(1823-1861) Osmanlı padişahı (1839-1861). Babası II. Mahmud, annesi Bezmiâlem Valide Sultan'dır. 25 Nisan 1823’te İs¬tanbul'da doğdu. Tahsil ve terbiyesine itina edilerek zamanın icaplarına göre. tıpkı Avrupalı bir prens gibi yetiştiril¬di. Konuşacak ve okuduğunu anlayacak kadar iyi Fransızca öğrendi. Avrupa neş¬riyatını yakından takip eder, temas et¬tiği yabancılarla çeşitli konulan tartı¬şırdı. Batı mûsikisine ve yaşayış tarzı¬na hayrandı.
1 Temmuz 1839'da babasının ölümü üzerine, on yedi yaşında iken tahta geçti. Devlet idaresindeki tecrübesizli¬ği, devletin o sırada içinde bulunduğu meseleleri halletmesini güçleştiriyordu. Zaaf ve aczini bilen genç padişah, devlet büyüklerine nasihatlerini dinleyece¬ğine ve kendilerine güveneceğine dair söz verdi. Yabancı sefirlere de II. Mahmud'un başlattığı ıslahata devam edile¬ceği bildirildi. Bu sırada Mısır meselesi¬nin ikinci safhası Nizip mağlûbiyeti [1][462] ile vahim bir hal almıştı. Devlet ileri gelenleri arasındaki reka¬bet de iyice artmıştı. II. Mahmud'un ce¬naze merasimi sırasında. Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye Relsi Koca Hüsrev Paşa. Başvekil Mehmed Emin Rauf Paşa'dan mühr-i hümâyunu zorla ala¬rak kendisini sadrazam ilân ettirdi. [2][463]
Henüz Nizip bozgunundan haberdar olmayan padişah Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'yı affederek meseleyi çözmek istedi. Orduya ve donanmaya harekâtı durdurmaları için haber gönderdi. Köse Akif Efendi Çanakkale boğazı açıkların¬da bulunan Osmanlı donanmasına ha¬beri verdikten sonra Mısır'a giderek Mehmed Ali Paşa'ya padişahın kendisi¬ni affettiğini bildirdi. Kaptanıderya Ahmed Fevzi Paşa ise rakibi olan Hüsrev Paşa'nın sadârete gelmiş olmasından çekinerek donanmayı Mısır'a götürüp Mehmed Ali Paşa'ya teslim etti. [3][464] Kısa bir süre sonra da Ni-zip mağlûbiyeti haberi İstanbul'a ulaştı. Osmanlı Devleti'nin ordusuz ve donanmasız kalmasından cesaret alan Mısır valisi padişahla anlaşmaya yanaşmadı. Öte yandan İngiltere, Fransa, Rusya. Avusturya ve Prusya, verdikleri ortak bir nota ile Mısır meselesinin kendileri¬ne danışılmadan çözülmemesini istedi¬ler
[4][465] Bu notanın kabul edilmesiyle Osmanlı tarihinde yeni bir dönem başlamış oldu. Böylece Osmanlı Devleti bir bakıma Avrupa devletlerinin vesayeti altına girdi.
Bu sırada Londra ve Paris'te Osmanlı Devleti'ndeki ıslahat hazırlıkları ve geti¬receği faydalar konusunda temaslarda bulunan Hariciye Nâzın Mustafa Reşid Paşa derhal İstanbul'a döndü. Mısır me¬selesinde Avrupa'nın yardımının sağlan¬ması için onları memnun edecek bir re¬form programının ilânına genç padişa¬hı razı etti. Mustafa Reşid Paşa, bizzat hazırladığı Gülhane Hatt-ı Hümâyunu veya “Tanzimat Fermanı” adı verilen re¬form programını, bütün cemaat liderle¬rinin ve yabancı devlet sefirlerinin hu¬zurunda okudu. [5][466] Tanzi¬mat devrini açan bu belge, millî hâkimi¬yet prensibini kapsamamakla birlikte, şahsî ve mülkî emniyeti, bir kısım hak¬ların korunması gibi esasları kabul ede¬rek devlet ile fert arasındaki münase¬betleri tayin edecek kanunların çıkarıla¬cağını vaad ediyordu. Bazı iç ve dış olay¬lar sonucu ilân edilen Tanzimat Ferma¬nı, keyfî idareye son vermeyi de amaç¬lıyordu.
