« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

17 Nis

2007

KÜLTÜR DEĞİŞMESİ ve MİLLİYETÇİLİK (MİLLÎ KARAKTER 2)

PROF. DR. EROL GÜNGÖR 01 Ocak 1970

MİLLÎ KARAKTER 2

Bir cemiyetin tutum ve davranışları onun kendisi ve temas ettiği yabancılar hakkındaki idraklerinin, bilgi ve inançlarının, heyecanlarının, kısacası "tutumlarının" mahsulüdür, demiştik. Böylece kabaca ifade edilen bir tez'e hem sosyal ilim mensupları, hem bizzat psikolog meslektaşlar derhal itirazda bulunabilirler; fakat biz pratik gayelerle bütün bu itirazları bir kenara itebiliriz. Sosyolog ve sosyal antropolog tutum ve davranışların esas olarak kültürden -veya sosyal davranışın öğrenilmesinden- ileri geldiğini, böylece kültürü burada asıl tayin edici faktör diye almamız gerektiğini söyleyeceklerdir. Psikolog'a göre de insan karakteri sadece kültürel örneklerle değil, aynı zamanda ferde has yaşantılara (experience) göre teşekkül eder; kaldı ki kültür dediğimiz şey insan fertlerinin dışında müstakil bir varlığa sahip değildir, onu yaratan ve değiştiren yine insandır.

Aslında bütün bu münakaşalar bizim şimdiki meselemizi doğrudan doğruya ilgilendirmiyor. Hangi şeyin önce, hangisinin sonra olduğunu, yani insanla kültür arasındaki sebep-netice zincirini sonuna kadar takip etmemize ne imkân, ne de lüzum vardır. Bu zinciri bir yerde kesmek ve bazı faktörleri veya faktör gruplarını hazır birer veri olarak kabul etmemiz gerekiyor. Kültürün nasıl teşekkül ettiğini araştırmaktan ziyade, onu teşekkül etmiş sayacağız ve ferdî karakterin meydana gelişindeki tesirlerini inceleyeceğiz. Bunun karşısında sosyologun, sosyal psikologun bazı itirazlarını da elbette gözönüne alacağız. Şöyle ki, kültür bir cemiyetin bütün fertlerine veya çoğunluğuna aynı şekilde tesir etmez; en ilkel kabul edilen bir kabilede bile basit bir tabakalaşma ve iş bölümü vardır; cemiyetin daha küçük çaptaki ünitelerinde -aile, arkadaşlık grubu, cinsiyet gibi- kültür, ya farklı şekillerde akseder, yahut bizzat kültürün bu çeşit alt gruplar için birbirinden farklı standartları vardır. Bu yüzden cemiyetin her ferdi, bulunduğu her grupta ve hayatının her safhasında aynı kültür standartları ile karşılaşmaz, yani cemiyet ondan her zaman ve her yerde aynı şeyleri beklemez. Başka türlü olsaydı, ferdî şahsiyetler arasında hiçbir farkın bulunmaması gerekirdi. Kaldı ki şahsiyeti tayin eden faktörler arasında biyolojik olanları bir siyasete bağlı vasıflar ve öğrenme potansiyeli- bile vardır.

Bizim burada kullandığımız metoda daha pek çok teknik itirazlar yapılabilir, fakat biz bu itirazların teferruatıyla uğraşmayacağız. Şu kadarını bilmekte fayda vardır ki, insan karakterini, insanın idrak, bilgi ve inançlarının bir terkibi olarak görüyoruz. Bu yüzden Türk millî karakterini araştırırken de bir taraftan Türklerin kendi kültürlerine -kendi varlıkları dahil olmak üzere- bakış tarzını, bir taraftan da yabancılara bakış tarzını incelemeye çalışacağız. Unutulmaması gereken bir nokta da karakterin bir kimseyi veya bir halkı başkalarından ayırdeden, onlardan farklı kılan hususiyetleri ihtiva etmesidir. Aşağıda ele aldığımız Vasıflar sadece böyle ayırdedici özellik taşıyanlardır; yoksa Türk Milleti'nin başka milletlerde de görülebilen vasıfları üzerinde durmayacağız.
Türkler tarih sahnesine çıkış bakımından dünyanın en eski milletlerinden biridir. Dünya yüzünde Türkler kadar yayılmış, çıktığı yerden binlerce kilometre ötede vatan tutmuş bir başka millete de rastlanmaz.

Bu yayılmalar Türklerin güçlü olduğu zamanlarda lehlerine işlemiş, fakat güçsüzlük devirlerinde, bilâkis bölünme, parçalanma sebepleri olarak karşımıza çıkmıştır. Bilhassa yirminci yüzyılda, doğu Türklüğü ile batı Türklüğü birbirinden tamamen koparılmış, bununla da kalınmayarak doğu Türklüğünün kendi içinde daha da küçük parçalara ayrılmasına çalışılmıştır. Koparılan bağlar, kısıtlanan haberleşme ve kültür alışverişi imkânları doğu Türklüğü üzerinde yapılacak araştırmaları güçleştirmektedir. Bütün bu sebepleri gözönüne alarak biz, bu incelememizde Türk millî karakteri derken 1000 yıl önce Anadolu'yu vatan edinmiş ve burada kalmış Batı Türkleri'nden bahsedeceğiz.

Türk kültürü'nün üç ana kaynağı vardır: Türklerin müşterek tarih ve dil sahibi bir kavim olarak çok eskiden beri edindikleri ve geliştirdikleri vasıflar, yani Anadolu'ya yerleşen Türklerin kavmî hususiyetleri, ikincisi İslâm medeniyeti, üçüncüsü de Anadolu'da ve Rumeli'de geçen uzun bir tarih boyunca edindikleri bilgi ve tecrübe.

İslâmiyete geçiş Türk tarihi içinde büyük bir dönüm noktasıdır; fakat bu değişmenin büyüklüğü bizi daha önceki Türk kültürüne karşı körleştirmemelidir.

Herşeyden önce, millî varlığımızın temel taşlarından biri olan dilimiz bize eski kültürümüzden intikal etmiştir. Dilimiz bizi bir anda Orta Asya'daki Gök Türklere ve onlardan daha öncekilere bağlamaktadır. Türklerin İslâm âleminde henüz "mevâli" statüsünde iken gördükleri itibar da bize İslâm'dan önceki Türklerin büyük bir medeniyet potansiyeli taşıdıklarım, daha sonra kuracakları büyük imparatorluklar için pek çok bakımlardan hazır bulunduklarını açıkça isbat ediyor. İslâmiyet bu millete cihanşümul bir vazife yükledi ve onu bu vazife için gerekli şeylerle teçhiz etti. İran, bizden daha eski ve muhakkak daha kuvvetli bir medeniyete sahipti; fakat İslâmiyet bu medeniyeti sildiği halde Türkleri müslüman dünyasının en yüksek mevkiine çıkardı. Türkler İslâm medeniyetinin büyük hamlelerini temsil ederken, İran genellikle bu hamleleri engellemeye çalışan bir reaksiyoner cemiyet halinde kaldı.1

Dilini kaybetmeyen milletler din değiştirse bile birliğini ve bütünlüğünü kaybetmeyebilir, fakat tatbikat bu iddiayı pek haklı çıkarmıyor. Türklerde millî birliği kuran unsurlar arasında din dilden hiç de geri kalmamıştır. Türkler müslüman olmasaydı değişik isimlerde kavimler halinde dağılıp gidebilirlerdi, nitekim daha önce çeşitli dinlere girerek birbirlerine düşman olmuşlardır. İlk defa müslümanlık bütün Türkleri -bazı istisnalar hariç- topyekün içine alacak kuvveti gösterdi ve Türkler müslüman olduktan sonra kuvvetli birlikler teşkil ettiler. Bugün dahi din birliği dil birliğinden daha kuvvetli bir rol oynamaktadır. Bu yüzden Türkiye içinde millî birliği parçalamak isteyenlerin en çok istismar ettiği hususlardan biri mezhep farklarıdır.

Ayrıca Türk millî karakteri sadece soy itibariyle değil, yetişme bakımından Türk olanların da sahip bulundukları vasıfları ihtiva ediyor.

