Büyük resim
Ali Bulaç 01 Ocak 1970
İki hususun altını çizmek istiyorum: a) Türkiye’ye, AK Parti’ye ve R. Tayyip Erdoğan’a en ufak bir zararım dokunsun istemem. Eleştirilerim iyi niyete mebnidir, hata ve yanlışlar konusunda kardeşçe uyarılardır. b) Bu yazının ana çerçevesi ve muhtevası savunduğum fikir değil, bir “durum tespiti”dir. Başka bir deyişle kendimce gördüğüm büyük resim benim açımdan “olması gereken”i değil, maalesef “olan”ı ifade eder. Yanılmayı çok arzu ederim.
Büyük resme baktığımızda şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz: NATO içinde müttefiki olduğumuz, aramızda stratejik ortaklık ve model ortaklık ilişkisi olan Amerika’nın bugünkü “devlet politikası” mevcut AK Parti iktidarını onaylamıyor, ipler giderek kopma noktasına geliyor. Üyelik sürecini devam ettirmeye çalıştığımız AB ile ilişkilerimiz son derece kötü, ağır, umutsuz bir mecrada seyrediyor. Bölge ülkelerinden –bizim mi, onların mı haklı veya haksız olduğu konusu bir yana- Irak’la gerilimli ilişkiler yaşıyoruz, Suriye ve Mısır’la ilişkilerimiz kopmuş bulunuyor. Suudi Arabistan’la eskisine benzemeyen bir ilişkiler dönemine giriyoruz. En yakın partnerimiz Katar, baba şeyhin tahttan çekilmesiyle kendine yeni bir rota çizmektedir. En büyük komşumuz İran’da köklü bir değişiklik oldu, Ruhani yönetimi Amerika, Batı ile ilişkilerini iyileştirip ambargoyu sona erdirmeye çalışıyor, belki de gelecekte İsrail’le de gidiş gelişleri kolaylaştıracak koridor açabilir. İran medyasındaki bir tartışma programında bugünkü Erdoğan hükümetinin Ahmedinejat yönetimine denk düştüğü öne sürülmektedir. Kısaca İran ambargo dolayısıyla yürüttüğü kayıt dışı ticarî ve parasal trafiği sona erdirmek istiyor. Rıza Sarraf’ın iş ilişkisi içinde olduğu söylenen Babek Zencani hakkında da soruşturmalar gündeme alınmış durumda. Türkiye’nin Batı sisteminden kopup Rusya’ya yaklaşması “bir seçenek” ancak Rusya, Amerika ve Batı’ya rağmen Türkiye’ye yeşil ışık yakmaz. Suriye meselesinde iki süper gücün nasıl birbirlerini ikna ettiklerini açıkça gördük. Kuzey Irak Kürtleriyle ittifak kurup dünyaya meydan okumak dünya ve bölge ülkeleri tarafından hem bizlerin hem Kürtlerin dayak yemesini kabullenmek demektir. Kısaca 2011’e kadar dış politikada başarı öykülerinin altına imza atan Türkiye bugün neredeyse her ülke ile sorunlar yaşıyor.
İçerideki tabloya baktığımızda durum iç açıcı değil. Gezi Parkı olaylarında izlenen yanlış tutum dolayısıyla –hâlâ hükümet Taksim’i Gezi’den ayırmamakta ısrar ediyor- AK Parti muhalifi yüzde 50 kendi içinde “Tayyip ve AK Parti iktidarı karşıtlığı” üzerinde kenetlendi. Son 10 senede servetini 10’a katlayan büyük sermaye tavır almış durumda. Muhafazakâr sermayenin önde gelen birkaç kuruluşu da ilişkileri soğutuyor. AK Parti’nin 2011 seçimlerinden bu yana liberallerle başının dertte olduğu herkesin malumu. Son olarak özellikle “dershaneler” dolayısıyla Hizmet Hareketi’yle de köprüleri atmak üzere; 17 Aralık yolsuzluk operasyonu zaten kırılgan olan ilişkileri kopma noktasına getirdi. Hükümet fevri bir kararla husumete ve can acıtıcı tasfiyelere yönelirse toplumsal bünyede derin yaralar açacak ve bu yüzyıllarca unutulmayacaktır.
Eğer bu resim doğruysa herkesle kavgalı bir yönetim mümkün değildir. Belki de “uluslararası bir akıl” sistemli bir biçimde Sayın Başbakan’ı “dünyaya kafa tutan, elindeki tabanca ile tanklara meydan okuyan bir mahalle kabadıyısı” olarak tasvir ediyor. Bazıları da bu imaj üretimine katkı sağlıyor.
Şahsi kanaatime göre Sayın Başbakan ve AK Parti hükümeti Suriye, Uludere, Gezi Parkı olayları ve Dershaneler konusunda yanıltıldı.
Açık hakikat şudur: Yukarıda işaret ettiğimiz iç ve dış güçlerle sürgit kavga ederek ayakta kalınamaz; bu sürdürülebilir bir politika değildir. Artan gerilim iç çatışma potansiyelini besliyor. Gerilim kontrol edilemez noktaya gelirse ülkeyi derin bir sarsıntıya uğratır, parçalanmaya kadar giden yolu açar.
Herkes sorumlu davranmalı, harareti düşürmeli. Ancak en büyük sorumluluk Sayın Başbakan’a düşer, inisiyatif onda, o soğutursa bu badireden çıkmak mümkün olur.