« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

24 Ara

2012

Mehmed Akif’in Hayatı, Seciyesi ve Sanatı

Melih Torlak 01 Ocak 1970

Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı 2011 yılını “Mehmet Akif Yılı” ilan etti. Dil ve Edebiyat Derneği Gençlik Komisyonu olarak, Mehmed Akif’in hayatı, eserleri ve temsil ettiği insan modelini geniş kitlelere anlatan çalışmalar için harekete geçtik. Akif’i anlama ve anlatmanın, güzel ve değerli bir çaba olduğuna inanıyoruz. Bu ayki yazımda, Akif’in 33 yıl boyunca yanında bulunan Mithat Cemal Kuntay’ın Timaş Yayınlarından çıkan “Mehmed Akif” başlıklı kitabından aldığım notları ve görüşlerimi paylaşacağım. Şunu baştan ifade etmeliyim ki; Akif’i anlamak için tek bir kitabı okumak yeterli değildir, bunu bir adım olarak düşünüp, değişik kalemlerin yazdığı en az bir düzine kitap okunması gerektiğine inanıyorum. Öne çıkardığım alt başlıklar çerçevesinde Akif’i anla(t)maya az da olsa katkı sağlamayı amaçlıyorum.
Akif kimdir?
Asıl adı, Ragîf’dir. Bu kelime ebcet sayısı ile 1290 ediyor. Bu sayede Babası Tahir Efendi, çocuğunun hangi tarihte doğduğunu insanların unutmayacağını düşünüyordu. Fakat oğlunun ebediyetini ebcede emanet eden Tahir Efendi’ye hayatın bir muzipliği oldu: Ragîf’i herkes “Akif”in yanlış telaffuzu sandı ve mekteplerde Ragîf’i “Akif” diye çağırdılar. Çevrenin kişi üzerindeki etkilerinden birini (!) genç yaşta yaşamıştır Akif.
Kuntay’ın ifadesiyle Akif; Boğaziçinde yüzme yarışını kazanan, Çatalca’da güreşen, Veli efendi çayırında adım atlayan, “Mütenebbî”yi, “İbnülfarız”ı, Kur’an’ı ezbere bilen, Hersek Müftüsü Fehmi Hoca ile “İlm-i Ensab[1]” konuşan, Dağıstanlı Halis Hoca ile “Kitab’ül Kamil”i hasbıhal eden, Musa Kazım Hoca ile Bedrettin’in “Varidat”ını okuyan, Halkalı mektebinin bahçesinde “istiskai batn”a uğrayan ineklerin karnından “trocart[2]”la su alan, “Aruz”un orkestrasyonunu yapan ve Nısfiye[3] üflüyen bir şahsiyettir.
Dik Duruşu
Kuntay’ın ifadesiyle; “Dalkavukluk etmeyen adam gördüm, fakat dalkavukluktan hoşlanmayan adam görmedim; bunun bir müstesnası vardır: Akif.
En çok beğendiği fıkralardan biri dalkavukluk ile ilgiliydi: “Dalkavuğuna efendisi çok sövermiş. Bunu gören biri, Dalkavuğa kızmış: “Yahu, sen ne hissiz adamsın” demiş, “herif sana ağız dolusu sövüyor da aldırmıyorsun.” Buna cevaben Dalkavuk: “Ne diye kızacakmışım” demiş, “adamcağız bana parasıyla sövüyor.”
Tevazusu
Akif, yüzüne karşı beğenilmekten, övgü ile söz edilmesinden daima rahatsız olurdu. Akif’in tevazu davranışına somut bir örnek: “Biz de şair miyiz? Binlerce eser oku, yüzlercesinin tesirinde kal, sonra yazdığın çorbaya, sıkılma ‘eserimdir’ de. “Eserlerimi beğendikleri zaman hüzün duyuyorum, memleketin edebiyatı o hale gelmeliydi ki beni beğenmemeliydiler” sözü Akif’in bu hasletini apaçık göstermektedir.