Bu fermanın sağladığı uygun hava, bir Avrupa meselesi halini almış olan Mısır meselesinin çözümünü kolaylaş-tırdı. İngiltere'nin teklifi üzerine beş büyük devlet Londra'da bir araya gel¬diler. Mısır valisini destekleyen Fran¬sa dışarıda bırakılarak İngiltere. Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Londra Antlaşması imzalandı. [6][467] Mısır valiliği veraset yolu ile Mehmed Ali Paşa'ya bırakılarak işgal ettiği top¬raklar ve Osmanlı donanması geri alın¬dı. 13 Temmuz 1841’de yine aynı dev¬letler Londra'da imzaladıktan Boğazlar Sözleşmesi ile Osmanlı Devleti'nin Boğazlar üzerindeki hâkimiyetini ve ya¬bancı savaş gemilerinin Boğazlar'dan geçemeyeceği esasını kabul ettiler. Dev¬letin ıslahat işleriyle meşgul olduğu bir sırada. İngiltere ve Fransa'nın Ortado¬ğu'da giriştikleri nüfuz mücadelesi yü¬zünden Suriye ve Lübnan olayları patlak verdi (1845). Hariciye Nâzın Şekib Efen¬di Beyrut'a gönderilerek durum yatıştırılmaya çalışıldı.
Avrupa'da başlayan 1848 ihtilâlleri sı¬rasında Avusturya'ya karşı istiklâl mü¬cadelesi veren Macar milliyetçileri Tür-kiye'ye sığındı. Avusturya ve Rusya'nın harp tehditlerine rağmen, Abdülmecid'in mültecileri iade etmemesi Avrupa'-da Osmanlı Devleti lehine büyük yankı uyandırdı. Bu ihtilâller Eflak-Bağdan'a da yayıldı ve mesele. Ruslar'la yapılan Baltalimanı Antlaşması [7][468] ile geçici bir sonuca bağlandı. Fakat bir süre sonra ortaya çıkan "mukaddes ma¬haller meselesi" Osmanlı Devleti ile Rus¬ya'yı savaşa sürükledi. Kudüs'teki Kato¬likler'! himaye etmek için müracaatta bulunan Fransa'ya karşı, Rusya da Ortodokslar'ın haklarını korumak iddiasıy¬la harekete geçti. Babıâli'ye verdiği bir nota ile Ortodoks Osmanlı tebaasına geniş haklarla birlikte bunların himaye hakkının da kendisine verilmesini iste¬di. Osmanlı hükümeti bunu reddedince Eflak-Boğdan'ı işgal etti. Bunun üze¬rine Rusya'ya savaş ilân edildi. [8][469] Tarihe Kırım Harbi olarak geçen ve 30 Mart 1856'da imzalanan Paris Muahedesi ile son bulan bu savaşta İn¬giltere. Fransa ve Piyemonte Osmanlı Devleti'nin yanında yer aldı. Avusturya ve Prusya ise tarafsız kaldı.
Savaşta ordularıyla yardım eden müt¬tefikler, Abdülmecid'den Tanzimat Fer-manı'nı teyit eden ve onu tamamlayan bir ıslahat fermanı almaya muvaffak oldular. Fransız ve İngiliz elçileriyle sad¬razam ve şeyhülislâmın birlikte hazırla¬dıkları Islahat Fermanı, Paris Kongresi başlamadan padişah tarafından ilân edildi [9][470] Osmanlı tebaası gayri müslimlere, savaştan önce Rus¬ların teklifinden daha fazla haklar ve¬ren ve Batı sermayesinin Türkiye'ye gir¬mesini kolaylaştırıcı hükümler taşıyan Islahat Fermanı, Paris Muahedesi'nde de zikredildi. Böylece ıslahat konusun¬da. Batılı devletlere müdahale etme hakkı verilmiş oldu. Buna karşılık Osmanlı Devleti'nin, diğer devletlerin te¬minatı altında toprak bütünlüğünü ko¬ruma ve Avrupa devletleriyle eşit hakla¬ra sahip olma prensibi kabul edildi.
