Yeni-Osmanlıcılık
Sedat Laçiner 01 Ocak 1970
Osmanlı, Cumhuriyet’in ilk kuşağı için acı anılar anlamına geliyordu. Kemalist kadrolar, kendileri de Osmanlı olmalarına rağmen, Osmanlı’yı geri kalmışlığın ve yenilgilerin temel nedeni sayıyordu… Bu nedenle geçmişi hatırlatan ne varsa aşağılandı, kötülendi veya yok sayıldı.
Oysa bireyler gibi milletler de geçmişlerini silemezler, onu yok sayamazlar… Bir ağaç nasıl ki köklerini yok edemezse, milletler de geçmişlerinin eseridir, onu yok edemezler… Başka bir deyişle, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan inkâr girişimi başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkumdu, sonuç öyle de oldu…
Çok partili dönemde milli irade meclise ve hayata daha çok yansımış ve doğal olarak geçmişe, kültürümüze ve manevi dünyamıza ait ne varsa tüm bunlar hayatımıza renk vermeye başlamıştır.
Dini ve milli köklerin iç siyasete yansıması çok sert ve ölümcül çarpışmalara neden olmuştur. Dış siyasette ise bunun karşılığı Osmanlı’ya romantik hayranlığın uyanışıyla başlamıştır. İslami ve milliyetçi kesimler Osmanlı’nın yükseliş dönemini Kemalistlerin usulünü tam tersi bir yönde izleyerek, abartılı bir şekilde kutsamıştır. Kemalistler kötü giden herşeyi dine ve Osmanlı geleneklerine bağlarken, idealist İslamcılar ve milliyetçiler Osmanlı’ya toz konduramamışlar, onun hatalarını görememişlerdir.
Elbette gerçek iki görüşün ortasında bir yerlerdedir. Hatalarıyla sevabıyla Osmanlı hem büyük bir medeniyetin en başarılı örneklerinden biridir, hem de bizlerin medeniyet köklerinden biridir.
ÖZALİZM
Dini ve milli köklerin dış politikada rasyonel bir temele oturarak kuramsallaşması ise daha çok Turgut Özal döneminde ortaya çıkmıştır. Özal, içeride liberalizm, milliyetçilik, muhafazakârlık, dini değerler ve sosyal demokrasiyi kendine özgü oranlarla birleştirmiş veÖzalizm diyebileceğimiz bir anlayışı geliştirmiştir. Özal’a göre din de, Osmanlı gelenekleri de gelişmeye ve ilerlemeye (terakki) mâni değildir.
Özal’ın dış politikaya getirdiği yorum ise Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki yargılara adeta meydan okuma gibidir. Kemalist anlayış Osmanlı topraklarını cüzzamlı yerler gibi görmüş, Kafkasya, Ortadoğu ve Balkanlar’da en ufak bir riski dahi almaktan kaçınmış; Türkçü, İslamcı veya Osmanlıcı görünürüm endişesiyle Türk ve İslam dünyası ile yeterince ilgilenmemiştir. Özal’a kadar Orta Asya ile ilgilenmek ‘faşistlik’, Müslüman dünyası ile ilgilenmek ise ‘dincilik’ olarak algılanmıştır. Aynı şekilde sosyalist ülkelere ilgi ‘solculuk’ olarak görülmüştür. Özal ise dünyaya daha nesnel bir pencereden bakmış, dış politikanın temeline liberal ekonominin gereklerini koymuştur. Buna göre yakın çevre ile ilgilenmek tehlikeli değil, olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır. Milli değerler açısından bakıldığında ise Osmanlı’nın mirası ve Müslüman ülkeler kardeş, akraba ve dost ülkeler olarak tanımlanmıştır. Türkiye geçmişini ve komşularını dış politikada inkâr etme yanlışından ciddi anlamda Özal döneminde dönmüştür.
DOĞU MU, BATI MI?
Kimi uzmanlar Özal’ın dış politikasını ‘yeni Osmanlıcılık’ olarak adlandırmışlardır. BundaSovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya’nın yıkılıp, yerine çok sayıda Türki ve Müslüman devletin ortaya çıkmasının da rolü büyüktür. Soğuk Savaş’ın sınırlayıcı etkileri ortadan kalkınca, Türkiye’nin yeniden imparatorluk hayalleri kuracağı iddiaları artmış, Özal’ın Müslüman ve Türk devletleriyle kurduğu iyi ilişkiler bu yönde emareler olarak algılanmıştır. Nitekim Turgut Özal da 21. yüzyılın ‘Tük yüzyılı’ olacağını iddia etmiş ve Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan bir kültür, dil ve inanç birliğinden bahsetmiştir.
Buna karşın Özal’ın dış politika anlayışının özü Doğu politikasından ziyade, Batı politikasıdır. Özal, Türkiye’nin geleceğini Adriyatik ile Çin Seddi arasına sıkışmakta görmemiştir… Tam aksine, ona göre Türkiye’nin geleceği Batı ailesinin içindedir. Özalcı anlayışa göre Türkiye Avrupa Birliği’ne kısa vadede giremese dahi Avrupa sisteminin doğal bir parçasıdır. Aynı şekilde Özal ABD ile yakın ilişkilere büyük önem vermiştir. Kimi Özal karşıtı yorumcu bu durumu ‘Amerikancılık’ olarak yansıtmıştır. Oysa ki Osmanlı döneminde karşılaştığımız Rusya veya İngiltere yanlısı siyasetçilerden/bürokratlardan farklı olarak Özal, Türkiye’nin ABD’ye veya Avrupa’ya yaslanmasını değil, onlarla eşit ortaklar olarak işbirliği yapılmasını savunuyor idi. Bunu eylem bazında da görebiliriz… Özal döneminde Türkiye ekonomide ve savunma sanayiinde kendi kendine yetebilme hedeflerini olabildiğince yükseltmiştir, bu da Özal’ın diğer devletlere yaslanma (mandacılık) gibi bir düşüncesinin olmadığını gösterir.