Türk millî karakterinin vasıflarını üzerinde taşıyan ve millî kültürümüzün üçüncü ana kaynağı şimdi üzerinde yaşadığımız ve bir kısmını kaybetmiş bulunduğumuz topraklarda edindiğimiz tecrübedir. Bu tarihî tecrübe karşılaştığımız yerli kültürlerden bize geçen unsurları ve bu topraklarda yaşadığımız hayatın içinde gelişmiş bulunan kültür kıymetlerini ifade eder. Biz Anadolu'ya geldiğimiz zaman burada Rumlar ve Ermeniler ve birkaç küçük azınlık yaşıyordu: dinleri de hıristiyanlıktır. Anadolu'daki eski medeniyetlerden bize bazı şeyler geçmişse bunlar ancak o zaman mevcut bulunan Rum ve Ermeni kültürleri yoluyla ve onların bir parçası olarak intikal etmiştir. Bu yüzden, Sümer veya Hitit medeniyetlerinin veya bu medeniyetlere mensup insanların ne olduğunu Türklerden değil, bizden evvel onları ortadan kaldıran ve mirasını paylaşan kavimlerden sormak gerekir.

Bizim için eski Anadolu medeniyetleri diye bir-şey bahis konusu değildir, fakat Anadolu'da ve Rumeli'de karşılaştığımız yerli kültürlerden az da olsa bazı unsurlar aldığımız muhakkaktır. Ancak bu tesir hakkındaki iddiaları daima büyük bir ihtiyatla karşılamalıyız. Türkler burada karşılarında çökmüş, can çekişmekte olan bir Bizans medeniyeti buldular ve onu bir darbede yıkarak kendi hâkimiyetlerini kurdular. O çağda Türklerin temsil ettikleri veya mensup oldukları İslâm medeniyeti hıristiyan dünyasını çok geride bırakmıştı. Böyle bir karşılaşmada kültür alış-verişinin daha çok mağlûp tarafı etkileyeceği muhakkaktır. Bu arada aydınların yaptıkları fahiş bir yanlışa da bu arada işaret edelim: Türkler yerleşik medeniyeti ilk defa Anadolu'da görmediler: buraya gelmeden önce de kendileri şehir medeniyetinin fevkalâde örneklerini meydana getirmişlerdi.

Kısacası, Türkiye Türklerinin kültürü Asya'dan ve İslâm dünyasından gelen tesirlerle Anadolu ve Rumeli'de teşekkül etmiş bir kültürdür. Bunlara bir de hudutlarımız dışındaki Batı dünyasının önceleri çok yavaş ve az, sonraları müthiş bir süratle ve muazzam miktarda giren kültür unsurlarını katmalıyız.

En eski Türk Kaynakları Türklerin, Yahudilerle hâlen devam ettiği gibi, kavmî bir dine sahip olduklarını ve kendilerini Tanrı'nın seçilmiş milleti diye gördüklerini belirten bilgiler taşıyor. Türkler, Türk Tanrısına inanıyorlardı; bu Tanrı onları yeryüzünün hâkim milleti olarak yaratmıştı. Türk hükümdarları "Tanrı gibi gökte yaratılmıştı. Gök Türk adı bile onların bu semavî menşeini gösterecek şekilde "gökten gelen Türk" mânâsını taşıyordu. Türk milleti dünyanın yaradılışı veya ilk insanın çıkışı ile birlikte ortaya çıkmış ve ancak kıyamet kopunca ortadan kalkacak olan bir milletti. İslâm-öncesi devrin bu inanışları İslâmiyetle uzlaştı ve ondan sonra da devam etti. Osmanlı padişah-halifelerinin "Zıllullâh-i fi'l-arz" (Allah'ın Yeryüzündeki Gölgesi) olmaları daha çok Türklere has bir inançtır.

Üniversel dinler dışında ve onlardan önce bütün milletler birer kavmî dine sahipti; bu bakımdan Türkler bir istisna teşkil etmezler. Hattâ İslâmiyet'ten önceki tek Tanrı inancı da Türk boylarının sadece bir kısmında vardı; birçok Türkler vahdet fikrinden ziyade yaygın bir üluhiyet inancına sahip bulunuyorlardı. Fakat ilâhî sıfatları birleştiren bir Gök Tanrı inancı Türklerin hem askerî, hem medenî bakımdan hâkim bulunan kollarında mevcuttu. Biz bu inancın asıl delillerine milâttan sonra yedinci asırdan itibaren rastlıyoruz. O yüzyıldan çok daha gerilere uzanan Türk tarihi Çin kaynaklarının çoğunlukla şüpheli bir şekilde naklettiği bilgilere dayandığı için, onlardan hüküm çıkarmak herhalde doğru olmasa gerektir. Milletler birbirlerinin maddî kültürlerine ait hususiyetleri -bilhassa anlama kolaylığı bakımından- bazan iyi naklettikleri halde manevî kültür unsurlarını çok defa yanlış anlamakta ve anlatmaktadırlar. Nitekim kültür değişmesinde en son ve en güç iktibas edilenlerin manevî değerler olması da bunu gösteriyor. Üstelik manevî kültür sahası milletlerin sosyal peşin-hükümlerinin en çok beslendiği bir saha olmak itibariyle, Türk dini hakkında yabancı kaynaklara güvenmek çok zordur. Şu kadarını söyleyebiliriz ki, Gök Türklerin yazılı kaynaklarında gördüğümüz unsurlar kısa bir zamanda teşekkül edemeyecek kadar büyük ve önemli şeyler olduğuna göre, Türklerin çok eskiden beri aynı inançlara sahip bulunduklarını kabul etmek mümkündür.

Uygur Kağanı 1027'de Gazneli Sultan Mahmud'a gönderdiği bir mektupta "Tanrı yer yüzü ülkelerinin hâkimiyetini bize verdi" diyor. Selçuk Sultanı Sancar "Allah dünyayı bizim tasarrufumuza tevdi ve emânet etmiştir. Bütün emirler ve hükümdarlar bizim memurlarımızdır" diyor. Türklerin bu inancı Uygurlar vasıtasıyla Moğollar'a da geçmiş. Cengiz ve oğullan Tanrı'nın dünyayı kendilerine verdiğini iddia etmişlerdir.

Hâkimiyet ve fetih fikri bir taraftan böyle bir iman kaynağına, bir taraftan da içinde yaşanılan şartlara dayanıyordu. Sekizinci asırdan onüçüncü asra kadar Orta Asya'da devamlı nüfus artışı yüzünden oradaki insanlar barınamaz bir hâle gelmiş, Asyalı kavimler -büyük kısmı Türkler olmak üzere- devamlı olarak batıya akmışlardır. Bu hayat onları savaşa, hareketli ve disiplinli olmaya sevketmiştir. Göçebe kültürünün ayakta kalmasını temin edecek en büyük vasıta sağlam ve katı disipline dayanan bir nizamdır. Türklerin yerleşik medeniyet devrinde de devam ettirdikleri bu nizam, devlet fikrinin üstünlüğüne yol açmıştır ki, bugünkü Türk halkına maziden kalma en kuvvetli geleneklerden biri budur. Bir yerde Türk varsa devleti de vardır, devleti yoksa Türk yoktur. Başka milletler için siyasî hâkimiyet ve devlet nizamının bu derece önemi olduğunu görmüyoruz. Meselâ ikisi de İslâm medeniyetinin mensubu olan Türkler ile Arapların yayılma metodlarmı kıyaslarsak bu farkı görürüz. Arap bir memlekete tüccar olarak gider; bir kasabada dükkân açar; yanı başındaki birkaç müslümanla birlikte mescid kurar ve kısa zamanda orada bir İslâm cemaati meydana gelir. Türk, kendi siyasî hâkimiyetinin bulunmadığı yerde yoktur; bir yeri istilâ eder ve orada derhal idarî ve adlî teşkilâtını kurarak nizâmı temin eder. İslâmdan önce Türklerin hâkimiyet geleneği ilâhî bir kaynaktan geliyordu; İslâmiyetten sonra aynı ideal bu defa yeni dinin kıymetleriyle uzlaştırılmış, Türk hâkimiyeti gaza ve cihad prensipleri etrafında tekrar bir ilâhî kaynak bulmuştur. Fetihlerin gayesi artık Tanrı'nın yüce adım her tarafa duyurmak, İslâmın üstünlüğünü fiilen yürütmektir. Nitekim şimdiye kadar dünyada görülen imparatorluklar içinde sömürgeci karakter taşımayan yegâne imparatorluk Türklerin kurduklarıdır. Devlet ve nizam fikrine verilen kutsiyet işte buradan gelmektedir; çünkü Türklerin hâkimiyet ideali ancak bu suretle gerçekleştirilmektedir. O kadar , ki, din ve devlet aynı mânâ taşıyan birer mefhum hâli-j ne gelmiş, her türlü gayretin ve fedakârlığın din ve devlet uğruna yapılması bir nass olmuştur. Türklerin elindeki kılıç din ve devlet için çekilir, karşısındaki düşman da din ve devlet düşmanıdır. Devlet de din gibi "ebed-müddet"tir.

