Kimlik vesayeti
İhsan Dağı 01 Ocak 1970
İslamcıları bir tarafa bırakın. Onlar toplumun hiçbir zaman ana gövdesini, merkezini, büyük bir kısmını temsil etmediler, şimdi de etmiyorlar.
Dolayısıyla bazı temel soruların muhatabı onlar değil; genelde sağda duran, merkez sağ ve milliyetçi partilere oy veren Türkiye muhafazakârları ve dindarları. Bu büyük gövde demokrasi istemeden memlekete demokrasi gelmeyecek. Onları demokrasi istemekten alıkoyacak tuzakların başında ‘kimlik siyaseti,’ daha doğrusu ‘kimlik vesayeti’ geliyor. Kimlik siyaseti insanları ‘zorunlu’ tercihler yapmaya yöneltiyor, yani tercihsizliğe. Aidiyet hissettiklerine destek vermek, onlardan taraf olmaya zorlanmak sadece özgürlüğün değil siyasetin de bittiği yerdir... Sizden olanların yaptıklarına değil kimliklerine bakarsınız. Kabileciliktir kimlik siyaseti, ya da postmodern bir tutsaklık. Etnik veya dinî kimliğini taşımak, ama onları reddetmeden kimlik siyasetine mahkûm olmamak, kimlik vesayetine düşmemek ve özgür kalabilmek mümkün mü? Kimlik siyasetinin toplumu denetlemenin araçlarından birine dönüştüğü bir ülkede bu zor ama mümkün.
Aktüel mesele, iktidar partisi tarafından kimlik kıskacına alınan Türkiye muhafazakârları ve dindarlarının konumu... Bu kesimler; ‘ortak kimlik’e işaret eden dinî referanslar üzerinden tercihsizliğe ve dolayısıyla siyasetsizliğe mahkûm edilmeye razı mı olacaklar? ‘Dinî-muhafazakâr kimlik’in sorgulanamaz ‘vâsi’si edasıyla davranan siyasal elite vesayetlerini teslim mi edecekler? Açmaz şu ki, yıllardır statükocu ve otoriter devletçiliğe karşı değişim ve demokrasi mücadelesi verdiklerini söyleyen muhafazakârlar-dindarlar birden bizatihi statükonun, otoriterliğin, devletçi politikanın kendisi haline gelme ihtimaliyle karşı karşıyalar. Böyle bir durumda kimlik siyasetinin cenderesine alınan muhafazakârlar-dindarlar değişimin taşıyıcı bir aktörü olma özelliklerini kaybeder, sicili bizzat dindarlara karşı yaptıklarıyla kirlenmiş olan bir devletin hâmisi ve sözcüsü haline gelirler.
Tercih onların. “Artık bir devletiniz var, daha ne istiyorsunuz?” diye fısıldanıyor kulaklarına. “Şükredin ve bize itaat edin bunun için” diyorlar... Yanılmasınlar, aslında devlet dindarların-muhafazakârların değil; dün olduğu gibi devletin yaptığı her şeye razı olan ve ona itaat edenlerin.
Dolayısıyla iktidarda kim olduğu değil devletin doğası önemli. Devletin ‘kim’liği değil bizi özgürleştirecek olan; iktidarda olanların kimliğinden bağımsız olarak onun sınırlandırılması. Kim yönetirse yönetsin ‘güç kullanma tekeli’ne sahip bir otoritenin sınırlandırılmadığı, sınırlandırılamadığı bir durum toplum için felakettir. Kendini kadir-i mutlak bir varlık gibi gören devlet bu dünyayı cehenneme çevirir. Hükümetin görevi insanların temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak, korumaktır. Varlığının nedeni budur. Bu temel hakları tanımayan ve ihlal eden bir yönetim varlık nedenini kaybeder. ‘İdeoloji’ veya ‘kimlik siyaseti’ne sarıldıkları sık görülür böylelerinin. Son zamanlarda bir kez daha görüldü ki devlet ‘tarafsız’ olmalıdır; ideoloji, felsefe, din ve inançlar arasında ayrım yapmamalıdır. Devlet gücünü ve aygıtlarını kullanarak kendi tercih ettiği bir ideolojiyi, felsefî düşünceyi veya dini teşvik etmez, inşa etmeye çalışmaz. Yaparsa bunları tercihlere müdahale etmiş, sivil alanı devletleştirmiş olur. Kemalist devletin yaptığı gibi… Yine son zamanlarda bir kez daha görüldü ki devletin din ve inanç özgürlüğünü garanti altına alan, farklı dinî grup ve yorumlara müdahaleyi aklından bile geçirmeyen, dinler ve dinî yorum ve gruplar arasında taraf tutmayan bir nitelik taşıması, yani ‘laik’ olması hem sınırlı ve demokratik bir rejimin gereğidir, hem de toplumsal barışın şartı.
Peki, bunlar olmazsa ne olur? Siyaset normalleşmez; herkesin yaşamına karışma aracına, dolayısıyla kamusalın bireysele müdahale ve tecavüz aygıtına ve buna karşı direnişe dönüşür. Muhafazakâr-dindar çoğunluğun tercihi bizi ya bu kısır döngüden çıkaracak ya da ülkeyi tüketen yeni bir kimlik savaşını başlatacak...