Ahde vefâsı
Günümüzde içi boşaltılan kavramların başında gelen “sözünde durma” mertliği Akif’te çok açık görülüyor… Bir gün kötü hava şartlarından dolayı yollar kapalı, deniz ulaşımı da zar zor yapılıyormuş. Akif, Beylerbeyi’nden Beşiktaş’a vapur ile gelir. Ardından araçlar çalışmadığı için yürüyerek Çapa’ya gelir. Ama arkadaşı gelmez. Akif’e neden böyle yaptığı sorulduğuna şöyle der:
“Gelmemem için kar, tipi kâfi değil; vefat etmem lazımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim.”Meşin bir kordonlu bir saati vardı. Kendi, verdiği sözü bu saatle tutar; karşıkinin beş dakika geç kaldığını bu saatle ispat ederdi ve bu saatin yanlış olduğunu söyleyemezdiniz: Çünkü saat Yeni Camii’ne ayarlanmıştı.
Baytar mektebindeyken sınıf arkadaşı Hasan Efendi’yle Akif o kadar iyi bir dosttular ki birbirlerine şöyle söz veriyorlardı. İleride çoluk çocuk sahibi olurlarsa, ölenin çocuklarına kalan bakacaktı. Yıllar sonra Hasan Efendi ölünce 3 çocuğuna Akif bakar. Mektepte verdiği sözü hala unutmayan bir çocuktur Akif. Masal tadında bir his uyandıran bu ibretlik olaydan alacağımız dersler olsa gerek.
Dostluğu
“Akif’in yanındaysanız onun fikrinde olduğunuzu unutmayacaktınız; bu, teneffüsü güçleştiren bir havaydı. Onun dostları vardı ve Onun yanından hepsi muazzezdiler. Dostluğu çok pahalı bir mal gibi mahrumiyetlere katlanılarak elde edilirdi. Bunun izahatı vardı: Akif’in sevdikleri o kadar az ve sevgisi o kadar çoktu ki bu muhabbetin birkaç kişiye inhisar etmesinden dostlarının aldığı gurur, onun kendi kanaatini dostunun paylaşmak istemesinden çıkan sevimsiz mecburiyetin tatsızlığını azaltıyordu.Mademki onunla dosttunuz, onun gibi düşünecektiniz; onun kızdığı şeye kızacaktınız; onun sevdiği şey sizin için de sevimli olacaktı.”
Akif’in Eshab’dan sonra en sevdiği adam Babanzade Ahmet Naim’dir. Akif, ona 42 sene hürmet etti ve Naim öldüğü gün “Evim barkım yıkıldı, altında kaldım.” diyecektir. Babanzade Ahmet Naim, (1872-1935) Darul fünun’da müderristi. Akif, Naim için “kafası gâvur, kalbi Müslüman bir adam” demiştir.Bugün Akif, Edirnekapı Mezarlığı’nda, Naim’in yanında yatmaktadır. Vasiyet etmemiştir ama Naim’i o kadar seviyor ki, bu sevgi vakıa kuvvetinde bir vasiyetti ve Fuat Şemsi onu Naim’in yanına koydurdu.
Sanatı
Akif, aruzun Mimar Sinan’ıdır. Sinan’ın Şehzade Camii, çıraklık; Süleymaniye, kalfalık; Selimiye ustalık eseri olduğu gibi Akif’in de birinci Safahat, kendi sanatında yola çıkması, ikinciden beşinciye kadar olan Safahat, sanatında yürümesi, altıncı Safahat, sanatının dağ başına varmasıdır.
Türkçe sevgisi
Güzel Türkçenin üstüne titrer ve güzel Türkçeye dokunanlara garazdır. Dininden sonra dili gelir. Kendisi Arnavut olan Akif’in bu düşünce ve duruşunu iyi şekilde inceleyip günümüzde sıklıkla tartışılan ana dil tartışmalarının çözümüne katkı sağlayacağına inanıyorum.
İman’ın sesi
Müspet ilimlerini yakından bilerek, Akif’in iman ettiği bir Avrupa medeniyeti vardı. Bu medeniyet mütarekede 13 Türk askerini uykuda öldürdü ve Akif, medeniyete sövdü; bu küfür, bir imanın, yıkılırken çıkardığı sestir: “Medeniyet denilen tek kişi kalmış canavar.”
Kitap okuma tarzı
Kişinin kendine uygun bir kitap okuma metodu geliştirmesi gerek. Akif; kitabı önce toptan, sonra tenkit ederek okur, sonraki okuyuşta intihaplarını yapardı: az eseri çok okurdu.
Şair tanımı
“Tabiatı bir kitap gibi açıp okuyabiliyor musun, doğrudan doğruya tabiatı? O zaman şairsin.”