Devlet fikrinin üstünlüğü ile birlikte itaat ve disiplin de geliyor. İnsana her türlü rütbe ve makamı devlet verir, alan da yine devlettir. Bir Osmanlı çok defa "Allah'a can borcum var" yerine "devlete can borcum var" der. Devletin idaresine boyun eğmekle kazaya rıza göstermek aynı şeydir. Viyana bozgunundan sonra Sadrazam Kara Mustafa Paşa Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa'nın idamını emrettiği zaman, İbrahim Paşa Padişah'a gönderdiği mektupta kendisinin suçsuz olduğunu, fakat Kara Mustafa Paşa'ya dokunulmamasını çünkü devleti bu felâketten yine onun kurtarabileceğini söylüyordu. Kendi idam fermanı geldiği zaman Kara Mustafa Paşa İstanbul'dan günlerce mesafede bir ordunun başında bulunuyordu. Fermanı okudu, öpüp başına koydu ve devletin otoritesinden başka hiç bir kuvveti olmayan cellâta boynunu teslim etti. Başka bir milletin tarihinde böyle bir hâdiseye rastlanamaz. Kaldı ki yukarıda anlattığımız hâdise Türk tarihindeki yüzlerce misâlden sadece bir tanesidir.

Devletin reisi olan şahıs bu kutsal müesseseyi temsil eden ve tıpkı devlet gibi kutsal olan bir varlıktır. Devlet denince çok defa hükümdar akla gelir. Kanije müdafii Hasan Paşa kendisine teslim teklif edildiği zaman, "kale benim değil, padişahımındır" diyordu. Devlet reisine karşı sadece kanun adına başkaldırılabilir, zira onun üstünde Tanrı'nın kanunundan başka kuvvet yoktur. Ama Tanrı'nın kanunu sözkonusu olunca, onun karşısında hükümdar ile çobanın farkı kalmaz.
Devlet fertleri koruyan, gözeten bir baba ocağıdır; devlet veya onun memuru olan idareciler halkın babasıdır. Türkçe'deki "devlet baba" sözü buradan gelmektedir. Büyüklerin mallarını dağıtması hem bir itibar kaynağı, hem de halka karşı bir vazifedir. Dede Korkut kitabında Oğuz beylerinin nasıl toy verdikleri, yani mallarını halka yağmalattırdıkları uzun uzun anlatılır. Bilge Kağan şöyle diyor: "Kardeşim ve beğlerimle birlikte çalıştım, göçmüş ve dağılmış halkı topladım, yoksul ve bitkin halkı toparladım; çıplak halkı giyindirdim, aç halkı doyurdum, fakir halkı zengin ettim, az milleti çoğalttım."

Toy ananesi müslümanlıktan sonra da devam etmiştir. Selçuklu veziri Nizamülmülk şöyle diyor: "Sultanımız cihan ailesinin babasıdır ve devrin hükümdarları ona boyun eğmişlerdir. Bu yüzden Sultanın babalık şefkati, cömertliği ve sofrasının genişliği de o nisbette büyük olmalıdır." Melikşah'ın Türkistan seferinde Çiğil ve Yağme boyu Türkleri "biz onun sofrasında bir lokma ekmek yemedik" diyerek şikâyette bulunmuşlar, bunun üzerine vezir Nizamülmülk Sultan'a babalık vazifesini ihmal etmemesi hususunda mâruzâtta bulunmuştur. Kastamoni beyi İsfendiyaroğlu Süleyman Paşa her gün ikindi namazından sonra kabul resmi yapar, bu münasebetle yemekler getirilir, kapılar açılır, şehirli-köylü, yabancı, misafir herkes karnını doyururdu. Âşık Paşazâde'ye göre "İkindi vaktinde nöbet dururlar kim halk gelip yemek yiyeler. İmdi bu Âl-i Osman'ın dahi kanunları bunun üzerinedir. Osman Gazi'nin hasleti her ayda bir kere taam pişirip yemek yedirmek ve giysiler giydirmek idi."

Kuvvetli bir devlet nizamı sayesinde hâkimiyet fikrinin gerçekleştirilmesi ve bu hâkimiyetin yüzyıllarca devam etmesi Türk halkının dünya görüşü üzerinde derin tesirler icra etmiştir. Öyle ki halkımızın bütün mümeyyiz vasıflarında bu tesirlerin izi görülür. Kültür değişmeleri bakımından son derece önemli olan bu tavrın Türk halkındaki neticeleri hâlâ devam etmektedir. Türk halkının batı tesirlerine karşı gösterdiği mukavemetin temelinde de bu duyguyu buluyoruz. Batı kültürünün Türkiye'de münevver zümreyi bozduğunu, fakat halkın eski karakterini münevvere kıyasla daha iyi muhafaza ettiğini söylerken kastettiğimiz şey budur. Bazıları bunu halkın gelenekçi olması ve yeniliklere sırt çevirmesi şeklinde görmektedir. Hakikatte kültür değişmeleri üzerinde şimdiye kadar yapılan araştırmalar göstermiştir ki, bir kültürün mensupları kendilerini karşıdakilerden daha aşağı gördükleri nispette yabancı kültürün daha ziyade prestij yaratan dış görünüşlerine önem vermekte, karşıdakilere hakim bir tavırla baktıkları zaman da daha çok gerçek ihtiyaçlarını giderecek unsurları almaktadır. Hâkimiyet duygusuna sahip olanların en çok mukavemet ettikleri şey kendi hâkimiyetlerinin sembolü olan unsurların değiştirilmesidir. Meselâ Osmanlı Türkleri kendi topraklarında yaşayan hıristiyan ve yahudi azınlıklara eşsiz bir müsamaha gösterdikleri halde, onlar üzerindeki hâkimiyetlerinin bir işareti olmak üzere, bu azınlıkların şehir içinde ata binmelerini, silâh taşımalarım ve müslümanlar gibi giyinmelerini yasaklamışlardı. Tanzimat devrinde Avrupalı devletlerin baskısıyla devlet bütün teb'asım eşit saymaya taahhüd ettiği zaman Türk halkı bu tavrı katiyen benimsemedi. Kıyafet değiştirmelerine karşı menfî tavrın sebebi de budur. İlk defa Sultan İkinci Mahmud'un Avrupa kıyafetini iktibas etmesi kendisi hakkında "Gâvur Padişah" denmesine yol açmıştır. Cumhuriyet devrindeki kıyafet inkılâbının çok geç ve yavaş benimsendiğini, hattâ mukavemetle karşılaştığını hepimiz biliyoruz. Ölçü ve tartıların değiştirilmesine, hattâ yazı değişikliğine kimse karşı koymamıştır. Fakat şapka Türk halkını hıristiyanlarla eşit tutmanın bariz bir alâmeti sayılmıştır. Üstelik Türk halkı daha dün bu gâvurları mağlûp edip memleketinden kovduğu halde, onlara benzemenin niçin gerektiğini anlamamıştır.

