgandır, yer yer öfkelidir. Yaşadığı dönem itibariyle İslam dünyasının yoğun bir işgal ve sömürüye maruz kaldığı, büyük acıların, büyük trajedilerin boy gösterdiği bir dağılma çağının her türlü psikolojik etkisini görmüştür. Bunun karşısında dış görünüşü Müslüman ama iç dünyasında kimliksizleşmiş, duyarlılığını kaybetmiş insanın yeniden inşasına yönelmiştir. İnsan dini ve ahlaki bütünlüğü ile kendi sınırlarını keşfetmiş olmalıdır İkbal’e göre. Çünkü ancak bu durumda kendi milletine faydalı bir kişi olabilir. Bu insan ‘merd-i hür’ kişidir ve bu Müslüman ‘merd-i mü’min’dir. Merd-i mü’min ideal insanıdır İkbal’in. Bu insan, kaderi ile irade hürriyetinin arasında duran bir gerilim insanıdır. Uyanışın temeli, yani kendi ifadesiyle Yeniden Yapılanma’nın temeli insanın yeniden inşasıdır. Bu inşa, fikri inşanın temelidir. Başkalarının kanatları altında yaşayan insan İkbal’i rahatsız eder ve Müslüman kişinin ‘meltem bahçelerinde özgürce uçacağı kanatlarını’ tanımasını ister.
İkbal insan eğitiminde girift bir düşünce yapısına sahiptir. Açıkça söylemek gerekirse kriz dönemi insanlarının büyük bir kısmının genel karakteristiği olan eklektik düşünce yapısını biz İkbal’de de görürüz. Fakat İkbal ve benzerlerinin bu düşünce tarzı, yeniden bir inşanın gerekliliğine olan iştiyaktan kaynaklanır. İkbal’in eğitime yaklaşımında açıkça görebileceğimiz bu karmaşık düşünce sisteminde, natüralizmle birlikte yola çıkar ama ondan ayrılır, idealistlerle birlikte yürür, pragmatistlerle arkadaş olur. Psikanalizin gelişimi eğitimde natüralizmin etkisinin derinleşmesini sağlamıştır. Bilinçaltının derinlemesine açıklanmasını içeren çalışmalar sonucunda natüralistler doğal gelişimin önemsenmesini salık vermişlerdir. Cinsel tabulardan uzak, otoriter eğilimleri reddeden bir anlayışı savunmuştur. J.J.Rousseau gibi bilginin ampirikliğine vurgu yaparak sezgi ve kavrayışın önemine vurgu yapmıştır. Fakat Rousseau’nun aşırı özgürlükçü eğilimine karşı, İkbal kişinin disipline edilmesini, hayatın mücadele alanı olduğunu ve kişinin buna hazırlanmasını savundu. İkbal insanın özlemleriyle, idealleriyle uyuşmayan maddi dünyanın yeniden düzenlenmesini savundu. İkbal’in idealistlerle aynılaştığı nokta ise maddi ve fizik evrenin, hakikatin tamamlanmamış ifadesi olduğu yönündeki fikirdir. Kültürel çevre ise tamamen insan edimlerinin toplamından oluşur. İdealistlerin paylaştığı kültürel dünyanın oluşumundaki üç önemli etkene İkbal bir yenisini ekler: bunlar doğruluk, güzellik, iyiliktir. İkbal bunlara marifetullah’ı ekler. Hafız Abdullah Faruki’nin tespitiyle İkbal, Yeni Eflatuncu geleneği takip etmiş, güzelliğin ezeli olduğunu kabul etmiş ancak sonraları hayatın acımasız yüzüyle mücadele eden insanın tecrübelerinin ürünü olan, hayatın akışı içerisinde, belki de mücadelenin devamı için insanın kendisinin varettiği şeyler olduğunu düşünmüştür güzelliğin. Bu durum onun felsefesini paragmatik etki altında gelişen hümanist bir karaktere büründürmüştür. Bir idealist olarak İkbal kişinin kendisini gerçekleştirme çabası üzerine yoğunlaşmıştır. Kendini gerçekleştirme ilahi niteliklerin kavranılmasıyla oluşur. İkbal böylece materyalizmi ve spiritüalizmi uygun bir senteze tabi tutarak, manevi gelişim ve inşa ile insanın maddi hayatın zorlamalarına karşı tüm gücüyle mücadele etmesi gerektiği sonucuna varır. Diğer taraftan idealistlerin yücelttiği doğruluk, güzellik, iyilik değerlerini pragmatikler reddeder. Onların eğitime armağanları eğitim metodolojisidir. İkbal bir taraftan idealistlerin bu temel ilkelerini paylaşırken diğer taraftan pragmatiklerin hümanistik düşüncelerini de paylaşır. Pragmatizmin eğitim metodlarının özü olan yaparak öğrenme onun için de önemlidir. Burada İkbal, Dewey’in pragmatizmine yoldaşlık eder. Tüm bu sentezden sonra İkbal inşa için gerekli olan eğitimin nihai amacının kişide içkin olanın tezahürü olduğu göründedir. Benliğin özünün de ancak sezgi ile keşfedilebileceğini savunur.
