CENGİZ BAKTEMUR
01 Ocak 1970
Damla damla ırkımın kanı,
Bir kımız çamçağına akarken,
Altaylar'da öğrenmiştik biz,
Ölümle anda olmayı.
Umay'ın kanatlarında,
Tanrı Dağı'na bakarken,
Küçücük ellerimizle
Güneşe dokunmuştuk.
Sonra bizim olsun istedik güneş,
İşte herşey böyle başladı...
2 Mayıs 1982... Malatya’nın Doğanşehir ilçesine bağlı Polat köyünden olup 20 yaşındaydı. Ailece, Doğanşehir’de Yeni Belediye Garajı’nın yakınında Doğu mahallesinde oturuyorlardı. Liseyi yeni bitirmişti. Doğanşehir’de meydana gelen bir olaya adı karıştığı için tutuklanıp cezaevine kapatıldı ve 12 Eylül Mahkemeleri’nde yargılanarak idam cezasına mahkum edildi. 2 Mayıs günü, sabahın erken saatlerinde Elazığ Kapalı Cezaevi’nde asılarak şehit edildi. Mahkemede idam cezasına çarptırıldığını öğrenen annesi, ruhi bunalım geçirdi. Şehadetinden sonra da felç oldu. Cenazesi, Doğanşehir Mezarlığı’na defnedildi.
DARAĞACINDA CAN VEREN BİR ŞEHİDİMİZİN SON SAATLERİ...
Genç yaşta Ülkücü Hareketin saflarına katılmıştı. 12 Eylül öncesinde mücadelenin içerisinde yer almış hatta bu uğurda cezaevine de girip çıkmıştı.
12 Eylül fırtınası, Ülkü Çiçeklerini birer birer dallarından kopararak savurmaya başladığında o günlerde yaşananlardan endişe içinde kalan ailesi, onun hemen askere gitmesini istemişti.
O, Ülkücü sabıkasından dolayı “sakıncalı er” olarak acemi birliğini tamamladıktan sonra usta er olarak değişik yerlerde silahsız görevlere gönderildi. En son geldiği yer Elazığ İl Jandarma Alay Komutanlığı idi. Merkez Bölük Komutanı olan yüzbaşı ise gerçekten milliyetçi ve vatansever bir insandı. Komutanına, devamlı olarak askerlikle ilgisi olmayan onarım gibi işlere koşturulduğunu anlatınca o, bu şikayeti anlayışla karşılamış ve gerekli emirleri vererek onu askerliğinin son aylarında hem onurlandırmış hem de bilmeyerek vicdanında bütün hayatı boyunca kanayacak bir yaranın açılmasına sebep olmuştu.
Artık, cezaevi dış güvenlik nöbetlerine ve koğuş arama operasyonlarına gönderiliyordu. Sorumlu oldukları Elazığ Kapalı Cezaevi ağzı beraber mahkumla doluydu. İçlerinde az sayıda Ülkücü de vardı. O, bir vesile ile Ülküdaşlarını görmek onlarla irtibat kurmak istiyor, bu sebeple cezaevi ile ilgili her hangi bir görev olduğunda gönüllü olarak hemen öne atılıyordu.
İKİ GÜN ÖNCESİ... ANASIYLA SON GÖRÜŞMESİ...
O gün, Nisan’ın son günü, daha önceden ismini duyduğu ancak hücrede kaldığı için bir türlü yüzünü göremediği Cengiz Baktemur ile ilgili bir takım olaylar oluyordu.
Bir süre önce gazetelerde "idam cezası -12 Eylül diktatörlerince- tastiklendi” diye yazılan Cengiz’in annesi kalkıp Elazığ’a gelmişti. İçinde belki yavrumu bir daha göremem endişesini taşıyan bu ana, evladıyla görüşmek istiyor ama cezaevi idaresi bu görüşmeye izin vermiyordu.
Yüreği yaralı ana, oğlunu görmek için bütün gücüyle diretiyor ve cezaevinin önünden de ayrılmıyordu. Daha sonra araya giren bir astsubay, Bölük Komutanı yüzbaşıya kadar ulaşarak bu görüşmenin gerçekleşmesini sağlayacaktı.
İşte, bu görüşme esnasında, o da yanlarındaydı ve Cengiz’i ilk defa orada görüyordu.