Türk halkının mümeyyiz vasıflarından biri olan hoşgörürlük de büyük bir nisbette bu hâkimiyet duygusuna bağlıdır. Psikoloji araştırmalarının bize verdiği bilgilere göre, müsamahasızlık daha ziyade emniyet duygusunun yokluğundan ileri gelmektedir. Bir kimse karşısındakinden kötülük gelebileceğine inanırsa o zaman müsamahasız olur. Delilerin söyledikleri saçmalar kimseyi rahatsız etmez; çocukların hatâları da cemiyet nizamını bozacak kudrette olmadığı için daima müsamaha görür. Türk halkı azınlıklara kendi sayesinde rahata kavuşan insanlar nazarıyla bakmış ve kudretli olduğu devirlerde bunlardan bir tehlike de görmemiştir. Hakikatte bir memlekette azınlıkların durumu canlı organizmadaki çürütücü bakterilere benzer. Organizma sağlam olduğu müddetçe bakteriler faaliyet gösteremez; fakat zayıf düştüğü zaman onu yemeye çalışırlar. Bugün hepimiz biliyoruz ki, Türkiye'deki azınlıklar yerli halktan çok müreffeh bir hayat sürmektedir, yabancı devletler daima bunların koruyucusu rolündedir ve Türkiye'nin kendilerine gösterdiği müsamahayı bazan bizim aleyhimizde kullanmaktadırlar. Bütün bunlara rağmen Türk halkı azınlıklara eşit muamele yapılmasından, onların da Türk vatandaşı sayılmalarından şikâyetçi değildir.

İslâm medeniyeti getirdiği manevî kıymetler bakımından çok üstündü ve bu üstünlük sayesinde karşısındaki diğer sistemleri mağlûp etti. Bu medeniyetin sahibi ve koruyucusu durumuna geçen Türkler ise, aynı zamanda kendi millî kabiliyetleri olan cesaret, şecaat, sadelik, teşkilâtçılık gibi vasıflar sayesinde İslâmiyetin maddî temellerini de pekiştirdiler. Bu yüzden, kendilerinden olmayanlara karşı hiçbir özenti göstermedikleri gibi, onların Türk hayatına katılmakla büyük bir saadete kavuşacaklarına da inanıyorlardı. Başka halkların müslüman olması onlara ait bir tercih olarak bırakıldı. Nitekim Türk tarihinde zorla din değiştirme hâdisesi hiç görülmediği gibi, din propagandasına da pek rastlanmaz. Türkiye yüzlerce yıl her türlü dinî, hattâ siyasî cemaatin sığındığı bir yer olmuştur. Yahudi düşmanlığının görülmediği yegâne ülke de Türkiye'dir. Üstelik Türkler İspanya'daki engisizyondan kurtardıkları müslümanlar yanında yahudilere de aynı yardımı yapmışlar, binlerce yahudiyi gemilerle İspanya'dan taşıyarak onlara İstanbul'ca huzur içinde bir hayat temin etmişlerdir.

Edmondo de Amicis'e göre "Türkler kendi inanışlarının bütün diğerlerinden üstün olduğu hususunda sarsılmaz bir kanaate sahiptirler, fakat bunu herhangi bir şekilde belli etmek istemezler. Onların aşın müsamahakârlıkları sonucu şu oluyor ki, insan ezan sesi işitmese hıristiyan olmayan bir memlekette bulunduğuna inanmaz."

Dünyanın başka yerlerinde dinî inanışları yüzünden baskıya uğrayanlar Türkiye'ye sığındıkları gibi, siyasî baskılar yüzünden iltica edenler de daima iyi muamele görmüşlerdir. Avusturya teb'ası bazı gençlerin İstanbul'da Fransız inkılâbının üç renkli kordelâlarını şapkalarına takarak gezmeleri üzerine, Avusturya sefiri Türk hükümetinden bunlara müdahale etmesini istemiş, Sadrıâzam sefire şu cevabı vermiştir: "Osmanlı ülkesinde başına küfe koyarak gezenlere bile hiç kimse müdahale edemez."

Üstünlük duygusunun Türk halkı üzerinde bazı menfî tesirleri de olmuştur. Elisie Reclus, 1884'de yazdığı "Nouvelle Geographie Üniverselle" adlı eserin dokuzuncu cildinde şunları söylüyor: "Meziyetleri bile Türk'ün aleyhinde neticelere yol açmaktadır. Namuslu, sözüne sadık olan Türk, borcundan kurtulmak için hayatının sonuna kadar çalışmaktan kaçınmamakta, bu sebepten tüccar da hayatı boyunca onu istismar etmesine yarayacak vadeli ve büyük miktarlarda borçlar vererek bu namuskârlıktan faydalanmayı ihmal etmemektedir. Anadolu'da ticaret prensibi şudur: Servetini kaybetmek istemiyorsan hıristiyana sahibi olduğu malın onda birinden fazla borç verme. Ama bir müslümana vereceksen korkmadan on mislini de verebilirsin... Bu suretle güçlük çekmeden borçlanan Türk'ün kendine ait bir şeyi yoktur. Çalışma mahsulünün tamamını alacaklıya verir. Halıları, erzakı, hayvanları, hatta toprağı sıra ile yabancıların eline geçmiştir. Nitekim saraçlık ve dokumacılık hariç, hemen bütün mahalli sanayi kolları yabancıların eline geçmiştir. Deniz ticaretiyle sanayiden kovulmuş olan Türk bu suretle kıyı bölgelerinden yavaş yavaş içerilere sürülmüştür. Böylece tekrar eski zamanın göçebe hayatına itilmiş bulunan Türk'e bir çeşit kendi toprağında ücretli amele vaziyeti ifade eden ziraatten başka faaliyet sahası bırakılmamıştır. Çok geçmeden bundan da mahrum edilerek kervancılık ve hayvancılıkla yetinmek zorunda kalacaktır."

Batı kültürüne gösterilen mukavemetin en büyük sebeplerinden biri bu kültürü temsil edenlerle yapılan temasların bıraktığı kötü intihalardır. Türk halkı savaş meydanları dışında hıristiyanları iki şekilde tanıyordu: Önce, Türk ülkesinde oturan hıristiyan azınlıkları, yani Rumlar ve Ermeniler vardı. Bunlar Osmanlı vatandaşıydılar ve yakın zamanlara kadar Türk kültürü içinde müslümanlarla birçok bakımlardan kaynaşmış bulunuyorlardı. Anadolu Rumlarını ve Ermenilerini Türklerden ayıran başlıca hususiyet dinleri ve umumiyetle bozuk olan ticarî ahlâkları idi. Bunlar ana dilleri olan Rumca ve Ermeniceyi bilmez, Türkçe konuşurlardı. Avrupa kültürü bu azınlıklar üzerinde İstanbul'dakiler hariç Türklere olduğundan daha fazla bir tesir yapmış değildi. Bu adamların kendi dindaşları olan Avrupalı seyyah ve tarihçiler Türk halkı ile hıristiyan Osmanlılar arasında ahlâkî tavır ve davranış bakımından çok büyük farklar bulunduğunu söylemektedirler. Türklerin onlara karşı gösterdiği üstünlüğün köklerini Avrupalılardan daha şiddetli bir lisanla anlatan olmamıştır. Hiçbir Türk yazarı Türkiye'deki Rum ve Ermeni azınlıkları hakkında Avrupalılar kadar kötü bir lisan kullanmış değildir. Şimdi bunlardan birkaç örnek verelim.

"Türkiye'de sizi aldatan birine mi rastladınız, biliniz ki bu muhakkak bir Ermenidir. Memleketin hususiyetlerine iyice vâkıf olan Eskişehirli büyük bir patiska imalâtçısı, bana tecrübelerinin kendisine şunu öğrettiğini söyledi: Bir Türkle mi iş yapacağım, mukavele yapmaya lüzum görmem, sözü kâfidir. Ama bir Rum veya başka bir hıristiyan ile iş yapacaksam yazılı mukavele yaparım, bu şarttır. Ermenilere gelince, onlarla yazılı da olsa hiçbir mukavele yapmam, zira hiçbir mukavele, onların yalan ve desiselerine karşı kâfi bir garanti sayılmaz." Anadolu'nun pekçok köyünde rastlanan Ermeni bakkalları Ermeni hancılardan daha beterdirler. Türk köylüsü ne kadar kanaatkar olursa olsun, büsbütün parasız değilse, kahve, şeker ve tütün gibi bazı şeyleri satın almaktan vazgeçmez. Bunları kap-kaçak vs. satın aldıkları Ermeni bakkaldan temin ederler. Ancak Anadolu köylüsünde para bulunmaz. Binaenaleyh ya aynî tediyede bulunur, yahud veresiye alır, böylece her iki halde de iktisaden Ermeninin tabii hâline gelmiş olur. Zira aynî tediyede bulunduğu takdirde Ermeni onun malını işine geldiği gibi düşük fiyattan alır. Veresiye aldığı zaman da köylü mahsulünü yine aynı şekilde son derece düşük fiyatla Ermeniye satmayı taahhüd etmek zorundadır. Bu işin başlangıcıdır. Bir taraftan köylü fakirleşirken diğer taraftan bakkal zenginleşir. Neticede zenginleşme iyice ilerleyince bakkal işini yakındaki bir büyük şehre nakleder, yerini de hemen başka bir Ermeni alır." (Korte, Leş Armeni-ens en Anatolie, 62-63).