İkbal ve benzeri kişilikler düşünce dünyalarının giriftliği ile temayüz ederler. Allame İkbal üstadı Mevlana gibi sembollerin adamıdır. Bu kişiler zihinlerinde tasarladıkları ve özlemini çektikleri dünyanın maddi tezahürlerini ifade edebilmek için sembollere başvururlar. Bu sembollerin anlaşılabilmesi de hakikatin tezahürlerinin anlaşılmasıyla mümkün olur.
İkbal yaşadığı çağ içerisinde İslam coğrafyasını gezme şansına sahip olmamıştır. Murtaza Mutahhari’nin İkbal’de gördüğü en büyük açmaz da budur zaten. İkbal İslam dünyasını gezmemiştir. Batılı düşünceler içerisinde doğulu kalmaya çalışmış ve bunu da başarmış bir kişiliktir İkbal. Bununla birlikte Libya’nın işgali üzerine ağıt yakan da odur, Habeşistan’ın işgaline ağlayan da odur, Edirne’nin muhasara edilip şehrin yağmalanmasına karşı Şükrü Paşa’yı destanlaştıran da odur. Bu İkbal’in İslam Milleti için duyduğu derin acıların ve o milletin uyanışına duyduğu karşı konulmaz özlemin sonucudur. Zaten İkbal gezmediği ve görmediği yerleri hayal aleminde gezip görmeyi ve o yerlerin insanlarıyla konuşmayı kendisine sünnet edinmiştir.
İkbal tüm bu özellikleriyle hem bir filozof, hem bir eğitimci, hem bir şair, hem bir dava adamıdır. O son yüzyıldaki İslam düşünce önderlerinin en parlak simalarından birisidir. On dokuzuncu sömürge asrında ve yirminci asrın başlarında İkbal, kuzey Afrika’dan, İran’dan, Mısır’dan, Türkiye’den yükselen sesler korosuna katılmış mümtaz bir şahsiyettir. İkbal’in mesajı hala canlılığını korumaktadır. O dönem uyanış önderlerinin hemen hepsinde gördüğümüz, anlaşıl[a]mama, yanlış anlaşılma bahtsızlığına uğramış bir kişidir. Bu sadece olumsuz anlamda değil, olumlayanların yüceltme ve hamaset çığlıkları ve sloganları arasında boğulmak bahtsızlığıdır. İkbal’i de Afgani gibi, Abduh gibi, Şeriati gibi, Mehmed Akif gibi, sağcı ve muhafazakar anlayışın elinden kurtarmak gerekiyor. Yeniden okunması tartışılması ve üretilmesi gereken şahsiyetlerden birisidir İkbal.
İkbal aziz İslam milletinin yiğit bir evladıdır. Soluğu uzun bu mücahidin hatırası bir şiir yığınından öte, geçtiğimiz yüzyılın olduğu kadar önümüzdeki yüzyılın Müslüman gençliğine de manevi bir inşa ve maddi hayata hazırlık reçetesidir. Ve İkbal bu kısa değerlendirme yazısına sığmayacak kadar da çok yönlü ve büyük bir kamettir.