Görüşme yerine giren, gözleri ağlamaktan şişmiş olan ana, evladına öyle bir sarılmıştı ki, adeta onu alıp içine koymak, onu bekleyen kötü akıbetten saklamak ister gibiydi. Cengiz’i öpüyor, kokluyor, bağrına basıyordu. Ana, bir yandan ağıtlar yakıyor, kafiyeli sözler söylüyor, oğluna duyacağı hasreti dile getiriyor bir yandan da başta Kenan Evren’e olmak üzere bütün 12 Eylül cuntacılarına beddualar yağdırıyordu.
Mübarek kadın, hıçkırıklara boğularak:
-Oğlum zannetme ki, seni kurtarmak için uğraşmadık... derken, oğlu için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını anlatıyor, başarılı olamadıkları için de adeta özür diliyor, gibiydi.
-Ana yeter ki sen üzülme, alnımıza böyle yazılmış... diyen Cengiz ise, anasını teselli etmek için çırpınıyordu.
İDAM TEZKERESİ GELİYOR...
O gün bölükte yeni bir görev emriyle içtima verilerek herkesin acilen hazırlanması istenmişti. Görev yerleri Elazığ Kapalı Cezaevi idi. Sıcakkanlı ve çabucak dostluk kurmasını bilen bir yaradılışta olduğu için Bölük Karargahında hemen herkes ile kısa zamanda arkadaş olmuştu. Bu sebeple bölük yazıcısına:
-Hayırdır ne oluyor? diye sorduğumda:
-Akşam Ankara’dan şifreli, gizli bir emir geldi, cevabını alınca iyice meraklanmıştı.
-Sen bu işleri iyi bilirsin, hayırdır inşaallah, diye üsteleyince de Yazıcı, emrin muhtevasını bilmediğini ama gelen emrin kodlarından bunun bir infaz tezkeresi olduğunu anladığını söylemişti.
Cezaevinin güvenliğinden jandarma sorumlu olduğu için cezaevindeki durumlar bölükte az çok bilinir ve konuşulurdu. İçeride idam mahkumu olan epey insan vardı. Fakat, onun aklıma bu idam tezkeresinin bir Ülküdaşına ait olabileceği hiç gelmiyordu.
Akşam saat 19.00 sularında cezaevine vardılar. Cezaevi çevresinde gerekli tertibat alındığı gibi içeride de özel bir güvenlik oluşturulmuştu.
ÖLÜM HÜCRESİNDE NÖBETE...
Ona, saat 20.00’de idam mahkumlarının özel olarak tutulduğu ölüm hücresinde bir arkadaşıyla beraber nöbet yazılınca, anlatamayacağı kadar karmaşık bir ruh haline girmişti. İdam edilecek olan kendi kanından, canından bir parça olan Ülküdaşı: CENGİZ BAKTEMUR idi. Nöbete giderken nasıl davranacağını bile kestiremiyordu.
Az sonra cezaevinin, odunluk ile koğuşlar arasındaki bir kısmında bulunan hücrenin önüne geldiğinde Cengiz, namazını yeni bitirmiş, seccadesinden kalkıyordu. Başında yünden örülmüş bir başlık, sırtında bir kazak ve ayağında ise şalvar vardı.
Cengiz’in bir senedir yattığı bu hücrede tutacağı nöbet, diğer nöbetlerinden çok farklıydı. Çünkü bu nöbet, asılacağını öğrenince geçireceği her hangi bir ruhi bunalımı anında bilmeyerek veya idamını engellemek için bilerek kendini yaralamasına mani olmak içindi. Bu sebeple hücrenin kapısı açılmış o da içeri girmişti.
MUHABBETLE VUSLATA...
Selam verdiğinde mütebessüm bir çehre ile "Aleykümselam" dedi, Cengiz. Bu tavrı ona cesaret vermişti. Birkaç dakika sonra onunla, şehadet şerbetini içerek vuslata ereceği ana kadar devam edecek olan bir muhabbete başlamışlardı.
Tanışmaları, bir birlerini bilişleri bütün Ülkücülerinki gibi olmuştu. Hemen müşterek tanıdıkları isimleri bulmuşlar ve gönül kapılarını bir birlerine ardına kadar açmışlardı. Nöbet için de olsa son saatlerinde bir Ülküdaşının yanında olması Cengiz’i çok sevindirmişti.
-İyi ki, senin gibi sohbet edeceğim bir ülküdaşım var yanımda... diyordu.
Cengiz’in, yıllar önce lisede okumak için geldiği bir ilçede tanıştığı, onun da yakınen tanıdığı arkadaşları vardı. Geçmiş yılları andıkları bu mutlu dakikalar su gibi akmıştı...