"Bu memlekette yaşayan hıristiyanlar ve bilhassa Rumlar öyle yani Türkler gibi değildir. Sık sık çarpıldıkları cezalara rağmen bunlar hırisıiyanlığın saffetini ihlâl eden bir ahlâksızlık içinde yaşarlar. (Comte de Bonneval, Anecdote Venitiennes et Turqıtes.)"

"Bu muazzam payitahtta dükkâncı herkesin bildiği namaz saatlerinde dükkânını açık bırakıp gittiği ve geceleri evlerin kapıları alelade bir mandalla kapatıldığı halde, senede yalnız dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf hıristiyanlardan mürekkep olan Galate ile Beyoğlu'nda ise hırsızlık ve cinayet vakaları duyulmayan gün geçmez (Ubicini, 1855)."

"Türklerin namuskârlıktan ayrıldıklarını hiç görmedim. Rumlar ise sözlerinde durmamış olmaktan pek utanmazlar ve Türklerden yedikleri dayak vs. cezalara rağmen düzenbazlıktan pek sıkılmazlar. Bilhassa Rum kasaplarla bakkalların hileli terazi ve ölçü kullanmak veyahut bozuk gıda maddeleri satmak gibi suçları sabit olduğu için dükkânlarının önüne kulaklarından çivilenerek saatlerce teşhir edilmelerine sık sık tesadüf edilir." (A. del la Motreye, 1727).

"Namuskârlık Türk tüccarının mümeyyiz vasfıdır. Hilekârlıklarına karşı hiçbir tedbir kâfi gelmeyen Yahudiden, Rumdan ve Ermeniden Türk'ü ayırdeden işte bu vasfıdır. Rumlarla karışık olmayan Türk köylerinde hayatın masumiyetiyle örf ve âdetlerin sadeliği pek şayanı dikkattir ve hilekârlıkla dolandırıcılık oralarda hiç bilinmez." (Th. Thurnton, 1812).

"Türkler yaradılıştan iyidirler. Bu hallerini iklimin tesirine bağlamak doğru olmaz. Çünkü Rumlar da aynı memlekette dünyaya geldikleri halde mizaç itibariyle Türklerden o kadar farklıdırlar ki, atalarının ancak fena huylarına, yâni hilekârlıklarına, hainliklerine ve gururuna vâris olmuşlardır." (Du Lois, 1654).

Türklerin temasa geldikleri ikinci hıristiyan grubu da İstanbul'un gayri-müslim semti olan Galata'daki frenk kolonisidir. Bunlar hakkında da Mareşal Moltke'nin müşahede ve kanaatlerini dinleyelim:

"... Türkler uzun zaman Avrupalı olarak yalnız serserileri tanıdılar. Bu sebepten batılılar hakkında Beyoğlu ve Galata'ya gelip zabıta yokluğundan bilistifade buraları arz-ı mev'ud hâline getiren her çeşitten sayısız maceraperestler tarafından da devamlı olarak pekiştirilen menfî bir kanaat edinmişlerdir. ...Yabancıların Türkiye'ye akını o kadar büyük ölçüdedir ki Sultan kendi Hükümet Merkezinde bile mutlak hâkim olmaktan çıkmıştır. Avrupalılar yerli kanunlara tâbi değildirler, elçiliklerin himayesi altındadırlar. Âdi suçlar işledikleri zaman bile cezalandırılmaz, sadece hapsedilebilirler. Ancak elçileri talep eder etmez tahliye edilirler. Elçiliklerin adlî teşkilâtı olmadığı için suçlu sürgün edilmekle yetinilir. O da ilk fırsatta geri dönerek Türk makamlarının gözü önünde, meydan okurcasına serbest dolaşır, durur."

İşte Türk halkının karşısında batı medeniyetinin temsilcileri olarak görünenler bunlardır. Osmanlı ülkesinin dışındaki Avrupalıları ise o sadece savaş sırasında kendi din ve devletinin can düşmanı olarak tanıyordu. Bütün bu tecrübelerin neticesinde hâsıl olan genel kanaat, E. de Amicis'in şu satırlarında kısmen ifadesini bulmaktadır:

"...Türk'ün nazarında bizim ırkımız hafifmeşrep, bayağı, kendini beğenmiş, bozuk bir ırktır. Bu ırkın yegâne meziyeti Türk'ün küçümsediği dünya işlerine münhasır mağrurâne bir vukuftan ibarettir ve kendisi bizim bilgimizi ancak bizden aşağı kalmamak için istifadeye mecbur olduğu zaman almaktadır. Türk'ün bizi hor görmesi işte bundandır. Benim fikrimce milletin hâlâ ekseriyetini teşkil eden hakikî Türkler üzerinde biz Avrupalıların bıraktığımız belli-başlı tesir işte budur. Bu hakikat inkâr edilebilir veyahut inanılacak bir şey değilmiş gibi davranılabilir, fakat Türklerin içinde biraz veya birçok zaman yaşamış olanların bunu hissetmemiş olmak ihtimali yoktur. Bu istihfaf hissinin birçok sebepleri vardır. Bunların en mühimi, kendileri için çok manidar bir vaziyet hakkındaki tasavvurlarından ibarettir. İşte bu tasavvura göre nüfus bakımından az olmalarına rağmen dört asırdan fazla bir zamandan beri din düşmanları olan Avrupa'nın büyük bir kısmına karşı mücadele edip durdukları halde, başlarına ne gelirse gelsin ve ne düşerse düşsün, hâlâ mevcudiyetlerini muhafaza etmektedirler. Ekseriyetin -yâni halkın-nazarında bunun yegâne sebebi kendi yükseklikleriyle bizim aşağılığımızdır... Netice itibariyle bizim medeniyet medhiyemize karşı onlar da hâkimiyet davalarıyla mukabele ediyorlar demektir. ...Türklerin nazarında batı medeniyeti muharebesiz, mücadelesiz, yavaş yavaş, haince Türkleri silâhlarından tecrid ederek onları hıristiyan teb'aların -Rum ve Ermenilerin- seviyesine indirecek ve hâkimiyetlerinden mahrum edecek bir düşman kuvvetten başka birşey değildir. İşte bundan dolayı o medeniyeti lüzumsuzluğundan dolayı istihfaf etmekle kalmayıp adetâ bir düşmanmış gibi korkmakta ve kuvvet kullanarak defedemiyecekleri için de atâletlerinin yenilmez mukavemetiyle karşı koymaktadırlar." (1883)

Türk halkının mümeyyiz vasıflarından biri de disiplin duygusudur. Bu duygunun ne kadar yaygın ve ne kadar köklü olduğu yabancıların ilk anda gözüne çarpmaktadır. Eski Çin tarihleri Türkleri savaşlarda zafere götüren şeyin esas itibariyle disiplin olduğunu söylüyorlar. Hakikaten Türklerin en köklü ve devamlı vasıflarından biri bu olmuştur. Eski Türklerde Çinlilerin ve Arapların müşahede ettikleri disiplin bu halkın medeniyet değiştirmesinden sonra da devam etmiştir. Milletlerin karakterleri üzerinde eser yazmış müttefikler Akdeniz havzasındaki halkların umumiyetle serâzad, kaygısız ve şamatacı olduklarını kaydederler. Bunun yegâne istisnası Türk halkıdır. İslâmiyet saygı ve itaati emrettiği halde diğer müslüman halkların hiçbiri disiplini ve ağırbaşlılığı Türkler kadar benimsemiş değildir.