Abdülmecid dönemi ıslahat tarihi açısından büyük önem taşır. Padişah, ilân ettiği fermanlara sadık kalarak, çeşitli unsurları eşitlik prensibi içinde ve Osmanlıcılık fikri etrafında birleştir¬meye çalıştı. Fakat özellikle gayri müs-lim unsurlarda uyanan milliyetçilik duy¬gularının Islahat Fermanı'nın getirdiği imtiyazlarla desteklenmesi, dinî. iktisadî ve millî haklara kavuşan azınlıkların Batılı devletlerce de himaye edilmeleri, böyle bir birliğin kurulmasını imkânsız hale getirdi.
Abdülmecid'in de önceki padişahlar gibi kendi üstünde tanıdığı tek kuvvet şeriattı. Bütün icraatını ve iradesiyle yaptığı yeni düzenlemeleri şeriata uy¬gun yapmak zorunda olduğu inancıyla hareket ediyordu. Diğer tarafian Abdülmecid devlete devrinin şartlarına uygun bir düzen vermekten başka çare bulunmadığına da inanmıştı. Islahatçı düşünceye sahip devlet adamlarını des¬teklemesi de bundan dolayı idi. Onlar umumi idarede yeni düzenlemelere gi¬derken, kendisi de eski padişahların tâbi olduğu bazı gelenek ve usullerde yenilik yapmaya çalıştı.
Abdülmecid. başta demiryolları ol¬mak üzere Batı memleketlerinde bulu¬nan bütün medeniyet vasıtalarını almak azminde idi. Avrupanın hükümet şeklini de incelemişti. Avusturya'nın mutlaki-yet idaresini, Fransa'nın meşrutî krallık sistemine tercih ettiğini söylüyordu. Pa¬dişahlık ve hilâfet konusundaki fikirleri kendisinden önceki padişahlardan fark¬lı değildi. Hilâfet ve saltanatın Allah'¬ın ihsanı olduğuna inanmakta idi. Bun¬dan dolayı Osmanlı İmparatorluğu “Memâlik-i Mahrûsa-i Şahane”, Osmanlı te¬baası da “Vedîa-i ilâhiyye” olarak kabul edilmekte idi. Mülk ve tebaasını idare etmek hususundaki haklarının “Hukak-ı saltanat-ı seniyye”yi teşkil ettiğine kani idi. Bu sebeple bütün memurları tayin ve azletme yetkisine sahipti.
Abdülmecid. padişahların sarayda ka¬palı kalma geleneğine son vererek za¬man zaman halkın arasına katıldı ve onların meseleleriyle ilgilendi. Ara sı¬ra Babıâli'ye giderek vekiller heyetinin toplantılarına katıldı. Her yıl Meclis-i Vâlâ'yı bir nutukla açmayı âdet haline getirdi. Sık sık kışlaları ve tersaneyi tefiiş etti. Camilerde verilen icazet mera-simlerinde, askerî ve rüşdiye okulların¬da yapılan imtihanlarda hazır buluna¬rak talebeye ve hocalara teşvik edici sözler söyledi. Halkın ihtiyaçlarını yerin¬de görmek ve şikâyetlerini dinlemek için memleket içinde bazı seyahatlere çıktı. 25 Haziran 1844'te İzmit, Mudan¬ya, Bursa. Gelibolu, Çanakkale ve Adalar'ı ziyaret etti. 29 Nisan 1846’da Ru¬meli gezisine çıktı. Aynı yılın temmu¬zunda Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın bir ay süreyle İstanbul'u ziyaretini ka¬bul etti.
