ABDULLAH-I İLÂHÎ
Mustafa Kara-Hamid Algar 01 Ocak 1970
Nakşibendiyye tarikatının Anadolu ve Rumeli’de yayılmasına öncülük eden mutasavvıf, âlim ve şair.
Kütahya’nın Simav kasabasında doğdu. Molla İlâhî veya Abdullah Simâvî olarak da tanınır. İlk öğrenimine doğduğu yerde başladı. Daha sonra devrin ilim merkezi İstanbul’a giderek Zeyrek Medresesi’nde tahsiline devam etti. Kendisinden ders okuduğu Mevlânâ Ali et-Tûsî ile Horasan bölgesine gitti. Bir müddet sonra tasavvufa meyletti ve sûfîlerle birlikte olmaya başladı. Tasavvufa olan meyli, kitaplarını satıp paralarını fakirlere dağıtacak derecede hayatını etkilemiştir. Semerkant’a gidip devrin en meşhur mutasavvıflarından Ubeydullah Ahrâr’a intisap etti. Seyrü sülûkünü tamamlayıp icâzet aldıktan sonra Buhara’ya geçti. Bir yıl, yani dokuz erbaîn* çıkarıncaya kadar Bahâeddin Nakşibend’in mezarının yanında ibadet ve tefekkür hayatı yaşadı. Bu mânevî ilişki, onun Üveysî-meşrep bir sûfî olarak tanınmasına sebep oldu. Tekrar Semerkant’a dönen Abdullah-ı İlâhî’ye mürşidi, görev alanı olarak Anadolu’yu gösterdi. Simav’a dönerken uğradığı ilim merkezlerinde devrin âlim ve sûfîleriyle görüşerek sohbetlerde bulundu. Bunların en önemlilerinden biri, Herat’ta görüştüğü Molla Câmî idi. Daha sonraki yıllarda halifesi Ahmed-i Buhârî’nin müridi Lâmiî Çelebi, Molla Câmî’nin meşhur eseri Nefehâtü’l-üns’ü Farsça’dan Türkçe’ye çevirecektir.
Abdullah-ı İlâhî Simav’a dönünce dergâhını kurarak Nakşibendîliği yaymaya başladı. Medrese ilimlerini de bildiği için çevresinde toplananların sayısı hızla arttı ve kısa sürede şöhreti İstanbul’a kadar yayıldı. Böylece Lâmiî Çelebi’nin ifadesiyle, “Tarîk-ı hâcegân âvâzesi vilâyet-i Rûm’a münteşir oldu” (Nefehât Tercümesi, s. 461). Bir müddet sonra İstanbul’a gelmesi teklif edildi. Ancak o, bu daveti ihtiyatla karşıladı. Fakat Fâtih Sultan Mehmed davetinde ısrar edince, Semerkant’tan kendisiyle beraber Anadolu’ya gelen müridi Emîr Ahmed-i Buhârî’yi İstanbul’a gönderdi. Emîr Buhârî, durumu Farsça bir beyitle üstü kapalı bir şekilde şeyhine bildirince İstanbul’a gitmeyi biraz daha geciktirdi. Nihayet Fâtih’in ölümünden sonra Manisalı Kazasker Çelebi Muhyiddin’in ısrarlı davetleri üzerine İstanbul’a gitmeye razı oldu. Çelebi’nin kendisi ve dervişleri için hazırladığı derviş hücrelerinde oturmayı reddedip artık metruk olan Zeyrek Medresesi’nde ikamet etmeye başladı. Kısa sürede büyük kalabalıklar etrafını sarınca daha sakin bir yer aramayı düşündü ve Evrenoszâde Ahmed Bey’in teklifini uygun bularak Selânik’e 40 km. uzaklıkta bulunan Vardar Yenicesi’ne gitti, Evrenoszâde’nin yaptırdığı hankaha yerleşti ve ölümüne kadar oradan ayrılmadı. Yenice’de halkı irşad etmeye devam ettiği biliniyorsa da Rumeli’de halife bıraktığına dair bir kayıt yoktur. Burada kaldığı süre içinde, mürid yetiştirmiş olmaktan çok, eser telif etmekle uğraşmış olmalıdır. Evliya Çelebi, Molla İlâhî’nin bölgedeki tesirlerinden ve Vardar Yenicesi’ndeki türbesinden uzun uzun bahsetmiş (bk. Seyahatnâme, VIII, 175-176), Bursalı Mehmed Tâhir de türbeyi ziyaret ettiğini söylemiştir. Ancak daha sonraki yıllarda bu bölgeyi gezen sanat tarihçileri Semavi Eyice ve Ekrem Hakkı Ayverdi, türbe ile ilgili herhangi bir ize rastlayamamışlardır.