Sohbet esnasında bazan, üzgün bir tavırla sitemler dökülüyordu dudaklarından, Cengiz’in. Poliste alınan ifadesinden başlayarak mahkeme safhasına kadar uğradığı bütün haksızlıkları ama isyan etmeden bir bir anlatıyor, "Suçsuzum" diyordu üstüne basa basa.
Yargılandığı mahkemedeki hakimin düşmanca tutumu sebebiyle bu cezaya çarptırıldığını anlatırken gözlerini kin ateşleri bürüyor ve mütemadiyen, "Allah’ım, onun ecelini benim elimden nasip eder inşaallah” demekten kendini alamıyordu. Bir kaç saat sonra Hakk’a yolcu edeceğimiz bu yiğit, böylelikle son ana kadar infazının yapılmayacağına dair ümidini koruduğunu da belli ediyordu.
Cezaevi odunluğunun içine kurulan idam sehpası ve çevredeki hazırlıklar bitmiş olmalı ki, çıkmak için hazırlanmaları bildirilince, Cengiz hüzünlü gözlerle kapıya bakarak:
-Gardaş, hayıflandığım şey nedir biliyor musun?! Şimdi beni bir kişiyi öldürdüğüm iddiasıyla asacaklar. Halbuki onlarca kişiyi öldürene bir şey yapmıyorlar. İnan ki, hiç bir şey bu adaletsizlik kadar zoruma gitmiyor... demişti.
Gerçekten de Cengiz’in idam edilmesinden bir hafta-on gün kadar sonra, bu cezevinden 12 PKK’lı kaçacaktı. Bu dehşet verici olay, Cengiz’e gücü yeten diktatörlerin kısa bir süre sonra kimler karşısında aciz kalacaklarının da ilahi bir işaretiydi belki ...
Mübarek üç aylardı. Cengiz de üç aylar orucu tutuyor, namazlarını da hiç aksatmadan kılıyordu. Bir birine ezelden sevdalı bu iki Ülkücü hücrede sohbet ederken saatler ilerliyor, hücrenin önünü de git gide kalabalıklaşıyordu. Bir ara bunu farkeden Cengiz,:
-Dışarıda çok kalabalık var mı? diye sorunca:
-Evet, oldukça kalabalık... jandarmanın tamamı bugün burda, ayrıca bütün gardiyanlar da gelmişler, dedi. Hafifçe iç geçirip dudaklarından fısıltı halinde zehir gibi bir cümle döküldü.
-Titrediğimi mi görmek istiyorlar... Onlar bunu hiç bir zaman göremeyecekler...
Bu arada Cengiz’in idam edileceği bütün cezaevinde duyulmuş olmalı ki, koğuşlardan mahzun bir edayla okunan tekbir ve ilahi sesleri geliyordu. Bu sesler, o gün sabaha kadar hiç kesintisiz devam etti.
İMAM GELİYOR...
İdam edilmesine bir saat kadar zaman kalmıştı. Nereden bulunup getirildiği bilinmeyen bir imam geldi. Adam şaşkın olduğu kadar da endişeliydi. Cengiz’in yanına ihtiyatla yaklaştı.
Cengiz’in nurlu yüzünde yine o ışıltılı tebessüm belirdi.
-Hoşgeldiniz Hocam,
-Hoşbulduk, diyen imamın yüzünden kasvet bulutları dağılmamıştı henüz.
-Hocam, son olarak dini telkini birlikte tekrarlamak istiyorum...
-Niye sen telkini bilmiyor musun...? diye soran imama tatlı ve sıcak bir ses tonuyla:
-Biliyorum Hocam ama eksiğim veya yanlışım varsa düzelteyim istiyorum, dedi.
SON NAMAZ...
Saat epey ilerlemişti. Bu arada idam gömleğini getirdiler ve üstünü değişmesini söylediler. Cengiz, kendisine verilen ve giydiğinde topuklarına inecek kadar uzun olan beyaz gömleği almıştı ki, uzaklardan yankılana yankılana gelen ezan sesiyle irkildi. Ve hemen:
-Müsaade edin de sabah namazımı kılayım!? dedi.
İnfaz komuta heyetinde hoşnutsuzluk ifade eden bir homurtu yükseldi. Aralarında biraz konuştuktan sonra:
-Abdestin var mı...? diye soruldu.
-Evet, abdestliyim, dedi Cengiz.