Abdülmecid. eski padişahların uygu¬ladıkları bazı kuralları da değiştirdi. Ya¬bancı elçilerin padişahla siyasî konular üzerinde görüşmeleri âdet değilken, Kı¬rım Harbi arefesinde elçilerin görüşme taleplerini kabul etmeye başladı. Bun-dan böyle elçiler randevu alarak padi¬şahla görüşme imkânı buldular. Yalnız İngiliz elçisi Stradford Canning randevu almadan padişahla görüşebiliyordu. Bu elçinin padişah nezdinde nüfuzu o ka¬dar fazla idi ki diplomatlar tarafından kendisine “Taçsız sultan” lakabı veril¬mişti. O zamana kadar Avrupa hanedan mensuplarının ziyaretleri iade edilmez¬ken, Abdülmecid Fransız elçiliğine gide¬rek Prens Napolyon'un ziyaretini iade etti. Yine onun zamanına kadar Osman¬lı padişahlarınca nişan verilir, fakat alın¬mazken ilk defa o. Fransız İmparatoru III. Napolyon'un “Legion d'honneur” ni¬şanını kabul ederek bu geleneği de bozdu. Yine bu vesile ile Fransız elçisi¬nin 4 Şubat 1856'da verdiği baloya ka¬tıldı.
Abdülmecid, II. Mahmud'un kurduğu başvekillikten vazgeçerek sadrazamlık makamını yeniden tesis etti. Yirmi yıllık saltanatı süresinde yirmi iki sadrazam değiştirdi. Karakter itibariyle hissî ve alıngan olan padişah, mizacına uygun düşmeyen nüfuzlu sadrazamları azle¬derdi. Ayrıca çevresinin tesirlerine kapı¬lır, kadınlarının, kızlarının ve damatları¬nın telkinleriyle hareket ederdi. Padişa¬hı sadrazam değiştirmeye sevkeden başlıca sebeplerden biri de dış müda¬hale idi. Tanzimat'tan sonra Avrupa devletlerinin müdahalesi arttı. İngiltere ve Fransa'nın İstanbul'daki elçileri padi¬şaha akıl hocalığı yapmak hususunda çetin bir mücadeleye giriştiler. Osmanlı devlet adamları da İngiliz ve Fransız ta¬rafiarı olarak ikiye ayrıldı. Mustafa Reşid Paşa İngiliz, Âlî, Fuad, Kıbrıslı Meh¬med ve Serasker Rıza paşalar da Fran¬sız tarafiarı idi. Abdülmecid İngiliz ve Fransız hükümetlerinin İstanbul'daki elçileri vasıtasıyla yaptıkları baskı dere¬cesine göre bu iki gruptan birini iktidar mevkiine getirirdi. Elçilerin devlet işleri¬ne ve en çok sadrazam azil ve tayinleri¬ne müdahaleleri o dereceye vardı ki, Osmanlı Devleti Fransa ve İngiltere nez¬dinde şikâyette bulunmak zorunda kal¬dı. Bu devletler elçilerine talimat gön¬dererek müdahaleden kaçınmalarını is¬tediler. Bu karardan pek çok Osmanlı paşası memnun olmadığı gibi elçiler de talimata aldırmadılar.
Abdülmecid döneminde şeyhülislâm¬lar Meclis-i Vükelâya katılmakla birlik¬te politik nüfuzları büsbütün azalmıştı. Bundan dolayı sık sık sadrazam değiş¬tiği halde, bu dönemde sadece dört de¬fa şeyhülislâm değişti. Devlette en yük-sek maaşı, yüz bin kuruş ile şeyhülislâm alıyordu. Nizamiye askerinin başında bulunan serasker, ayrıca kara kuvvetle¬rinin de kumandanı sayıldı. Sadrazam¬ların “Serdâr-ı ekrem” unvanıyla sefere gitmeleri ve askere kumanda etmeleri usulüne son verildi. Bâb-ı Seraskerrnin nüfuzu arttı. Seraskerlik rütbesi, sadra¬zamlık ve şeyhülislâmlıkla aynı seviyeye getirildi. 1845'te Zabtiye Müşirliği ku¬rularak İstanbul'un ve eyaletlerin asayi¬şi bu makama devredildi.