İstiklal Marşı
İstiklal Marşı’nı Büyük Millet Meclisinde Maarif Vekili Hamdullah Suphi, ayakta dinleyen milletvekillerinin ısrarları sonucunda 4 defa okumuştur.
İstanbul’da gazeteler manda isterken, Akif’in göğsü, bir gün Ankara’da yazacağı İstiklal Marşı ile doluydu. Marşın sesini Ankara’da buldu.
Hastalığında Mithat Cemal, Akif’e sorar:
“Bu şiiri niçin Safahat’a koymadın?” El-cevap: “O, benim değil, memleketimindir.”
İstiklal Marşı kabul edildiğinde ortak kanaat şudur: İstiklal Marşı güzeldir; ancak bu şiirden daha güzel bir şey var ki o da İstiklal Marşı’nın yazana yakışmasıdır.
Gençlere öğütleri
“İsterseniz istediğiniz adam olursunuz.” İsterseniz, yani çalışırsanız demektir.
Damadı Ömer Rıza’ya, Akif şöyle demiş: “Kur’an tercümesinden memnun değilim. Beni tatmin etmeyen şey başkasını nasıl tatmin eder!” Kur’an tercümesi Akif’in gözünde bir türlü bitmiyordu.“Tercüme bitti ama” diyordu, “tashihi bitmedi; bakalım o mu benden evvel bitecek, ben mi ondan evvel.” Yapılan işte tatmin olma kişinin önce kendisinde başlamalı. Kalitesine inandığımız ürün ve eserimize iç sesimizin ikna etmeliyiz. Bu, kolay kolay yanılmaz. Aksi takdirde başkasına ne faydalı olabilir ne de bir ışık tutabiliriz.
Ispartalı Hakkı, bir gün “Bu şiirler bu zamanda ayıptır, Akif Beyefendi.” diyor ve sahici edebiyatı görmek için Fransızca öğrenmesini Akif’e tavsiye ediyor. Akif önce kızıyor, 2 gün sonra elinde Fransızca kitaplar ile başlıyor çalışmaya. 7 yıl içinde azmederek Fransızcasını ileri seviyeye taşıyor. Buradan kendimize sabırlı çalışma ve nasihatlere kulak vermemiz gerektiği dersini çıkarabiliriz.
Geç meşhur oldu. Ortaya çıkmak için beklemeyi bildi. Otuz sene kendini aradı. Otuz yaşında ölseydi edebiyatta Akif diye biri yoktu. Akif’ten sabırlı olmayı, üretkenliği ve inancı kaybetmeden çalışmayı örnek almalıyız.
Son Sözler:
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam!
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Peygamberin ashabının ve Arap şairleri ile meşhur adamlarının soylarını anlatan bir ilim.
[2] Vücuttan sıvı boşaltmak için kullanılan kalın iğne.
[3] Bir çeşit kısa ney.
Geçen ayki yazıda, Mithat Cemal Kuntay’ın Timaş Yayınlarından çıkan “Mehmed Akif” başlıklı kitabından hareketle Mehmed Akif’in “dik duruşu, tevazusu, ahde vefâsı, dostluğu, sanatı, Türkçe sevgisi, iman’ın sesi, kitap okuma tarzı, şair tanımı, istiklal marşı, gençlere öğütleri” paylaşılmıştı. Kaldığımız yerden devam edelim.
Seciyesi
Akif’in seciyesini en çok şu 3 şey belirlemiştir: Kur’anlı ev, pehlivanlı mahalle, müsbet ilimli mektep. Aileden gelen dini eğitim ve bilinç, yaşanılan mahalle ortamının sunduğu güçlü olma, kendine güven duyma ve mektepte öğrenilen pozitif bilimler. Bunlar bir araya gelip bütünleşen bir kişiliktir Akif.
Din şairi olduğu için Mısırlı Prens Abbas Halim’le dost olan Akif, 1914’ten sonra hemen her kış Mısır’da Kahire’den uzak bir köyde, Halvan’da, Prens’in misafiri olur. Bu dostluk sonucunda Akif, Mısır’da 10 sene kalır. Bu durum Akif’in seciyesine büyük tesir yapar ve memleketine daha kolay küser(!)
Akif, çetin bir sanat namusuyla yerlidir. Bu, şuurlu bir mahalliliktir. Frenk olmaktan iğrenir.