Osmanlı devrinde İstanbul'daki zabıta vak'aları ekseriyetle frenkler ve hıristiyan azınlıkların eseri olurdu. İstanbul polisi tıpkı bugünkü İngiliz polisi gibi silâh taşımaz, sadece elinde bir sopa bulundururdu. A. de la Motraye, 1727 tarihinde şunları yazıyor: "Ben bu memlekette geçirdiğim on sene zarfında yalnız altı haydudun kazıklandığını işittim, onlar da Rum cinsin-dendi. Türkiye'de yankesiciliğin ne olduğu malûm değildir."

Türk ve İslâm düşmanlığıyla tanınmış olan İngiliz Sefiri Sir James Porter (1769) da şunları yazıyor: Türkiye'de yol kesme vak'aları ile ev soygunculukları ve hattâ dolandırıcılık ve yankesicilik vak'aları adetâ meçhul gibidir. Harp halinde olsun, sulh halinde olsun, yollar da evler kadar emindir. Bilhassa ana yolları takip ederek bütün İmparatorluk arazisini mutlak bir emniyet içinde baştan başa geçmek her zaman kabildir...

Bütün Türk İmparatorluğu herbiri kendi sahasında işlenen hırsızlıklarla cinayetlerden mes'ul sayılan birçok dairelere ayrılmış olduğu gibi, bu noktada adalet hükümleri de sür'at ve şiddetle tatbik edilmekte olduğu için, zabıta vukuatının önünü almakta büyük bir dikkat ve itina gösterilmektedir. En ehemmiyetsiz bir şikâyet üzerine mes'eleyi tahkik için Bâb-ı Âli erkânından biri derhâl yola çıkarılmakta ve ilgili inzibat sahası kendini temize çıkarsa dahi tahkikat masrafını ödemeye mecbur tutulduğu için, Bâb-ı Âli mümessili son akçesine kadar hepsini tahsil etmeden geri dönmemektedir.

"Bununla beraber, aşağı tabakalara mensub olan Türklerin ceza korkusundan daha yüksek bir sebepten dolayı suç işlemekten çekinmekte olmaları lâzım gelir. O kadar geniş bir memlekette imparatorluğun bir ucundan öbür ucuna birçok yollardan gidilebildiği için, yakayı ele vermeksizin hırsızlık da yapılabilir, adam da öldürülebilir. O takdirde suçluların uzak bir vilâyete iltica etmeleri işten bile değildir ve insan basiretinin bu gibi hareketlere mâni olmak imkân ve ihtimali yoktur. ...Hangi sebepten olursa olsun, şurası muhakkak ki İstanbul'da Türkler tarafından işlenmiş yankesicilik, dolandırıcılık ve soygunculuk vak'aları son derece nâdirdir. İnsan bu şehirde Bulgarlardan sakınmalıdır, çünkü onların ekseriyeti hilekâr ve dolandırıcıdır. ...Rumların bazı büyük çapta hırsızlıklar yaptıkları vâkidir. Ama asıl maharetleri zekâları kadar faal ve hareketli olan parmakları sayesinde yaptıkları yankesiciliktir. Damla damla göl olur diyerek, umumiyetle pek ehemmiyet verilmeyen, verilse de arayıp bulmak zahmetine değmeyen ufak tefek şeyleri çalmakla yetinirler."

Disipline en fazla ihtiyaç duyulan ve en kuvvetli disiplin örneklerinin görüldüğü yer de ordulardır. Nitekim Türk ordularının gösterdiği büyük kudret, onlardaki fevkalâde disiplinin bir delilidir. Bu hususta yine yabancıların kısa kısa bazı müşahedelerini nakledelim:

"Yeryüzünde hiçbir hükümdar gerek iaşe ve gerek teçhizat bakımından böyle ordulara sahip değildir. İnzibatı son derece mükemmel olan bu kuvvetlerin bir konak yerine indikleri zaman bir kargaşalık ve sıkıntı meydana getirmemeleri de ayrıca takdire değer" (Chalcocondys).
"Hükümdarlar arasında teb'asından en ziyade hürmet ve itaat gösterileni Türk Hükümdarlarıdır." (La Broquiere).
"Askerî disiplinleri dürüstlük ve sertlik cihetlerinden eski Yunanlıları ve Romalıları kolaylıkla geçecek durumdadır."
"Türkler bizim askerlerimize göre üç sebepten dolayı üstündürler: Komutanlarına derhal itaat ederler, savaşırken hayatlarını hiçe sayarlar, uzun müddet ekmek, su istemezler ve şaraptan nefret ederler."
" Yeryüzündeki en ilâhî disiplin Türk askerlerin-dedir."
"Disiplin hiçbir yerde bundan daha iyi, itaat bundan daha kuvvetli olamaz."

Eski bir darbımesel vardır: Kumaş Hindistan'da, akıl Frengistan'da, ihtişam Osmanlı'dadır, denir. Orta doğuyu gezmiş olan Avrupalılar umumiyetle şu noktayı belirtirler: Avrupa'dan Türkiye hudutlarına girdiğiniz zaman kendinizi başka bir dünyada bulursunuz. Fakat Türkiye'nin güney sınırlarını aştığınız zaman gözünüze çarpan tezad hiçbir yerde görülmez. Sakin, ve-karlı, ciddî bir âlemden birdenbire gürültü ve şamata deryasına batmış gibi olursunuz."

Onsekizinci yüzyılda Türkiye'ye gelen Comte de Marsigli,
"...Türklerin güldükleri nadiren görülür, konuşmaları gayet ciddîdir; işlerinden bahsederken çok kısa sözler söylerler ve kendilerine de az kelimeyle meram anlatılmasını isterler." diyor. Bugünkü Türkçemizde "Çok söz Kur'ana yakışır" darbımeseli aynı şeyi ifade etmektedir.

Muradgea d'Ohsson'un müşahedelerine göre, "senenin hiçbir mevsiminde bu milletin ülkesinde ne balo maskeleri, ne sokak dansları, ne karnaval eğlenceleri, ne de başka yerlerde daima rastlanan gürültülü halk şenlikleri görülür. Osmanlı Türklerinin millî karakterini teşkil eden vekarın, ağırbaşlılığın, durgunluğun tasviri kolay değildir. Dünyada huzur ve sükûna bundan daha müptelâ bir millet yoktur. Ne kimseyi rahatsız eder, ne merak gösterir. Biraz fevkalâde bir şey, meselâ bir ecnebî kıyafeti, garip birşey, tuhaf bir hayvan görecek olursa biraz durur, soğukkanlılıkla bakar, gülümser ve daha fazla oyalanmaya lüzum görmeyerek yoluna devam eder. Sokakta toplanmak, birini kovalamak, sevinç yahut hayret taşkınlıklarına kapılmak gibi haller hiçbir Türk şehrinde halk arasında bile hiçbir zaman görülmeyen hareketlerdir."

Avusturya elçisi Baron Busbecq, Topkapı sarayında kendisinin de katıldığı bir merasimi şöyle tasvir ediyor:
"... bütün bir haşmet ve debdebeye rağmen sadelik ve ekonomi birbiriyle meczedilmişti. Herkesin elbisesi, mevkii ne olursa olsun, aynı biçimdi. Elbiselerin üzerinde bizim Avrupa usûlünde olduğu gibi çok paraya mâl olan ve kısa zamanda eskiyen lüzumsuz süsler yoktu."

"Türkler ayak bileklerine kadar uzanan kaftanlar giyiyorlar. Bu kaftanlar onları heybetli gösteriyor. Halbuki bizim kostümlerimiz o kadar kısa ki, vücudu iyice örtmediği gibi, vücudun biçimsiz taraflarını da teşhir ediyor. Ayrıca bizimkiler insanı kısa boylu gösterdiği halde Türk entarileri uzun boylu tesiri uyandırmaktadır."

"Bu muazzam kalabalıktaki sükûn ve intizam beni hayrete düşürdü. Böyle kalabalıklara has olan bağırtı ve çağırtı, itişme ve kakışmadan ortada en küçük bir iz bile yoktu. En ufak bir rahatsızlık vermeden herkes rütbeye göre ayrılan kısımda yerini aldı. Türkçe'de reis mânâsına gelen ağa pâyesindeki adamlar oturuyorlar, diğer askerî şahıslar ise içlerinde generaller de dahil olmak üzere, ayakta duruyorlardı. Topluluğun en göze batan tarafı, meydanın bir tarafında uzun bir saf halinde duran birkaç bin yeniçeri idi. O kadar sessiz ve kımıldamadan duruyorlardı ki, uzaktan kendilerinin insan veya heykel olup olmadıklarına bir türlü karar vermeden, nihayet birisi benim selâmımı söyledi. Bütün başların selâmımı iade etmek üzere eğildiklerini gördüm."

