« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 May

2014

Sesli harflerin ölümü

A. Ali Ural 01 Ocak 1970

Kömürle çizilen resimler vardır, kömürle yazılan yazılar da olmalı; masa lambasının değil kaskın ışığının vurduğu bir kâğıda. Fakat bazen herkes ağızdan çıkacak tek bir kelimeye kulak kesilmişken dudaklar göçük altında kalır.

Kara tahtanın üzerinde kırılır tebeşir. Sessiz harflerle konuşulmaya başlandığında, sesli harfler acının alfabesinde kendilerine ihtiyaç olmadığını hayretle görürler.

Çehov’un “Acı” adlı öyküsü şöyle bir epigrafla başlar: “Kime anlatsam derdimi?” Bundan sonra bütün söyleneceklerin de anahtarıdır bu soru. “Akşamın alacakaranlığı çökmüş… Sulu, irikar taneleri henüz yanmış sokak fenerlerinin çevresinde uçuşuyor; ince yumuşak bir örtü çamları, atların sırtlarını, omuzları, şapkaları yavaş yavaş kaplıyor. Arabacı İona Potapov bir hayalet gibi bembeyaz…” Oğlu ölmüştür arabacının ve acısını anlatacak birini aramaktadır. Her seferinde akim kalır acısını anlatma teşebbüsü. Arabasına binen müşteriler ya dinlemezler onu ya da dinler gibi yaparak dinlemezler. Gittiği handa da acısını paylaşacak birini bulamadığında atının boynuna sarılır ve anlatmaya başlar: “Düşün bir kere: Senin bir tayın var, yavrun, sen onun öz anasısın… Bir gün bakmışsın, birdenbire ölüvermiş… Canın yanmaz mı…”

Taziye zordur. Ölü evine gidip acı sahibine bir şeyler söylemek zordur. Behçet Necatigil “Başsağlığı” şiirinde yakınlarının cenaze törenlerinde yaşadığı karmaşık duyguları anlatır. Başsağlığı dilemekten utanır adeta. “Ölen öldü, sen yaşa/ Küçültmeye benziyor.” Teselli etmek yerine susmayı tercih eder: “kimse anlamaz derdimi/ Ben uzaklarda olmalıyım, çok uzaklarda/ Bir yakınım öldümü.” Şairin sevdiklerinin ölümü karşısında uzaklaşmayı tercih ettiğine bakıp da sessiz kalacağını düşünmeyin. Ölü evine gidemese de ölü evini kalbine getirmiştir şiirinde. Ne diyordu Goethe, “Çektiğim acıları anlatayım diye/ Tanrım bana bir dil vermiş.”

Büyük acılara tercüman olan yazarlardan biri de Zola’dır. 19. yy Fransız madenlerindeki insanlık dışı tutumu anlatan “Germinal” adlı romanında, tam anlamıyla acının resmini yapmaya çalışmıştır Zola. Bütün natüralist sanatçılar gibi eserini gerçekliğe dayandırmış ve “Germinal”i yazmadan önce aylarca madencilerin yanında çalışmıştır. O kadar gerçekçidir roman ki, madenin çöküşünü, yerin yüzlerce metre altında madencilerin yavaş yavaş tükenişini okurken kendini bir göçük altında kalmış gibi hisseder okur ve bir tohum gibi insanî değerleriyle fışkırır yeryüzüne.

Kafka’nın “Maden Ziyareti” adlı öyküsü de madencilerin gözünden ironik bir dille anlatır ocağı: “Bugün aşağıya, yanımıza yüksek mühendisler geldi. Yönetimin yeni galeriler kurmakla ilgili bir kararı çıktı ve bu nedenle mühendisler ilk ölçümleri yapmak için geldiler. Bu insanlar ne kadar genç ve bu arada ne kadar çeşitliler! Hepsi bağımsız gelişmişler ve şahsiyet kazanmış varlıkları, daha bu genç yıllarında kendisini özgürce gösteriyor.

Biri siyah saçlı, canlı, gözlerini her yere salıyor.

İkincinin elinde not defteri, yürürken çizimler yapıyor, etrafı ölçüp biçerek notlar alıyor.

Üçüncü, her yerini gerecek şekilde elleri ceketinin ceplerinde, dik yürüyor; saygıyı koruyor; yalnızca dudaklarını sürekli ısırmasında sabırsız, bastırılamayan gençliği ortaya çıkıyor.

Dördüncü, kendisinden yapmasını istemediği halde üçüncüye açıklamalar yapıyor; ondan daha kısa boylu, yanında bir baştan çıkarıcı gibi başparmağı sürekli havada, burada görünen her şey hakkında bir terane okumaya çalışıyor.

Beşinci, belki de en kıdemlileri, yanında kimsenin yürümesine tahammül etmiyor; bazen önde bazen arkada; topluluk adımlarını ona göre ayarlıyor; solgun ve zayıf; sorumluluk gözlerini oymuş; düşünürken sık sık elini alnına bastırıyor.

Altıncı ve yedinci biraz eğik yürüyorlar, kafa kafaya, kol kola, samimi bir konuşmayla; kömür madenimiz ve iş yerimiz en alttaki galeride olmasaydı bu kemikli, sakalsız, tümsek burunlu beylerin genç ruhbanlar oldukları düşünülebilirdi. Bir tanesi çoğu kez kedi gibi mırlayarak gülüyor, diğeri de çoğunlukla gülümseyerek konuşmayı yapıyor ve boşta kalan eliyle bir çeşit ritim tutuyor. Görevlerinden ne kadar emin olmalı bu beyler, evet gençliklerine rağmen maden ocağımız için ne tür başarılar göstermiş olmalılar ki böylesi önemli bir işte, amirlerinin gözleri önünde, yalnızca kendi veya o anki görevle ilgili olmayan meselelerle şaşmadan uğraşabilsinler. Yoksa o kadar gülmelerine ve tüm dikkatsizliklerine rağmen gerekli olan her şeyi yine de fark edebilmeleri mümkün mü? Böyle beyler hakkında kesin bir yargıya varmak cesaret istiyor…”

Öykünün devamında ne mi oluyor? Bunun bir önemi yok. Öyle bir öykünün içindeyiz ki hiçbir öykü o öykü kadar sarsmıyor bizi. Madenden yaralı kurtarılan bir işçi ambulansa bindirilirken soruyor: “Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin…” İşte o işçinin boynuna sarılıp ağlamanın zamanıdır şimdi. Tek bir kelime söylemeden ağlamanın. Eğer bir şeyler söyleyebilecek cesareti bulsaydım kendimde şöyle derdim ona: “Sen yazdın aslında bu yazıyı kapkara ellerinle. Kâğıt hiç bu kadar beyaz olmamıştı.”

Ziyaret -> Toplam : 125,26 M - Bugn : 15609

ulkucudunya@ulkucudunya.com