Bir Kervanın Yolbaşçısı: Ruhi Kılıçkıran
Mehmet Batuhan Örs 01 Ocak 1970
Bir rüzgârsın, Kıble yönünden esen
Unutma! Beklenen ülkücüsün sen.
[Salih Sefa]
Cennet kapılarının ardına kadar açıldığı ve şeytanın zincirlere bağlandığı kutsal Ramazan Ayı’nın manevi ferahlığı masanın tamamına hakimdi. Site yurdunun itikâda mâlik talebeleri sükut içerisindeki bekleyişlerini sürdürüyorlardı. Esasen, bu sessizlik, mutekit ruhların Yaratıcı’ları karşısındaki acziyetinin dışavurumu ve teslimiyetlerinin ifadesiydi.
Ezân-ı Muhammedî okundu. Dualarla başlanan iftar yemeğinin akabinde, namazlar eda edildi, çaylar demlendi. Hasbihâl zamanıydı. Onlar zamane gençlerinin sürüklendiği mecralardan imtina eder, eyyamperest izler taşıyan konulara taalluk göstermezlerdi. Kişisel hadiseler, bu genç dimağlarda yer edinemezdi. Dünyevi ihtiraslarını dizginlemeyi içselleştiren ve umumî efkara sahip vakur gençlerin bu özellikleri, sohbetlerinin muhtevasına da tesir ederdi. Onlar, ancak, millî meselelerle tasalanır, mevzubahis kültse kaygılanırlardı. Ve bu konularda fikir teatisinde bulunmak, ulvi karakterlerinin gereğiydi.
Ekseriyetle, maddi imkansızlıklar çekiyorlardı. Çoğu eğitim masraflarını zor denkleştirirken, pek çoğunun giyecek ikinci bir kıyafeti dâhi yoktu. Ama söyledik ya! Ne önemi vardı ki? Dünyevi emtiada gözleri yoktu, Anadolu evlatlarının. Kıymet vermezlerdi. ‘Şükretmeyi’ daha küçük yaşlarda öğrenmişlerdi. Herşeyden evvel de paylaşmayı. Ekmeği, derdi, mutluluğu…
Osmaniyeli Ruhi’de, o yiğitlerdendi. Babası, daha o küçük yaşta iken vefat etmişti. Yetimdi. Hayata yenik ve erken başlayanlardandı. Belki de bu yüzdendi, olgunluğu. 1966 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi’ni kazandı. Site Yurdu’nda kalıyordu. Kısa sürede okulda ve yurtta, kendini sevdirmeyi başardı. Mertti, Ruhi, efendiydi. Geniş muhiti ile kantinde masalara sığmazdı. Mamafih, okulun en aksiyoner öğrencilerindendi. İdealistti, diğerleri gibi.
Kıbleli bir rüzgârla gelip doldun içime
Yeşillerin en güzeline pervaneydi ellerin.
[Dilaver CEBECİ]
Sohbet sürüyordu. Konu Sovyet Rusya ve Türkiye üzerindeki politikalarıydı. Zira, o dönem, Sovyet emperyalizmi ve yerli yansımaları, tehlikeli boyutlara varacak düzeyde, faaliyetlerini yaygınlaştırmıştı. Türk gençlerinin dimağlarını işgal ediyor ve komünist bir Rus askeri haline getiriyorlardı. Bilhassa, üniversite talebeleri, milli ve manevi hassasiyetleri yerle bir edilerek kendi ülkesine, değerlerine yabancılaştırılıyordu. Bu vaziyete son verecek siyasi irade ise 1944'te olduğu üzre, ne yazık ki yine yoktu ve Türk’ün, ülkesine sirayet eden bu hastalıktan acilen kurtulması gerekmekteydi. Vazife, Türk milliyetçilerinindi.
Menşei Türk olmayan komünizm fikri bir akımdı, ideolojiydi ve o halde, cevabın da tefekkür zemininde verilmesi zaruriydi. Komünizm fikren mağlub edilmeli ve Türk evladı gaflet uykusundan uyandırılmalıydı. Ruhi ve arkadaşları da hasbihalleri esnasında bu minvalde münakaşa ederler, yeni fikirlerin tohumlarını atarlardı.
Ayrıca, mensubu oldukları Türk milliyetçiliği kominizm karşısında ilk sınavına çıkmıyordu. Tarihe 1944 Türkçülük-Turancılık Davaları olarak kayıt düşen elem verici hadiseler, devlet eliyle işkenceye maruz kalan Türk milliyetçilerinin hafızalarındaki tazeliğini hâlen korumaktaydı. İtham edilecekleri suçları, muhatap olacakları şahsiyetlerin utanç vesîkalarını tecrübelerinden mülhem tahmin edebiliyorlardı. Ancak, imanları onlara zırh olmuştu! Aynı kıbleye dönmüş bedenler, ramazan ayının ikliminin de etkisiyle yekpare hale gelmişti.
“Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna, Ya Rab, ne güneşler batıyor!
[Mehmet Akif Ersoy]
Sohbet devam ediyor ve çayların dolmasıyla bitmesi bir oluyordu ki o sırada, komünist bir talebe grubu kantinden içeriye girdi. Türk’ün mukaddesatına hakaret etmeye/sövmeye başladı. Böylesine müstesna bir günde vuku bulan ve tahahmmülü mümkün olmayan hadise karşısında, şaşkınlık içerisindeki Türk milliyetçileri uyarılarını tekrar tekrar iletseler de, dinlerine yönelik sataşma sürüyordu. Sabır sınırlarını ihlal eden, edep yoksunu vakaya Ruhi daha fazla sessiz kalamazdı, katlanamazdı. Tepki göstermeliydi.
Tepkinin akabinde sözlü münakaşa kavga boyutuna taşındı. Ve o esnada, iki el silah sesi duyuldu, Ruhi’yi hedef alan. Kızıl kurşunlardan üçüncüsü ise sırtından içeri girmişti. Yiğit delikanlı oracıkta yere yığıldı ve şehadet şerbetini içti. Başkoyduğu ‘Allah yolu’nda can vererek şehitlik mertebesine mazhar olmuştu.
“Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.” [Bakara-154]
O, hayatını inandığı değerler üzerine inşa etmiş ve düstur edindiği Türk-İslam Felsefesi’nden asla taviz vermemiştir.
O, tarihe not düşen bir destanın ilk sayfasını asil kanıyla kaleme almıştır.
O, ülkücü hareketin ilk batan güneşi ve şehitler kervanının yolbaşçısıdır.
O, her ülkücünün örnek alması gereken mümtaz bir şahsiyettir.
O’nun kanıyla suladığı topraktan, nice ülkücüler filizlendi. Ruhi Ağabey’leri gibi Türk Ülküsü’nün izinde, Allah yolunda…