Ağırbaşlılık Türklerin eski kültürlerinde mevcuttu, sonradan intisab ettikleri İslâm kültürü de bunu pekiştirdi. Peygamberin hayatı hakkında yazılmış kitaplarda onun hiçbir zaman dişlerini gösterecek kadar gülmediği yazılıdır. Osmanlı sultanlarının cülus merasimlerinde, bayram ve zafer şenliklerinde bu vekar daima muhafaza edilmiştir. Cerbe zaferinin ertesi günü

İstanbul'da bulunan bir Avrupalı, Kanunî hakkında şunları söylüyor: "Feleğin bütün cilvelerine karşı nefsini terbiye etmiş olan bu muhteşem ihtiyar o kadar hislerine hâkimdi ki, zafer gününün bütün gösteri ve alkışları koca padişahta bir sevinç emaresinin görülmesine sebep olamadı."

Bu vekar ve ciddiyet, padişahından köylüsüne kadar herkesin ortak vasfı idi. Hattâ münevver üst tabakanın vekarını kaybetmesinden sonra dahi halk bu asaleti devam ettirmiştir. De Amicis'in anlattığına göre: "Bütün Türkler bir fikir üzerinde düşünceye dalmış filozoflara benzerler. Göz ve ağızlarında kesif bir iç hayatının ifadesi okunur. Hepsinin hareketlerinde aynı ciddiyet, konuşma, bakış ve mimiklerinde aynı itidal mevcuttur. İnsan paşadan, küçük bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okulda yetişmiş, aynı asalet mertebesine sahip büyük senyörler olduklarını zanneder. Her tarafta mümkün olduğu kadar az konuşulmakta ve sakin hareket edilmektedir. Şarkı söylemek, gürültülü kahkahalar ve avamî çığlıklar atmak, lüzumsuz izdihamlar yaratmak gibi şeylere hiç rastlanmaz. Hiçbir tarafta haylaz ve dilenci güruhuna tesadüf edilmez. Her tarafta çeşitli sosyal sınıfların birbirlerine karşı saygı duydukları müşahede edilir..."

Fransız müellifi Henri Mathieu şöyle diyor: "En aşağı bir tabakadan yüksek bir mevkie çıkan bir Osmanlı Türkü bile yeni makamının icabettirdiği azamet ve vekarı derhal takınıverir, malûmat itibariyle de selefinin seviyesinden aşağı kalmayacağından daima emindir. İster kulübeden dîvana çıksın, ister dîvandan inip zavallının biri hâline gelsin, hiçbir zaman sükûnetini kaybetmez." (1857).

İstanbul'da Boğaz gezintisi yapan Avrupalılar, bu kayıkların ne kadar dar olduklarını görerek çok defa hayret ve korkuya düşmüşlerdir. En ufak bir hareketle devrilebilecek olan bu tekneler Türk ağırbaşlılığına ve sükûnetine göre yapılmıştır.

Ağırbaşlılığın ne kadar normal olduğunu görmek için Türk komiğine bakmak kâfidir. Gerek Karagöz'de, gerek Orta Oyunu'nda komiklik daha çok el ve kol hareketleriyle konuşmaya, lüzumsuz jestlere bağlanmıştır. Çünkü Türk'e gülünç gelen şey, bir insanın kendini kısa sözlerle ve sakin bir şekilde ifade edecek yerde, el ve kol hareketleriyle, bağırıp-çağırarak konuşmasıdır.

Türkler vekara o kadar ehemmiyet vermişlerdir ki, kendi dillerinden başka dillerin dahi ciddiyeti bozacağını düşünerek, Türkçe bilen yabancı sefirlerin kendilerine doğrudan doğruya bu bozuk şiveli Türkçe ile değil, ancak ana dili Türkçe olan bir tercüman vasıta-siyle hitap etmesine müsaade etmişlerdir.

Türkler tarih sahnesine bir ordu-millet olarak çıkmışlar ve bu hususiyetlerini hep devam ettirmişlerdir. Sosyal tabakalaşmada da ordudakine benzeyen bir sistem görülür. Orduda yükselme nasıl tecrübe ve liyakata bağlı ise idarenin her kademesinde de tecrübe ve liyakat esas tutulurdu. Bir halk çocuğu kabiliyeti sayesinde ordu kumandanı veya sadrıâzam olabilir, gerektiği zaman da bu vazifesinden alınarak eski haline iade edilebilir. Türklerde idarî aristokrasiye hiç rastlanmaz; kapalı zümre halinde devam eden yegâne makam hükümdarlıktır. Hükümdarlık Türklerin ancak belli birkaç boyunun hakkı olarak görülmüş ve bu gelenek devam etmiştir. Selçuklular Kınık boyundandı ve hükümdar olabilirlerdi; Osmanoğulları Kayı boyundan oldukları için saltanat sırasında onlardan da önce geliyorlardı. Buna mukabil Timur büyük bir imparatorluk kurduğu halde Sultan veya Padişah unvanını alamamış, boy olarak kalmıştır. İslâmiyet bütün sosyal sınıfları eşit tutan bir sistem getirdiği halde Araplar ilk dört halifeden sonra, Türkler ise bütün tarihleri boyunca hanedan fikrine sadık kaldılar.

Bu nokta istisna edilmek şartıyla, Türk siyasî ve idarî sistemi tam bir eşitlik prensibine dayanıyordu. Kompleks bir cemiyet içinde sınıflararası engellerin bulunmadığı yegâne sistemi Türkler kurmuşlardır. Eski Roma'da Patriciler ve Plepler vardı; hıristiyanlık Roma kültürünü yıkarak eşitlik esasına dayanan bir cemiyet sistemi getirdiği hâlde, Avrupa'da kısa zamanda katı bir tabakalaşma meydana geldi. Keza İslâm kültürü de eşitliğe dayanıyordu, fakat bu dine bizden daha önce sahip olan Araplar, ilk dört halifeden sonra müslümanları Arap, araplaşmış Arap ve mevâli diye üçe ayırdılar ve üçüne de farklı muamele yaptılar.

Türklerde ne ırk, ne sosyal, ne de iktisadî tabakalaşmaya göre bir ayırım vardı. Kâtiplikten sadrıâzamlığa, şeyhülislâmlığa kadar her makam ve rütbeye gelecek şahıslarda aranan şey, sadece müslüman olmak, Türkçe konuşmak ve mesleğinin ehli olmaktı. Bu noktada Osmanlı sistemi ile Avrupa arasında kıyas yapan bir Amerikalı tarihçi şunları söylüyor: "İnsanlık tarihinde Osmanlı siyaset müessesesinin bir eşine daha tesadüf edilemeyeceğine inanmak için çok sebepler mevcuttur... Atina demokrasisi orta derecede bir zekâ seviyesine erişmişti. Fakat kendi yönünden eşsiz olan bu zekânın tesirinin baskısı altında müstesna kabiliyetler ayrı bir eğitim görecekleri yerde, çeşitli unsurlar onların cesaretlerinin kırılmasına sebep olurdu. Zamanımızın demokrasileri istidatli ve kabiliyetli fertlere yükselmek ve önlerine çıkan maniaları aşmak fırsatı veriyor. Bu sistemler şüphesiz nazarî bakımdan Osmanlı idare şekline genel olarak üstündür; çünkü demokrasi ferde daha fazla serbestlik veriyor; fakat Osmanlının tarzıyla mukayese edildikte bunların kifayet, fırsat verme ve mükâfatlandırma cihetlerinden kör, şekilsiz ve müsrifâne oldukları görülür... Eğer bir adam namussuz, tembel ve dikkatsiz ise merdivenin alt basamağında herkesin hakaretine maruz kalır, yükselmez. Bunlar, yani bu sıfatlar Türkiye'de şerefsiz şeylerdir... Osmanlının fikirleri bizim düşünce ve hareketlerimize uymuyor, bizde liyâkate yer verilmiyor. Herşey doğuştan asalete istinad etmekte, âmme hizmetinde ilerlemek için yegâne yol doğuştaki asaletin sağladığı imtiyaz olmaktadır."