Başka bir deyişle Özal’ın dış politikasında Karadeniz, İslam Dünyası, Kafkasya, Balkanlar veya Türk dünyası Batı’nın bir alternatifi değil, tamamlayıcısıdır.
GERÇEK OSMANLICILIK
Özal’ın Osmanlıcılığı’nı Doğu’ya, özellikle de Ortadoğu’ya kapanmak olarak gören yorumlar bu nedenle son derece yanlıştır. Zaten Osmanlıcılık da bu değildir. Osmanlı, Doğu ile Batı’ya kıyasla çok az ilgilenmiş, kendisini Avrupalı bir imparatorluk olarak görmüştür. Bu durum seferlere dahi yansımış, Yavuz Sultan Selim haricinde Doğu’da büyük fetihler yapma sevdası hiçbir padişahta görülmemiştir… Yavuz’un da Doğu seferlerinin hemen ardından Batı’ya yöneldiği, ancak buna ömrünün yetmediğini tarihçilerimiz ifade ediyorlar… Bunun dışında gerçekleşen Doğu seferleri ise daha ziyade savunma amaçlı, yani arka bahçeyi güvende tutma maksatlıdır.
Osmanlı’yı farklı ve başarılı kılan da budur… Diğer Selçuklu beylikleri kendi iç kavgalarında zayıflarken ve diğer Doğu devletleri Doğu’nun aile içi kavgaları ile enerjilerini tüketirken Osmanlı, yüzünü Batı’ya dönmüştür. Aslına bakarsanız bu yöneliş aynı zamanda Selçuklu’nun da yönelişidir. O da Orta Asya’dan İran’a ve Anadolu’ya yani Batı’ya akışı temsil eden bir büyük medeniyet gelişmesinin hikâyesidir.
Elbette Osmanlı İslam’ın ve Türklüğün temsilcisidir, ancak sadece bu kaynaklardan beslenmiş değildir. Osmanlı medeniyetinin en önemli beslenme kaynakları arasında Roma ve genel olarak Batı medeniyetleri de vardır. Ayrıca Osmanlı padişahlarının, daha yükselme döneminde dahi bazı Avrupa kurumlarına ve bilim-sanat ve kültür dünyasına büyük ilgi duydukları ve bu kaynaklardan ziyadesiyle yararlandıkları bilinmektedir.
Özetleyecek olur isek, Osmanlı medeniyeti Selçuklu’nun sade bir tekrarı olmadığı gibi salt bir Doğu medeniyeti de değildir. Osmanlı Doğu ile Batı’nın harmanlanması, her iki medeniyetin zenginliklerini başarı ile damıtılması ve uyumlu hale getirmesi olarak da değerlendirilebilir. Ancak Osmanlı medeniyetinin yayılma sahası Doğu’dan ziyade Batı olmuştur.
Dolayısıyla Türkiye’nin Irak, Suriye ve İran gibi coğrafyalara yönelmesini ve Batı ile ilişkilerinin zayıflamasını Osmanlıcılık olarak değerlendirmek büyük bir yanılgıdır.
Eğer Türkiye, Osmanlıcılık veya yeni-Osmanlıcılık gibi geçmişse öykünen, ondan esinlenen bir dış politika anlayışı inşa etmek istiyor ise yönelinmesi gereken yüz yine Batı’dır. Çünkü maalesef Ortadoğu ve İslam dünyası hâlâ medeniyetimizi besleyebilecek gelişmelerden uzaktır.
Türkiye için İslam ve bölgenin kadim medeniyetleri elbette hâlâ çok önemli beslenme kaynaklarıdır. Ancak bölge ülkeleri kendi öz değerlerini dahi yaşatabilecek becerilerden günümüzde yoksundurlar. Bu nedenle Türkiye, bir yandan bölgenin ve dini-kültürel medeniyet ailemizin değerlerini yaşatmak, geliştirmek ve korumakla mükelleftir; diğer yandan ise bu gelişmeyi kolaylaştıracak ve yeni katkılar getirecek yeni beslenme kaynakları bulmak zorundadır. Örneğin iktisadi alanda veya bilimde Suriye’den veya Özbekistan’dan alacaklarımız ne yazık ki oldukça sınırlıdır. Buna karşın nispi gerilemelerine rağmen, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika hâlâ bilgi ve teknolojinin kaleleri niteliğinde yerlerdir. Aynı şekilde yükselen Asya-Pasifik bölgesi de Türkiye’nin gelişmesi için ilişki kurması gereken yerlerdendir.
Bunlara ilave olarak, Osmanlı gibi baktığınızda kazanılması gereken kalpler de herhalde daha çok Batı’dadır…
Osmanlıcılık yapacaksak, öncelikle Batı ve gelişmiş dünya ile bağlarımızı güçlendirmek zorundayız… Türkiye bilimde, sanatta, sporda, kültürde ve ekonomide gelişmiş dünyanın parçası ve güçlü bir aktörü olmalıdır. Bunun yerine İslam dünyasında aile içi kavgalara saplanmak, sonu gelmez mezhep ve siyaset çekişmelerinin aktörü olmak Türkiye’yi önce yorar, ardından ise medeniyet yarışının dışına atar…
Son olarak, Türkiye’nin Batı’da ilişkilerini güçlendirmesi sanılanın aksine Doğu’daki ilişkilerini zayıflatacak da değildir. Tam aksine Türkiye’nin Batı’daki gücü onu Doğu nezdinde güçlü ve daha etkili bir hale getirecektir.