AK Parti seçime giriyor mu?
Mümtaz’er Türköne 01 Ocak 1970
Soru size tuhaf gelebilir. Seçime şurada 26 gün kaldı. Miting alanlarında liderler ve kitleler buluşuyor.
Caddeler ve sokaklar parti bayrakları ile rengârenk. Gürültü, seçim otobüslerinin hoparlörlerinden her daim beyninizin içinde. Gazetelerde, televizyonlarda, billboardlarda en çok yer işgal eden parti ise AK Parti. Bütün bunlara rağmen “AK Parti seçime giriyor mu?” sorusunun lider ile parti arasında kurulacak özdeşlik nispetinde sağlam bir mantığı var. Erdoğan’ın seçim diye bir derdi yok. O seçim meydanlarını oy toplamak için değil, bıçak sırtında gidip-gelen kendi ikbali için kullanıyor. Başbakan oy değil can derdinde.
Erdoğan, seçim rekabetini partisi ile Cemaat arasında kuruyor. Bu denklem siyasetin tabiatına aykırı; çünkü Cemaat bir siyasî parti değil ve seçime girmiyor. Başbakan gerginlikleri ve kutuplaşmaları, arkasındaki desteği pekiştirmek için bugüne kadar başarıyla kullandı. Ancak bu seferki tüketici bir gerginlik. Karşısındakilere değil arkasında onu destekleyenlere dönüp, bir kısmını ayırıp kendi elleriyle tam karşısına yerleştiriyor. Onları düşman ilan ediyor; liderlerine muhafazakâr toplumun gözettiği asgarî nezaket kurallarını yok sayarak nefret kusuyor. Karşısında politik rakibi olarak yer almayan saygın biri ile kişisel-duygusal tonlamaları ağır tek taraflı bir kavgaya tutuşuyor. AK Partili belediye başkan adaylarının sahada karşılaştıkları en büyük zorluk işte bu. Bir parti lideri, seçim zamanı kendisine oy kaybettirecek böylesine akıl dışı bir kavgaya neden girişir?
Seçim sath-ı mailine dair bu çarpıcı soru bile tek başına Erdoğan’ın durumunu anlamak için yeterli ipucunu veriyor. Erdoğan çok zor bir durumda: Partisini değil kendisini kurtarmaya çalışıyor. Bir tercih yapmış: Stratejisini oluştururken, onu yolsuzluk batağından çıkartacak her çareyi öncelikleri arasına sırayla almış. Seçim sonucu veya seçimden alacağı oy bu öncelikler arasında alt sıralarda yer alıyor ve öncekilerle çeliştiği zaman kolaylıkla gözden çıkartılıyor. Seçim kampanyasını CHP veya MHP’ye değil, doğrudan Cemaat’e karşı yürütmesinin başka bir açıklaması yok.
Erdoğan, kişisel kariyerini yolsuzluklara meydan okuyarak yaptı. 2002 seçimlerinde kitleleri en çok ‘hortumlarını keseceğiz’ lafı ayağa kaldırmıştı. Kriz yerine bir ekonomik refah döneminin sonunda aynı tablonun oluşması kimseyi yanıltmasın. Ortaya dökülenlerden sonra Türkiye’nin kaderi gibi kendi geleceği de Başbakan’ın ellerinde değil.
Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye raporunun taslağına, bu sefer kimseden itiraz gelemez. Yargı bağımsızlığı ve yolsuzluklar üzerine net bir fotoğraf çekmek için bir tartışmaya bile gerek bırakmamak, çaresizliğin göstergesi değil mi? Sırf Obama ile görüşebilmek için Sikorsky anlaşmasını imzalamak daralan alanı göstermiyor mu? Bülent Arınç’ın itiraz ettiği son tahliyelerin, 30 Mart’ta AK Parti oylarına nasıl yansıyacağını düşünün. Çaresizlik o kadar büyük ki, maşerî vicdanı yaralayacak bu tahliyeleri bile bir ay geciktirmeyi göze alamıyorlar.
Belediye başkan adayları bir kenara, Erdoğan ve partisi 30 Mart’ta seçime girmiyor. Mümkün olsa “ben siyaseti bıraktım, emekli oldum” diyebilse, o da çare değil. Kurtuluş yok, bu dosyaların kapağı eninde sonunda açılacak. Bu yüzden Başbakan, tepesinde dolaşan kuzgunlardan kaçmak için bugün elinde bulunan bütün araçları ve imkânları seferber ediyor. Bütün siyasî gücünü ve seçim meydanlarındaki performansını Cemaat’e karşı yürüttüğü savaşta tüketmesinin sebebi de aynı. “Millî orduya kumpas kuruldu” entrikası ile aynı düzlemde yer alan bir hesap bu.
Peki ya sandık?
Hiç önemsiz değil, ama diğerleri yanında gözden çıkartılması mümkün. Aksi takdirde AK Parti’nin 2002’den bu yana düzenli olarak kendisine oy vermiş bir kitleye karşı kin ve nefret dolu bir savaş yürütmesinin siyasî akıl içinde hiçbir açıklaması yok.