Başkan babamızın değil Türkiye'nin sonbaharı
Yavuz Baydar 01 Ocak 1970
Sisteminin taşları iyice yerinden oynayan Türkiye, makul bir mutabakata değil daha fazla bölünmeye, ayrışmaya, zararları ölçülemeyecek bir saflaşmaya gidiyor.
Bu gidişatın sorumlusu 'devrimi anlamaktan aciz' diye, aşağılık bir dille aşağılanan muhalefet seçmeni değildir.
Durumun 12 Eylül 2010 referandumu sonrasından başlayarak bu hale gelmesinin sorumlusu, kirli şahsi emelleri uğruna siyaseti rayından çıkaran, bir yönetişim faciasına dönüştürenlerdir.
Asker güdümlü vesayetten kurtulmaya çabalayan Türkiye, akla fikre zarar bir siyaset madrabazlığının elinde rehin kalmıştır.
Çözümleri sürekli ertelenen, bir kişinin iktidarı şahsen mutlak surette ele geçirmesi için insanların sosyal dertleri elde koz olarak tutulan, alıklaştırıcı bir Zati Sungur yönetiminde yaşıyoruz.
Adı budur.
Aklı, vicdanı ve medeni cesareti olan herkesin ağzını açıp ne düşünüyorsa açıkça, sükûnetle, ısrarla söylemesi gereken günlerden geçiyoruz.
Kimin kendisine saygısı varsa, çıkıp konuşmalı.
Nasıl ki bunca insan yok 27 Nisan'dı, yok kapatma davasıydı, yok 12 Eylül referandumuydu, çıkıp gümbür gümbür ses çıkarmıştı, hakkaniyetten, demokrasiden yana durmuştu; bu da aynen öyle.
Zaman, yine böyle bir zamandır.
O dönemin 'mağdurları' olanca arsızlıkları, utanmazlıkları, kötü niyetleri, şuur ve izan yoksunluğuyla, demokrat maskelerini çıkarıp karşımıza tek sıra dizilmiş bulunuyor.
Başkan Baba’nın ilkbaharı
Ahlaksızlar bandosu, kulakları tepedeki anonsta, medyada rap rap yürüyüş halinde.
Muktediri, siyasetçisi, işadamı, kanaat önderi, sayın sayabildiğiniz kadar.
Akıntı ne kadar gürül gürül olursa olsun, eğer nehrin yatağı şark kurnazlığıyla değiştirilmişse, bunu yüzlerine haykırmak gerekir.
Öyle zamanlar vardır ki, tek başınıza kalacağınızı dahi bilseniz, akıntıya karşı yüzeceksiniz.
Tarih nasıl olsa sizi haklı çıkaracak.
'Başkan Baba'nın Sonbaharı'na doğru adım adım gidiyoruz.
Tabii durum, o romanın yazarı Gabriel Garcia Marquez'in işaret ettiği gibi değil. Başkan Baba'nın Sonbaharı, iktidarı her türlü katakulli ve de zorbalıkla ele geçirmiş; hısım akraba, dalkavuk, danışman, şakşakçısıyla beraber yolsuzluklara batıp ruhen ve manen iyice çürümüş bir 'otokrat'ın son dönemini anlatmaktaydı.
Bizde olsa olsa Başkan Baba'nın İlkbaharı diyebiliriz.Sonbahar dediğim, Türkiye'nin sonbaharı.
Demokrasinin hazan mevsimine doğru gün sayıyoruz.Türkiye'nin kara kışa geçmeden önceki son haline doğru.
Hırsızlara cezai muafiyet
Ne getirecek sonbahar bu ülkeye?
Adı sanı hırsızlığa, uğursuzluğa, haramiliğe, yurttaş hakkı yemeye, görevi kötüye kullanmaya karışmış kim varsa, hepsine cezai muafiyet…
Yenen bütün haltlara karşı koruma zırhı…
Kişiye özel, anahtar teslim hukuk…
Asker güdümlü vesayet dönemindeki seçkinlerin yerini alan ama hâlâ 'mağduruz' edebiyatı yapan 'yeni seçkin'lere hem engin vesayet yetkisi hem de bilumum finansal ayrıcalıklar...
Milleti on yıllardır ezmiş çoğu üniformalı bürokrasi eskileriyle yeni muktedirler sınıfı arasında, kötülük ve menfaat zemini üzerinde utanmazlık ittifakı ve işbirliği...
Ayak bağı gibi görülen ve 'kuvvetler dağınıklığı' gibi gösterilen kuvvetler ayrılığı yerine saf iktidar için maymuncuk görevini yerine getirecek kuvvetler birliği…Özerk, bağımsız, sorumluluk sahibi ne kadar denge-denetim kurumu varsa, hepsinin köküne kibrit suyu...
'Milli irade' gibi ne idüğü belirsiz bir sloganı tepe tepe kullanıp, hak taleplerine cevap bekleyen ama 'bizden olmayan'ların kapılarda bekletilmesi ve çok 'acıkınca' ağızlarına arada bir lokma ekmek verilmesi...
Sahibinin sesi, tek sesli medya...
Geçmişle sıfır yüzleşme...
Fikren itiraz edene cadı avı...
Kopenhag Kriterleri'ne veda...
Anayasal yeni bir zemin kurmadan ne başı ne sonu belli Kürt çözüm süreciyle tam bir kargaşa...
Kısacası, o son derece kıymetli kanaat önderlerimizin dahiyane tabiriyle 'yeni Türkiye…'
Sonbahar işte bunu vadediyor.
İki ay sonra ağlayacak mıyız, gülecek miyiz halimize, bilemiyorum.