Abdullah-ı İlâhî’nin, hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Ahmed-i İlâhî adlı bir sûfî ile çağdaş olması, bazı konuların birbirine karıştırılmasına sebep olmuştur. Şiirlerinde İlâhî mahlasını kullanan bu sûfîlerin ikisi de Nakşî ve Melâmî-meşreptir. Bu durum, eserlerinin birbirine nisbet edilmesinin yanı sıra, Fâtih’in İstanbul’a davet ettiği ve Ayasofya Camii’nde vaazlarını dinleyip sohbet ettiği İlâhî’nin kim olduğu meselesini de gündeme getirmiştir. Sadreddîn-i Konevî’nin Miftâhu’l-gayb adlı eserinin şârihi Ahmed-i İlâhî olduğu halde, Kâtip Çelebi’den beri (bk. Keşfü’zzunûn, II, 1768) bu şerh Abdullah-ı İlâhî’ye nisbet edilegelmiştir. Fâtih’in Ayasofya’da dinlediği ve bazı tasavvufî konuları kendisiyle soru-cevap şeklinde konuştuğu sûfî de Abdullah-ı İlâhî değil, Ahmed-i İlâhî’dir. İlâhî Divanı adıyla elimizde tek nüshası bulunan eser ise muhtemelen Ahmed-i İlâhî’ye aittir.
Abdullah-ı İlâhî’nin, eser ve sohbetleriyle Osmanlı topraklarında yaymaya çalıştığı tasavvufî düşünce, sadece bağlı olduğu Nakşibendiyye açısından değil, genel tasavvuf düşüncesi ve tarikatlar tarihi açısından da önemlidir. Onun özellikle Anadolu ve Rumeli bölgesinde vahdet-i vücûd düşüncesinin yaygınlık kazanmasında tesiri büyüktür. Şeyh Bedreddin’in Vâridât’ının ilk şârihi olması da üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Şeyh Bedreddin olayından sonra (bk. BEDREDDİN SİMÂVÎ), Bedreddînîler diye tanınan taraftarları üzerinde devletin uyguladığı sert baskılara rağmen, Bedreddin’i bir ârif olarak değerlendirmesi ve muarızlarının onu anlayamadıklarını iddia etmesi, kendisinin fikrî cesaretini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Dervişin “kalenderî-sîret ve melâmî-sıfat” olması gerektiğini ileri süren Abdullah-ı İlâhî, mürid ve mürşidde bulunması icap eden özellikleri, Necmeddîn-i Dâye’nin Mirsâdü’l-ibâd adlı eserinden naklederek açıklamıştır. Ona göre kişi, kâmil bir mürşide intisap ederek sülûk*ünü tamamlamalıdır. İnsanın mânevî eksikliği kitap okumakla giderilemez. Ancak mürşid bulamayan kimse, Allah’a gerçekten teveccüh ederse O’nun inayeti, enbiya ve evliyanın yardımı ile de mânen olgunlaşabilir. Bununla birlikte o, Üveysîlik diye adlandırılan bu yolla seyrü sülûkü tamamlamanın çok zor ve bunu başaranların sayısının çok az olduğu kanaatindedir. Ona göre insan ilk dinî bilgileri aldıktan sonra seyrü sülûkünü tamamlamalı, daha sonra zâhirî ilimleri öğrenmelidir. Bunun aksi yapıldığı takdirde birtakım zorluklarla karşılaşılır. İnsanın Allah’a ulaşmasına engel olan ve gönül yolunu kesen harâmîlerden bahsederken, “Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek, insanlara güzel gösterilmiştir...” (Âl-i İmrân 3/14) âyetindeki ilâhî uyarıyı hatırlatır. Felsefî şüphelerin, bid‘at ve dalâlet ehlinin, mülhidler, zındıklar, Müşebbihe, Muattıla ve Dehriyye’nin de birer harâmî olduğunu söyler (bk. Meslekü’t-tâlibîn, Süleymaniye Ktp., Uşşâkî Tekkesi, nr. 25, vr. 73b).