Abdülmecid devrinde ayrıca. II. Mah-mud zamanında kurulan meclislerin ve nezâretlerin sayıları arttırıldı. Her türlü idarî ve kazaî işlerin yüksek karar mer¬cii olan Dîvân-ı Hümâyun önemini kay¬betti. Onun yerini nazırların teşkil ettiği Meclis-i Hâs veya diğer adıyla Meclis-i Vükelâ aldı. Babıâli'de sadrazamın baş¬kanlığında Adliye relsi. Hariciye nâzın. Maliye nâzın, Hazîne-i Hassa nâzın, Evkaf-ı Hümâyun nâzın Ticaret nâzın, Zabtiye müşiri, Sadâret müsteşarı. Vali¬de kethüdasından oluşan Meclis-i Hâs'ın önemi arttı. 1850'de, bu meclise giren memurların padişaha ve devlete sada¬katle hizmet edeceklerine dair yemin etme usulü getirildi. Bu usul giderek diğer memuriyetlerde de yayıldı.
1853 yılında Meclis-i Âl-i Tanzimat kurularak Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye'nin kanun yapma yetkisi bu mecli-se verildi. 1843'te Meclis-i Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî genişletildi. Topçu sınıfını düzen¬lemek üzere Meclis-i Tophâne-i Âmire, eğitim işlerini teşkilâtlandırmak, yürüt¬mek ve kontrol etmek için de 1845'te Meclis-i Maârif-i Umûmiyye kuruldu. 1856 yılında Maarif Nezâreti'nin teşki-liyle meclis bu nezârete devredildi. Malî konulan incelemek ve gerekli teklifle¬ri yapmak için de 1846 yılında Meclis-i Mâliyye kuruldu. Islahat işlerini düzenleme ve kontrol etme görevi 1854'te Meclis-i Âlî-i Tanzîmat'a verildi. Devletin en yüksek istişare meclisi görevini yap¬mak üzere, 1855'te Meclis-i Âl-i Umû¬mî adıyla bir meclis oluşturuldu. Bun¬lardan başka, kaptan paşa lığa bağlı Mec¬lis-i Bahriyye, Ziraat Nezâreti'ne bağlı Meclis-i Ziraat ve Meclis-i Maâdin. Zab¬tiye müşirine bağlı Meclis-i Zabtiyye gi¬bi meclisler meydana getirildi.
Taşra teşkilâtı Fransız mülkî idare sistemi esas alınarak yeniden düzen¬lendi. Eyaletlerde valinin etrafında ma¬hallî meclisler teşkil edildi. Meclislerde gayri müsümlere de temsil hakkı tanın¬dı. Mülkiye memurları için ilk defa 22 Eylül 1858'de vazife ve salâhiyet kanu¬nu çıkarıldı. Adlı teşkilâtta da önem¬li yenilikler yapıldı. Tanzimat'tan önce mevcut olan şer'î mahkeme, cemaat ve konsolosluk mahkemelerinin yanı sı¬ra bir de nizamiye mahkemeleri kurul¬du. Bu mahkemelere müslüman ve gay¬ri müslim üyelerin tayin edilmesi esası getirildi. Tercüme ve İktibas yoluyla Ba¬tılı devletlerden bazı kanunlar alındı. Ceza kanunu 1840'ta, ticaret kanunu 1850'de ve arazi kanunu 18S7de bu yolla alınan belli başlı kanunlardır. Yeni kurulan Adliye teşkilâtı Adliye Nezâre¬ti'ne bağlanırken, eski şer'î mahkeme¬ler şeyhülislâmın faaliyet sahası içinde bırakıldı. 1843 yılında çıkarılan askerî kanunla askerlik hizmeti kur'a usulüne göre bir düzene konuldu. 1856 Islahat Fermanı ile gayri müslimlerin de askere alınmaları esası getirildi. Fakat azınlık¬ların büyük tepkisiyle karşılaştığı için uygulanamadı.
