Ruhi Kılıçkıran, ne uğruna şehit oldu?
İsrafil K. Kumbasar 01 Ocak 1970
4 Ocak 1968
Belki birileri açısından pek fazla bir anlam ifade etmeyen bu tarih, ülkücü hareketin en önemli dönüm noktalarından
biridir.
Bu tarih, ‘halkı kurtarmak’ adına yola çıkanların, ‘ülkesini sevmekten’ başka bir suçu olmayan ‘halk çocuklarına’ kurşun sıkmaya başladıkları ilk gündür.
Bu tarih, Ruhi Kılıçkıran’ın şehadet şerbetini içtiği gündür.
1946 yılında Osmaniye’de dünyaya gelen Ruhi Kılıçkıran, 5 yaşında babasını kaybeden ve annesi tarafından yetiştirilen gariban bir halk çocuğuydu.
1966 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne kayıt yaptıran Ruhi Kılıçkıran, efendiliği ve dürüstlüğüyle kendisini sevdirip saydırmış, davranışlarıyla çevresindeki birçok arkadaşına örnek olmuştu.
Ruhi Kılıçkıran bir Ramazan günü kaldığı Site Talebe Yurdu’nun kantininde arkadaşlarıyla birlikte orucunu açarken, emperyalizmin beşinci kol faaliyetini yürüten ‘işbirlikçi’ vatan hainleri tarafından kurşunlanarak şehit edildi.
Ruhi Kılıçkıran, ülkücü hareketin verdiği ilk şehitti, ama asla son olmayacaktı.
***
Rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş, MHP ve ülkücü kuruluşlar aleyhine açılan dava ile ilgili savunmasına başlarken aynen şu ifadeleri kullanıyordu:
- “Taşıdığım bayrak, temsil ettiğim mukaddes dava uğrunda, hainlerin kurşunlarıyla toprağa düşerek şehitler ordusuna katılmış olan Ruhi Kılıçkıran’dan Gün Sazak’a kadar şehit evlât ve kardeşlerimin rûhâniyetlerinin de şu anda bizimle beraber olduklarını biliyorum.
Onlar da beni dinliyorlar. Onların tekzip etmeyecekleri şekilde konuşmaya, yalnız hak bildiğimi söylemeye mecburum.
Onlar hem şehitlerimiz, hem de şahitlerimizdir.
Yarın huzur-ı ilâhîde de bana şahitlik edecek olanlar onlardır. Onların huzurunda, onlar için konuşacağım!
Ebet-müddet olan Türk devletine; kıyamete kadar hür, müstakil, mes’ut ve müreffeh yaşamasını her gayeden aziz bildiğimiz büyük Türk milletine bugüne kadar hizmet etmiş ve etmekte olanlar için; yarın aynı yolda, aynı heyecan ve şuurla bu kutsal hizmetin bayrağını taşıyacak olanlar için konuşacağım.”
***
Onlar, körü körüne ‘kokuşmuş’ düzene bekçilik etmek yerine, o düzeni ‘değiştirmek’ üzere yola çıktılar.
“Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti” felsefesini şiar edindiler, “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanız” diye haykırdılar.
İnandıkları dava uğruna, gözlerini kırpmadan adeta ‘bir gül bahçesine’ girercesine, ‘kara toprağın’ bağrına girebilmek için birbirleriyle yarıştılar.
Peki ya onların arkasından gelenler?
Bırakın ölümü göze almayı, davaları uğruna ölüme giden Ruhi Kılıçkıran ve arkadaşlarını yeni nesillere anlatmak için neler yaptılar?
Ne yazık ki hiçbir şey.
Kimileri, omuzlarına yüklenen misyonun ‘ne anlama’ geldiğini dahi idrak edemeyip, ‘kişisel’ hırslarının, menfaatlerinin peşine düştüler.
Kimileri, ‘geçmişlerini’ sermaye yapıp, davayı ‘sokaklarda ıspanak fiyatına satılan’ bir pazarlık malzemesi haline getirdiler.
Kimileri ise, ‘temize çıkma’ adına kapı kapı dolaşıp, “12 Eylül öncesinde kullanıldık” diye günah çıkarmaya başladılar.
Ve hâlâ kullanılıyorlar.
***
Yüce Allah, Bakara Suresi 154’üncü ayetinde şöyle buyuruyor:
- “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler, lâkin sizler bilmezsiniz.”
Şek ve şüphe yok ki onlar diridirler.
Peki ya, onların ‘bir gül bahçesine’ girercesine, uğruna kara toprağa düşmeyi göze aldıkları ‘kutlu’ davanın mirasçısı olduğunu iddia eden diriler?
Onlar gerçekten diri midirler?