1908 meşrutiyetinin ilk günlerinde üniversitede “Medeni Haklar” profesörü Ebül’ula ile Eşref Edib’in çıkardığı Sırat-ı Mustakim (sonradan adı “Sebilürreşad” olmuştur) mecmuası, Akif’in seciyesini değiştirir. Seciyesiyle beraber sanatını da… Kuntay, zaten onda bu iki şey birdir, der. Söylem ve davranışları arasında tutarlı olmanın somut bir örneğidir Akif.
Akif, birine küstü mü, aleyhinde bulunmak için bile onu, ağzına almazdı, unuturdu! Darıldığı adam “görmediği, bilmediği hiç tanışmadığı adam”dı; “yok”tu.
Kuntay’ın ifadesiyle; “Akif, kusurlarınızı arkadan söylemez; bu tatlıdır. Yüzünüze söyleyeceği için, gıyabında söylemez, bu da acıdır.”
Kendi kendisiyle eğlenen şiirlerinde o, iki adamdır. İnsanın, kendine, başkasının bitaraf gözleriyle bakması ve bu bitaraflığın kendi zaaflarıyla alay edecek dereceye varması bir sanatkâr olgunluğudur. Goethe “Kendisiyle alay edemeyen insan aptaldır.” der. Akif’in kendisiyle eğlenen şiirleri zekâ şaheserleri olarak görülmektedir.
Onun acı tarafı alınganlığıydı. Bazen sizi sessiz sedasız kendi kendine izah ediyordu: Filan sözü söylemekle ona tariz etmiştiniz. Hatta bazen tebessümünüz tarizdi, bazen de sükûtunuz. O anlarda dostluğu demirden leblebiydi.
Kur’an ve Peygamber Sevgisi
Hayatının en ucunda, en yüksek yerinde “Kur’an” durur. Bu sadece şekli anlamda değil, hayatına derinden sirayet edecek şekilde davranışlarına da yansıtır.
Tevfik Fikret “Tarih-i Kadim” manzumesinde şöyle yazar:
“Yırtılır ey kitab-ı köhne, yarın,
Maktel-i fikr olan sahifelerin”
Akif, bunun üzerine Tevfik Fikret aleyhinde şu mısraları yazar:
“Bugün Allah’a söver, sonra biraz bol para ver,
Hiç utanmaz Protestanlara zangoçluk eder.”
“Bu adam peygamberimize sövdü, babama sövse affederdim, fakat peygamberime sövmek… Bunu ölürüm de hazmetmem.” diyebilen bir şahsiyettir Akif.
Hasta yatağında yatar iken bir gün şöyle demiş: “Karaciğerim fena”, sonra yaşını düşünerek “ne mutlu bana ki peygamberimin yaşında öleceğim.”
Ahlâkı
Kuntay’ın şahsi görüşü ile Akif’i ahlâken tanımaya başlayalım. “İlk tanıdığım zaman ona inanamadım. Bir insan bu kadar temiz olamazdı; fena aktör rolünü oynamaktan bir gün yorulacaktı, gayri tabii bir faziletten yorulan yüzünü bir gün görecektim. Fakat otuz beş sene bugün gelmedi.”
Mehmed Âkif, caddelerden daima kaçar; evine, işine tenha sokaklardan giderdi. Eğer caddeden geçmeye mutlaka mecbursa, gözünü bir meçhul noktaya diker, caddeyi kendi hesabına tenha sokak haline getirirdi.
Kuntay’ın ifadesiyle, “Yalan söylemeye muhtaç olmayarak hayatını baştanbaşa anlatabilir.” Bir kişinin hakkında böyle bir söylemde bulunulması ve o kişinin bu söylemin altını dolduracak bir hayatı yaşaması en güzel hazinelerden daha değerli bir varlıktır.
Maddeten pis olan insanlar Akif’in gözünde manen de pistiler; maddi pislik ahlaksızlığın kıyafetiydi. Akif’e göre insanlar, evvela dişleri ve tırnaklarıyla pistiler. Bu iki şeyden çok iğrenirdi.
Akif’e ailenizi, sırrınızı, mukaddesatınızı emanet edebilirdiniz der Kuntay. Şu iki soruyu sormanın vaktidir: Bu emanetleri taşıyabilecek kişiler miyiz ve bu emanetleri sürdürecek yakın bir dostumuz var mı?
Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Ahlaklı olmak için Allah’tan korkmak, vicdan sahibi olmak lazım. Akif, sık sık şöyle dermiş: “Ben dindar olmasaydım, gençliğimde ahlaksız bir adam olurdum. Faziletin içtimai bir mefhum haline girmediği genç yaşta insanı din tutar.”
Sevdiği Kişi ve Davranışlar
Akif’in kendinde ve başkasında sevdiği iki şey: Tok sözlülük ve öfke… Kızan adam, çıplak gezen adam demekti; güler yüzlülük heyet-i içtimaiyenin insanlara taktığı maskeydi. Burada güler yüzlü olmamak anlamı çıkmamalı elbette. Mütemadiyen bu davranışı göstermenin samimiyetten yoksun olduğunu ifade ediyor Akif.
“İkiyüzlüleri artık sever oldum, çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü insanlar görmeye başladım.” (!)
Sevmediği Kişiler
Akif, iki adamı sevmezdi: Avrupa’ya takılıp memleketinin toprağına iğreti basanı bir de kaşlarına kadar Şark’a batarak gözü Avrupa’yı görmeyeni. Mevlana’nın ifade ettiği gibi; pergel misali olmalı. Bir ayağı kendi değerleri üzerinde sabit olup diğer ayağıyla dünyayı tanımak, bilmek gerek.
Bunun yanında Akif, iki adamı daha sevmezdi. (!) Fazla terbiyeli ve fazla terbiyesiz olanı… Nezaket ona insanların gizlenmeye muhtaç olan bir taraflarını örten bir şey gibi görünürdü. Gözünde fazla nazik olan adam gizli adamdı.
‘Kendi olmayan’lara kızardı. “Benzemek” en çok sinirlendiği şeydi. Sanata başkalarının tesiri altında başlamak her sanat adamının kaderidir; çünkü “kendiliğinden oluş” hayatta da yoktur, sanatta da. Ancak sonrasında kişinin “kendi olarak” üretkenlik göstermesi gerekmektedir.
Tespitleri
Teşkilat-ı Mahsusa’nın bir üyesi olan Akif, din adamı kimliğiyle dünyadaki Müslümanları uyandırma amacıyla Berlin’e gider. Kuntay, “Berlin’de ne var?” diye sorduğunda Akif’ten aldığı cevap dikkate değerdir… “Elçimiz Kur’an’a tefsir yazıyor; İstanbul Fatih’te hocalarımız siyaset konuşuyor. Gerisini anla artık.” Bu cümleyi okuduğumda aklıma, Fatih Sultan Mehmet İstanbul surlarını döverken Bizans papazlarının “melekler dişi midir, erkek midir” tartışması geldi. Sonrası malum, İstanbul feth edilir. Osmanlı’nın son dönemlerinde Bizans’takine benzer problemlerin yaşanması bizlere tarihin tekerrürden ibaret olduğunu gösteriyor.
Anane-Görenek Anlayışı
Akif “anane”ye bağlıdır, “görenek”e değil. Farkı da şöyle açıklıyor:
“Bir İngiliz’e sormuşlar: Bu kadar ananeci olduğunuz halde nasıl terakki ettiniz? İngiliz cevap vermiş: Bizde en yeni anane altı yüz seneliktir en eski teceddüt altı saatlik.” Akif, 14 asırlık ananeyle 14 saatlik yeniliğin beraber yürümesini istiyor ve bunun için çabalıyordu.
Şark’ın Tembelliği
Akif’in Pendik Bakteriyolojihane müdürü Şefik Kolaylı’ya 23 Haziran 1935 tarihli yazdığı mektuptan:
“Şark o kadar geri kalmış ki, her şarklı için fedekârane, cansiparane uğraşmak icap ediyor. Halbuki fedakarlıktan vazgeçtik, muayyen olan vazifesini eda edenlerin bile adedi pek elim bir ekalliyetten ibaret. Ah biz şarklılara vazife hissini ihsas edecek bir aşı keşfolunsa! Nereye gittimse, insanların vazife duygusunu göremedim. Bu şuurun uyandığı gün Şark yakasını kurtarmış demektir.” Akif’in söyleminin üzerinden yaklaşık bir asır geçmesine karşın değişen pek bir şey olmadığını görmek Şark toplumları için ne hüzünlü bir durumdur.
Son Söz:
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!

Ziyaret -> Toplam : 125,24 M - Bugn : 120777

ulkucudunya@ulkucudunya.com