Eğitim alanında önemli adımlar atıl¬dı. Devrin bütün aydınlarının görev aldı¬ğı Meclis-i Maârif-i Umûmiyye'nin hazır¬ladığı bir kanuna göre ilk öğretim mec¬buri olacak, ilk ve orta öğretimde para alınmayacak, bir de darülfünun kurula¬caktı. Buna bağlı olarak ilk ve orta öğ¬retim işlerini yürütmek üzere 1847'de Mekâtib-i Umûmiyye Nezâreti kuruldu. Sıbyan mektepleri ile rüşdiyeler ıslah edildi. 1858'de İstanbul'da ilk defa kız rüşdiyesi açıldı. 1849'da. rüşdiyelerle dârüjfünun arasında eğitim yapacak olan dârülmaârif (lise) kuruldu. Darülfünun açılışına teşebbüs edildiyse de muvaffak olunamadı. 1845'ten itibaren harp mektepleri üçe ayrıldı ve ardından Harp Akademisi kuruldu. 1847de dârülmuallimîn adıyla ilk defa öğretmen okulu açıldı. Ziraat Mektebi (1847), Or¬man Mektebi (1859), Telgraf Mektebi (1860) ve Mekteb-i Tıbbiyye'ye bağlı ola¬rak Ebe Mektebi (1842) gibi daha pek çok okulun yanı sıra, 1850'de yerli ve yabancı pek çok ilim adamının üye ol¬duğu ilk ilim akademisi sayılan Encümen-i Dâniş tesis edildi. Türkçe'nin sa¬deleştirilmesi çalışmaları ve Osmanlı ta¬rihinin yazılması faaliyetleri bu kurum eliyle başlatıldı. Bu kurumun Türk il¬mine kazandırdığı en büyük eser, Cev¬det Paşa'nm 12 ciltlik Târihidir. Buna rağmen Abdülmecid döneminde eğitim alanında yapılan bu çalışmalarda tam bir başarıya ulaşılamadı. Tıpkı hukuk alanında olduğu gibi eğitimde de ikilik meydana geldi. Medreseler eski düzenleriyle şeyhülislâmın yönetimine terkedilirken yeni kurulan okullar Maarif nezâreti'ne bağlandı.
Abdülmecid devrinde ilk özel gazete 1840 yılında çıkmaya başladı. İngiliz asıllı W. Churchill'in çıkardığı Ceride-i Havadis hükümet tarafından da des¬teklendi.
Maliyede de önemli ıslahat yapıldı. İl¬tizam usulü kaldırılarak vergilerin top¬lanması, merkezden gönderilecek vali derecesinde yetkili muhassıl adı verilen memurların kontrolüne bırakıldı. Ancak hiçbir hazırlık yapılmadan girişilen yeni malî tedbirler bazı karışıklıklara yol aç¬tı. Devletin gelirleri düştü; bunun üze¬rine ilk defa kâime-i mu'tebere adıyla kâğıt para basıldı. Ayrıca yeniden iltizam sistemine dönüldü. 1848 yılından itiba¬ren Osmanlı maliyesi sürekli buhran¬lar dönemine girdi. Kırım Harbi'nin ge¬tirdiği ağır masrafları karşılamak üzere ilk defa dışarıdan borç alındı [10][471]; bunu 1855'te ikinci. 1858'de üçüncü ve 1860'ta dördüncüsü ta¬kip etti. Her borca karşılık memleketin önemli gelir kaynaklan ipotek edildi.
Bir yandan malî imkânsızlıklar, diğer yandan gayri müslim tebaaya verilen geniş imtiyazların ortaya çıkardığı hoş-nutsuzluk memleketi tekrar karışıklık¬lara sürükledi. 1857'de Cidde'de, 1858'de Karadağ'da olaylar çıktı. Büyük Av-rupa devletleri kendi çıkarları doğrultu¬sunda müdahale etmek için bu olayları fırsat bildiler. Bu durum karşısında pa¬niğe kapılan Osmanlı devlet adamları onların her isteğini yerine getiren bir politika takip etmeye başladılar. Abdülmecid'in bu duruma engel olamaması. Tanzimat Fermanı'nın doğurduğu hoş¬nutsuzluğu daha da arttırdı.