Türk halkının mümeyyiz vasıflarından biri de kadere rıza göstermek ve tevekküldür. Bu husus yerli ve yabancı herkesin üzerinde ittifak ettiği bir vasıf teşkil etmekle beraber, çok defa yanlış yorumlandığı görülmektedir.

Hâdiselerin Tanrı iradesi dışında olmadığına İs-lâmdan önceki Türkler de inanıyorlardı. Bilge Ka-ğan'a göre, milletin başına gelen iyi veya kötü herşey Tanrı'nın iradesidir. Türkler müslüman olduktan sonra aynı inancı yeni doktrinde de buldular. Kader fikrinin İslâm doktrinindeki çeşitli yorumları üzerinde durmak burada bizim konumuzu ilgilendirmiyor; ancak şu kadarını belirtelim ki, Türklerin dahil oldukları itikad mezhebine göre, insan kendi iradesiyle hareket edebilen, bu yüzden de yaptıklarının mes'uliyetini taşıyan bir varlıktır. Burada kader ve tevekkül, Tanrı'nın takdirini sükûnet ve itidalle karşılamak demektir. İşte Türk halkının sevinç taşkınlıkları ve aşırı keder gösterilerinden uzak kalmasının sebeplerinden biri de budur.

Fransız tarihçisi A. Costellian Türklerin kader telâkkisi hakkında şu müşahedeleri vermektedir: Kaza ve kader akidesi Türklerin zihninde kökleşmiştir. Bu bâtıl itikada körü körüne tâbi oldukları malumdur. Çok defa bu akîde onlarda, şecaat yerine geçer, sebat ve metanetlerini artırır, ölümü bile tevekkülle göze almalarına sebep olur. İşte bundan dolayı gözle görülecek kadar muhakkak tehlikeler bile onları yıldırmaz. Ateşlerin içine, düşman süngülerinin üstüne atılıp, vücutları delik-deşik olduktan sonra bile, eğer henüz ecellerinin geldiğine kani değilseler, hayatlarından ümid kesmezler.

"Ölüme mahkûm edilmiş bir suçlu ilk anda korku hissine kapılarak kaçmış veyahut bir yere saklanmış ise, çok defa Allah'ın takdirini hatırlayıp mukadderatın elinden kurtulamayacağına hükmederek kendiliğinden ortaya çıkar. Bir Osmanlı Türkü'nün hayatını emniyete almak için yabancı memleketlere ilticası bile enderdir. Çünkü günlerinin sayılı olduğunu bilir; dünyanın öbür ucunda bile olsa, padişahın intikamının gelip kendisini bulacağından emindir. Onun için efendisinin emirleri onun nazarında Allah'ın takdiri kadar mukaddestir... Padişah bile bu akla sığmaz akideden mâsun kalmış değildir. Bir ihtilâl olmuş da tahtından mı indirilmiştir? Şeyhülislâmın fetvası kendisine takdim edildiği zaman "Allah'ın emri ne ise o olur." demekle iktifa ederek büyük bir sükûn içinde tahtından inip hapsedileceği ve belki de öldürüleceği daireye doğru aynı huzur ve sükûn içinde yürüyüp gider." (1811).

Başka bir müşahede:

"Türk son derece mütevekkildir. Bütün servetinin bir yangında kül olup gittiğini hiç sızlanmadan seyreder. Halbuki yanıbaşındaki Frenk, Ermeni, Rum yahut Yahudi, ye'sinden çığlıklar koparır ve hattâ bazen birkaç parça eşya kurtarayım derken alevlerin içinde helak olup gider. Müslüman Türk sebebi hayatı olan annesiyle babasının, sevgili karısının, yahut ihtiyarlık günlerinde son ümidi olan çocuklarının kendi kucağında can verdiklerini gördüğü halde ne gözyaşları döker, ne içini çeker, hattâ ne de ağzından en ufak bir teessür sızıltısı çıkarır; çünkü öyle davranacak olursa mukadderata karşı gelmiş olacağını düşünür. Er meydanlarında şecaatinin mükâfatı olarak zafer kazanacak olursa yalnız Allah'a şükretmekle yetinir. Fakat muzafferi-yet ümitleri uzun ve acı muvaffakiyetsizliklerle kırıldığı takdirde felâketini Allah'ın eliyle olmuş sayar; vuruşur ve şehîd olur. Artık vazifesini yapmıştır, üst tarafı kendi elinde değildir." (Dr. A. Brayer).

Kader fikrinin bilgisizlikle bir araya geldiği zamanlarda kötü neticeler doğuracağı da muhakkaktır. Nitekim bulaşıcı hastalıklara karşı Türklerin takındıkları tavır büyük felâketlere yol açmıştır. Osmanlı devrinde veba ve kolera gibi hastalıklardan ölüm nisbeti azınlıklarda son derece az olduğu halde, müslüman halk korkunç kayıplara uğramıştır. Memlekete veba geldiği zaman hıristiyanlar herşeyi bırakıp dağlara, ormanlara kaçmışlar, Türkler ise evlerinde oturup hastalarının başından ayrılmamışlardır. Bu tavrın bir sebebi hayırseverlik ve vefa duygusu olmakla beraber, bir sebebi de hastalığın mahiyeti hakkındaki bilgisizliğin kader fikriyle uzlaştırılmış olmasıdır. Bulaşıcı hastalık mikrobu herkese gelebildiği halde bazılarında hastalığa yol açmaz. Bu yüzden Türkler ölenlerle hayatta kalanların ancak mukadderat tarafından tâyin edildiğine inanıyorlar ve kendilerini tecrid etmek için sebep görmüyorlardı. Buraya kadar anlatmış olduklarımız Türk halkının son yüzyıla kadar sahip bulunduğu tesbit edilmiş vasıflardır. Tarih olmamış bir devir hakkında, bilhassa kültür değişmelerinin çok kesif bir hal aldığı son yarım asır üzerinde henüz bir hüküm verilemeyeceği için, bugünkü Türk halkının aynı vasıfları taşıyıp taşımadığı sorulabilir. Şurasını hemen belirtelim ki, bir milletin bariz, mümeyyiz vasıfları uzun bir tarihin mahsulü olarak ortaya çıkar ve elli yıl gibi bir zaman içinde bunların kaybedilmesi bahis konusu olamaz. Türkiye'de eski kültürden ve dolayısiyle tarihî karakter vasıflarından ayrılma hareketi halkta değil, münevver tabakada görülmektedir. Batının tesiriyle Türkiye'deki kültür bütünlüğü sarsıldığı zaman, ortaya kozmopolit münevver kültürü ve geleneksel halk kültürü olmak üzere iki ayrı kültür çıkmıştır. Batılı bir yazar, millî kültüründen koparak yabancı hayranı olan züppe münevver tipi ile, millî kültürün temsilcisi olan halk arasında şöyle bir ayırım yapıyor:

"...şu noktada hemen bütün dünya müttefiktir ki, yeni Türk eski Türk'ün değerinde değildir. Bizim kumaşlarımızı, her türlü refah vasıtalarımızı, ayıplarımızla kötülüklerimizi, manasızlıklarımızı benimsemiştir; fakat nişlerimizle fikirlerimizi (yani ilim ve sanatı) henüz kabul etmiş olmadığı için, bu yarım-yamalak istihale esnasında eski Osmanlı-Türk karakterinin bütün iyi taraflarını kaybetmiştir. Eski Türk'ün, batı medeniyeti eserleri olarak şimdilik gördüğü şeyler tembel, kabiliyetsiz, îmansız, para düşkünü, frenk taklitçisi, her türlü an'anenin düşmanı ve uşak ruhlu sürü sürü memurlardan ve atalarının pabucu bile olmayacak küstah, hayasız bir çeşit 'şık gençlik' güruhundan ibarettir." (De Amicis).

Yukarıdaki satırların yazıldığı tarih 1883'dür. İfade biraz ağır görünmekle beraber, son yüzyıldaki kültür ve karakter değişmesinin istikameti hakkında doğru bir fikir verdiği kanaatindeyim.

Ziyaret -> Toplam : 125,64 M - Bugn : 82142

ulkucudunya@ulkucudunya.com