Nâz*ın mâşuklara, niyâz*ın âşıklara ait bir hal olduğunu ifade eden Abdullah-ı İlâhî, tecellî* fikri üzerinde geniş olarak durur. Ona göre tasavvufî düşüncedeki sapmaların temel sebeplerinden biri de ruhî tecellînin, rahmânî tecellî olarak değerlendirilmesidir. Bir başka ifadeyle ruhanî tasarruf, ruhanî cezbe ile, rabbânî tasarruf da rabbânî cezbe ile karıştırılmaktadır. Müridlerini irşad konusunda fazla istekli olan bazı sûfîlerin rahmânî değil de ruhanî tasarruf sahibi olduklarının iki önemli belirtisi vardır: Enâniyet sahibi olmaları ve müridleri üzerindeki tesirlerinin sürekli olmaması (bk. Zâdü’l-müştâkın, Süleymaniye Ktp., İbrâhim Efendi, nr. 420, vr. 15b). Molla İlâhî “ene’l-hak”, “sübhânî mâ a‘zame şânî” gibi şathiye*lerden söz ederken ittihad* konusuna da açıklık getirmektedir. Ona göre bu makamdaki ittihad, iki şeyin birleşip aynileşmesi değil, bir tarafın muhtefî (gizli) olmasıdır (bk. Zâdü’l-müştâkın, 86a).
Molla İlâhî, Nakşibendîliğin ve aşk, vecd ve vahdet-i vücûda dayalı tasavvufî düşüncenin Anadolu ve Rumeli’de yayılmasına hizmeti geçen sûfîlerin başında gelir. Onu takip edenlerin de Mevlânâ ve İbnü’l-Arabî’nin eserleriyle açıklık kazanan vahdet-i vücûd düşüncesinin Osmanlı topraklarında yer bulmasında önemli tesiri vardır. Halifesi Mahmud Çelebi’nin müridlerinden, Sürûrî mahlaslı Gelibolulu Muslihuddin Mustafa (ö. 969/1561), Mesnevî’yi Türkçe’ye ilk çeviren Sûfîdir. His ve duyuşa dayalı Horasan tasavvuf mektebinin tabii sonucu olarak, şiir unsuru onun eserlerinde önemli bir yer tutmaktadır. Osmanlı döneminde Vardar Yenicesi’nin yetiştirdiği Hayâlî, Hayretî, Usûlî gibi şairler dikkati çekmektedir. Melâmî neşvenin Rumeli’de tanıtılmasında ve bu bölgede bugüne kadar uzanan Melâmîliğin tarihçesinde Abdullah-ı İlâhî’nin önemli bir yeri vardır. Ancak onun Melâmiyye, vahdet-i vücûd ve Vâridât çizgisindeki tasavvuf anlayışı, daha sonraki Nakşibendî muhitlerde tesirini kaybedecektir.
Abdullah-ı İlâhî’nin en meşhur müridleri Emîr Ahmed-i Buhârî, Muslihuddin Tavîl ve Âbid Çelebi’dir. Emîr Ahmed-i Buhârî’nin İstanbul Fatih’te kurduğu tekke (bk. EMÎR BUHÂRÎ TEKKESİ), halifeleri Lâmiî Çelebi, Mahmud Çelebi, Pîr Halîfe-i Hamîdî ve Hakîm Çelebi ile devam etmiştir. Bu dönemlerdeki kaynaklarda Nakşibendî silsilesi şöyle verilmektedir: Ubeydullah Ahrâr, Molla İlâhî, Ahmed-i Buhârî, Hakîm Çelebi, Nakşibendzâde Mustafa, İlâhîzâde Yâkub, Ahmed Tirevî, Ömer Bâkî, Şeyh Nasrullah. Bu silsile, Müceddidiyye’nin Anadolu’da yayılmasıyla değişikliğe uğramıştır.
