Kılıç gibi keskin
Mustafa Ünal 01 Ocak 1970
Yüksek yargı temsilcileri, sadece kararlarıyla değil manifesto niteliğindeki konuşmalarıyla da tarihe geçer. Örnek mi? Sami Selçuk. İdeolojinin hüküm sürdüğü bir dönemde ‘Yargıtay başkanı’ sıfatıyla çıktı, ‘özgürlüklere’ vurgu yaptı, ‘evrensel standartlar ve demokrasi’ dedi. Ankara’nın kasvetli havasını yumuşattı.
Olumsuz örnekler de var. Mesela Yekta Güngör Özden... ‘Anayasa Mahkemesi başkanı’ sıfatıyla sürekli laiklikten, rejimden dem vurdu. Mustafa Bumin hakeza. Başörtüsü tehdidinden söz ederken Meclis’e gözdağı verdi. Haşim Kılıç da tarihe geçti. Önceki gün Anayasa Mahkemesi’nin 52. kuruluş yıldönümündeki çıkışıyla.
Kılıç’ı değerli kılan yalnızca ‘son konuşması’ değil elbette. İlk günden son güne kadarki eğilmeyen, bükülmeyen duruşuyla adını tarihe yazdırdı. En zor zamanlarda dik durdu. Çizgisinden milim sapmadı. Demokrasiden, hukuktan yana tavır koydu. Parti kapatmalarına karşı çıktı. Ağır havaya rağmen hiçbir zaman devletin katı ideolojisine teslim olmadı.
AK Parti’nin kapatılmamasında Haşim Kılıç’ın payı inkâr edilemez. Yoksa bugün siyaset farklı gelişecekti. Diğer partilerin kapatılmasına da itiraz etti. Ama o günler çabuk unutuldu. AK Parti devri, iktidarında badireleri birlikte aştıkları köprüleri kolayca atıverdi. Dostluğunu köprüyü geçinceye kadar sürdürdü.
Haşim Kılıç bunun son örneği. Doğru, Kılıç’ın konuşması keskindi. Hükümeti yaraladı. Lafını esirgemeden Yüce Divan salonunda Başbakan’ın yüzüne söyledi. Arkadan konuşmadı. Üslubu eleştirilebilir elbette. 30 sayfalık konuşma metninde siyaset kokan, polemiğe kapı aralayan cümlelerine itiraz edilebilir. Çünkü bir anda kendisini politik tartışmaların içinde buldu.
Twitter kararından sonra Anayasa Mahkemesi’nin bizzat Başbakan tarafından ağır ifadelerle hedef alındığını, hatta ‘gayri millilikle’ itham edildiğini unutmamak lazım. ‘İstediğini söyleyen istemediğini işitir’ atasözü boşuna söylenmemiş. Yine de Kılıç, Anayasa Mahkemesi başkanı olarak daha dikkatli dil kullanabilirdi.
Yoksa söyledikleri yanlış değil. Vidaları gevşeyen devletin durumunu, yargının hal-i pürmelalini o konuşmayacak da kim konuşacak? 17 Aralık’tan sonra en üstten en alta, adalete güven sarsıldı. Mülkün temeli büyük gürültüyle çökmekte. Her dava ‘kumpas’, hoşa gitmeyen her tavır ‘paralel’ oldu.
HSYK, hükümete bağlandı. Yüzlerce hâkim, savcı yer değiştirdi. Yargının bütün ayarları bozuldu. Tuz koktu. Kılıç, karşısındakilerle aynı iklimin insanı olmasına rağmen hakikati incitmedi. Çıktı, doğruları söyledi. Biraz keskin de olsa uyarılarını yaptı. En azından tarihe not düştü. Kendinden öncekiler gibi.
Tepkiler şaşırtıcı mı? Değil. O da bekliyordu herhalde. Hükümet çevrelerinden cevap niteliğindeki ölçülü açıklamalara kimsenin itirazı olamaz. Ancak dozun kaçtığını söylemek lazım. İlk dakikadan itibaren hedef tahtasına kondu. Aykırı her sese yapıldığı gibi.
Aşinası olduğumuz o kalıp cümleler tekrarlandı. “Cübbeni çıkar. Sandığa gel” dendi sözgelimi. Siyaset yapmakla itham edildi. Adı, muhalefet partilerinin yanına yazıldı. Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilişkilendirenler çıktı. Çankaya’ya aday olacağı senaryoları hatırlatıldı.
Henüz muhtıraya benzetilmedi. 27 Nisan’la eşdeğer görülebilirdi. Şu ana kadar ‘25 Nisan darbesi’ diyen de çıkmadı. Belki ilerleyen günlerde... AK Parti çevrelerinin ateşten günlerdeki dik duruşunu göz ardı ederek Kılıç’a yönelttikleri ölçüsüz tepkiler ‘farklı sese’ tahammülsüzlüğün en keskin örneği. Haşim Kılıç’ın ‘demokrasi ve hukuk manifestosu’ kadar ona gösterilen ölçüsüz tepkiler de hatırlanacak.