Muhalifler, Avrupa devletlerinin bir vasi gibi davranmasını önlemek için Abdülmecid'i hal'edip Abdülaziz'i tahta geçirmeye karar verdiler. Bir ihbar üze¬rine, tarihe Kuleli Vak'ası olarak geçen bu isyan teşebbüsü, 14 Eylül 1859'da daha başlamadan bastırıldı. Bu sırada malî vaziyet iyice kötüleşmiş, savaş masraflarını karşılamak üzere ağır şart-larla alınmış olan dış borçlar hazineye büyük bir külfet yüklemişti. Beyoğlu sarraflarından alınan borçların yekünü de seksen milyon altın lirayı aşmış¬tı. Bunlar için rehin verilen mücevher¬lerle borç senetlerinin bir kısmı yaban¬cı tüccar ve bankerlerin eline geçmişti. Bu durumu sert bir şekilde tenkit eden Sadrazam Âlî Paşa. 18 Ekim 1859'da padişah tarafından azledildi.
Bu sırada. 1856 İslahat Fermanı'nda vaad edilen reformların gerçekleştiril¬mediği gerekçesiyle İngiltere. Fransa. Avusturya, Rusya ve Rusya tarafından Osmanlı hükümetine bir nota verildi. [11][472] Bu notada reform progra-mının uygulanmasını sağlamak maksa¬dıyla ayrı ayrı müdahalede bulunacakla¬rını da bildirdiler. Nitekim Rusya ilk adımı atarak. Bosna-Hersek ve Bulga¬ristan'daki gayri müslimlerin durumla¬rının milletlerarası bir tefiiş komisyonu tarafından incelenmesini istedi. Bu me¬sele halledilmeden. Fransa ve İngiltere'¬nin kışkırtmaları sonucu Lübnan olayla¬rı tekrar başladı (1860) Dürziler ile Mârûnîler arasında olaylar çıktı. Bu hadise henüz yatışmışken Şam'da karışıklıklar meydana geldi. Karışıklıklar sırasında Hollanda ve Amerikan konsolosları öldürüldü (1860). Olaylar, her zaman ol¬duğu gibi, Avrupa kamuoyuna büyütü¬lerek ve yanlış aksettirildi. Avrupa dev¬letleri Babıâli'ye karşı baskılarını arttırdılar. Fransa Beyrut'a asker çıkardı. Fevkalâde komiser görevi ile Lübnan'a gönderilen Hariciye Nâzın Fuad Paşa, Avrupalılar'ı teskin etmek için şiddet¬li tedbirler aldı. Pek çok Türk subay ve idareciyi, olaylarda ihmali olduğu ge¬rekçesiyle ağır cezalara çarptırdı. Avru¬pa devletleriyle yapılan müzakereler so¬nunda Lübnan gayri müslim bir muta¬sarrıfın idaresinde imtiyazlı bir sancak haline getirildi. [12][473]
Çeşitli iç ve dış olaylar, malî buhran¬lar içinde geçen Abdülmecid devrinde pek çok imar faaliyetlerinde de bulu-nuldu. Dışarıdan alınan borç paraların bir kısmı ile saray ve köşkler inşa et¬tirildi. Dolmabahçe Sarayı (1853), Bey-koz Kasrı (1855), Küçüksu Kasrı (1857), Mecidiye Camii (1849), Teşvikiye Camii (1854), o devrin belli başlı mimari eser¬lerindendir. Yine bu devirde Bezmiâlem Valide Sultan tarafından Gureba Hasta-hanesi yaptırıldığı gibi (1845-1846), yeni Galata Köprüsü de aynı tarihte hizme¬te girdi. Ayrıca pek çok çeşme, cami, tekke ve benzeri sosyal kurumlar tamir edildi veya yeniden yapıldı.
Abdülmecid de babası gibi tüberkü¬loz hastalığına yakalanarak 25 Haziran 186l'de henüz 39 yaşında iken İhlamur Köşkü'nde vefat etti ve Yavuz Sultan Selim Türbesi yanına defnedildi. Çocuk¬larından Murad, Abdülhamid, Mehmed Reşad ve Vahdeddin daha sonra padi¬şah oldular.