Eserleri.
1. Keşfü’l-vâridât li-tâlibi’l-kemâlât ve gayeti’d-derecât. Bedreddin Simâvî’nin meşhur Vâridât adlı eserinin Arapça şerhidir. Şerh yapılırken Attâr, Mevlânâ ve özellikle İbnü’l-Arabî’nin eserlerinden istifade edilmiş, yer yer şiir unsuruna baş vurulmuştur. Kâtip Çelebi’nin kaydettiğine göre eser, Vâridât üzerinde yapılmış ilk şerhtir. 890 (1485)
istinsah tarihli bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir (Nâfiz Paşa, nr. 1235). 2. Meslekü’t-tâlibîn ve’l-vâsılîn. Tasavvufî hayatın âdâb ve erkânına dair bilgi veren bu eser 888’de (1483) kaleme alınmıştır. Abdullah-ı İlâhî, kitabın başlarında, eserini Arapça ve Farsça bilmeyenler için Türkçe olarak yazdığını ifade etmiştir (Süleymaniye Ktp., Uşşâkî Tekkesi, nr. 25; Lala İsmâil, nr. 140; İbrâhim Efendi, nr. 64).3. Zâdü’l-müştâkın. Vardar Yenicesi’ne gittikten sonra kaleme aldığı bu Türkçe eser, yüzden fazla tasavvuf ıstılahının açıklamasını ihtiva etmektedir. Molla İlâhî bu eserine mensur münâcâtlarla başlamıştır (Süleymaniye Ktp., İbrâhim Efendi, nr. 420; Mevlânâ Müzesi Ktp., nr. 5031). 4. Esrarnâme. Tasavvufî ahlâkla ilgili olan bu eser de Türkçe’dir (Süleymaniye Ktp., Hâşim Paşa, nr. 15). 5. Risâle-i vücûd. Vahdet-i vücûd konusunda kaleme alınan Arapça bir eserdir (Süleymaniye Ktp., Mihrişah, nr. 203). 6. Risâle-i Ahadiyye. Farsça yazılan eser, hazarât-ı hams, âlem-i ceberût, âlem-i lâhût, âlem-i hakaik, cem‘u’l-cem‘, gaybü’l-mechûl, mâhiyyetü’l-mâhiyyât, hüviyyet-i gayb, ahadiyyet gibi terimleri incelemiştir (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1390). 7. Menâzilü’l-kulûb. Rûzbihân-ı Baklî’nin Risâle-i Kuds adlı eserine Farsça olarak yaptığı şerhtir. Bu şerh, Muhammed Takı’nin Rûzbihânnâme adlı eserinin içinde yayımlanmıştır (Tahran 1968, s. 387-421).
Aşağıdaki eserler de Molla İlâhî’ye nisbet edilmektedir: Kenzü’l-esrâr (Süleymaniye Ktp., İbrâhim Efendi, nr. 868). Necâtü’l-ervâh, Risâle-i Molla İlâhî veya Risâle-i Es’ile ve Ecvibe (bk. Süleymaniye Ktp., Mihrişah, nr. 195; İbrâhim Efendi, nr. 867; Topkapı Sarayı Ktp., Yeniler, nr. 17) adlarıyla da anılan bu eserin Molla İlâhî’nin çağdaşı Ahmed-i İlâhî’ye ait olması ihtimali daha kuvvetlidir. Mi‘râciyye. Molla İlâhî’ye nisbet edilen bu esere henüz rastlanmamıştır. Dîvân. Bursa Eski Eserler Kütüphanesi’nde (Orhan Ktp., nr. 1223) kayıtlı 128 sayfalık bu divanın 115 sayfası Farsça, 13 sayfası Türkçe’dir. İsmail Hikmet Ertaylan bunu İlâhî Divanı adıyla neşretmiş ise de (İstanbul 1960) eserin hangi İlâhî’ye ait olduğu hâlâ kesin olarak ortaya çıkarılamamıştır.
Molla İlâhî’nin Türkçe eserlerinin XV. yüzyıl Türk nesri açısından da önemli olduğu bilinmektedir.