Böylelikle Cengiz son namazını eda etti... Namazını tamamladıktan sonra da idam gömleğini giydi. Onu darağacının yanına getirdiler.
SON ARZUSU...
Şehadete hazır olan Cengiz’e usulen son arzusunu sordular...
-Bir bayrak ve Kur’an-ı Kerim istiyorum!!!
Ortalık bir anda hareketlendi. Görevliler dört bir yandan koğuşlara doğru koşmaya başladılar. Az sonra birisi, elinde bir Kur’an-ı Kerim ile geldi. Cengiz, Kur’an-ı aldı ve 3 kere öpüp başına koydu.
Koca cezaevinde bir bayrak bulmak epey zor olmuştu. Nefes nefese gelen birinin getirdiği küçücük bayrağı Cengiz’e verdiler. Sakin bir edayla dürülü olan bayrağı açan Cengiz, iki eliyle kenarlarından tuttuğu bayrağı göğsü hizasına kadar kaldırarak ileri uzattı ve sesli olarak:
-Ey benim şerefli bayrağım... Ben seni dalgalandırmak için çok mücadele ettim ama seni dalgalandırmaya gücüm yetmedi... dedikten sonra öpüp başına koydu.
Kur’anı öperken ve bayrağa hitap ederken darağacının önünde bulunan Cengiz’in bir yanında kement ipi sarkıyor, bir yanında da az sonra üstüne çıkacağı tabure duruyordu.
ÜLKÜDAŞLARINA VASİYETİ...
Cellat, esmer tenli, zayıf vücudu ile sabahın alacakaranlığında olduğundan daha uzun boylu görünen Elazığ’ın Hankendi taraflarından olup hırsızlıktan sabıkalı zavallı bir adamdı. Bir kenarda korku içinde tir tir titriyordu.
İnfaz Heyetinden birisi, elindeki kağıttan, az önce elleri arkasından kelepçelenmiş olan Cengiz’in yüzüne karşı idam kararını okudu.
Kısa bir sessizlikten sonra:
-Bir diyeceğin var mı...? diye sordu.
-Evet, birini sormak istiyorum. YARBAY METİN burada mı???
-Hayır burada yok...
-O zaman söyleyeceğim her hangi bir şey yok.
-Eğer o burada olsaydı ne söylemek isterdin?
-Şunu herkes iyi bilsin ki, ben bugün burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kanunlarının gereğince değil, YARBAY METİN’in kanunları sebebiyle infaz ediliyorum... Eğer o, şu an burada olsaydı onun yüzüne tükürürdüm. Ayrıca, bunu onun yanına bırakanlara da hakkımı helal etmiyorum!!!
-........................
İKİ KERE ASILDI CENGİZ...
Sonra daha önceden hazırlanmış olan idam yaftası boynuna asıldı. Başında yünden örülmüş bir başlık (külah) vardı. İdam yaftasını asarken bunu başından almak istediklerinde:
-Onu başımdan almayın. Onu cezaevindeki ülküdaşlarım benim için ördüler...dedi.
İnfaz komuta heyetinde gene bir homurdanma oldu ama sonunda külahın başında kalmasına izin verildi.
Cengiz, tabureye çıkarken cellat da mecburen yanında belirdi. Yukarıdan sarkan kemendi telaş içinde Cengiz’in boynuna geçirip aceleyle tabureye bir tekme atarak kaçtı. Karanlığın koyultusunda saklanmak ister gibiydi.
Anlaşılmaz bir hırıltı kapladı ortalığı... Karanlığa benek benek düşen lambaların fersiz ışığında çırpınan, debelenen beyazlıktan başka her şey sanki taş kesilmişti. Ne kadar geçti bilinmez, Cengiz hala can çekişiyordu. İçlerinden biri, içinde biriken nefesiyle avazının çıktığı kadar bağırdı:
-Böyle bir işkence olamaz ... Tutun lan, kaldırın..!
Aynı duyguları paylaşan iki asker zembereğinden boşanmış bir yay gibi atılarak Cengiz’i ayaklarından tutup havaya kaldırdılar.
Az sonra bir köşeye sinmiş olan cellat bulunup geri getirildi ve bu defa ipi Cengiz’in boynuna tam geçirmesi söylendi.
Ve... cellat, tekrar tabureye tekme attı...
Cengiz, yağlı urganın ucunda hafif hafif sallanırken güneş ışıkları da ufuğu aydınlatmaya başlamıştı.
Bütün Türkler bir ordu katılmayan kaçaktır, Töremizde yazılı harpten kaçan alçaktır