IV. Murat - Murad (Murat) Han IV
01 Ocak 1970
Osmanlı padişahlarının on yedincisi ve İslam halifelerinin seksen ikincisi. Babası Birinci Ahmed Han, annesi Mahpeyker (Kösem) Sultan'dır. 27 Temmuz 1612’de İstanbul’da doğdu. Tam bir Türk ve İslam terbiyesi ve ahlakı ile yetiştirildi. Enderun mektebindeki hocalarından hususi dersler aldı. Genç Osman’ın başına gelen acı felaket ve yerine geçen amcası Mustafa Han'ın kısa bir süre sonra tahttan indirilmesi üzerine henüz on bir yaşında iken 10 Eylül 1623’te Osmanlı tahtına çıktı. Eyyüp Sultan hazretlerinin türbesinde, hocası Aziz Mahmud Hüdayi’nin elinden kılıç kuşandı. Yaşı küçük olduğu için, devleti bilfiil idare edemeyeceği görüşü hakim olarak, annesi Mahpeyker Kösem Sultan, saltanat naibesi tayin edildi.
Tahta geçtiğinde, iç ve dış işlerdeki karışıklıklar devam ediyordu. İdari işler karışık olduğundan, Yeniçeri ve Sipahi askerleri zorbalığa baş vuruyorlardı. Vasi durumunda olan annesi Mahpeyker Kösem Sultan'ın yardımı ile iş başına kıymetli devlet adamları ve kumandanlar getirerek, ortalığı düzeltti. İran Şahı Birinci Abbas (1588-1629), Osmanlı hududunu geçip, Bağdat’ı işgal ederek, otuz bin Sünni Müslümanı, kadın, çoluk, çocuk demeden kılıçtan geçirdi. Rus Kazakları ise kayıklarla Karadeniz sahilindeki bazı köyleri yaktılar. 1625’te sadrazamlığa getirilen Hafız Ahmed Paşa, Kazak korsanlarına ve Safevilere karşı harekete geçti. 1625’te Köstence’de, Kazakların iki yüz elli kayığı batırılarak, dört bin kadarı öldürüldü. Şah Abbas’ın Bağdat’taki zulmünün önüne geçmek için, 1625’te ordu sevk edildi. 11 Kasım 1625’te Bağdat yakınlarındaki Azamiyye kurtarılarak, Bağdat kuşatıldı. Ancak, yeniçerilerin isyanıyla Bağdat kuşatmasını kaldıran Sadrazam Hafız Paşa, Irak’ın kuzey ve güneyini işgalden kurtardı.
1 Aralık 1626’da Sadrazamlığa getirilen Kayserili Halil Paşa, tekrar başlayan Safevi saldırılarının önüne geçmek ve Abaza Mehmed Paşa'nın isyanlarını bastırmak için 4 Aralık 1626’da sefere çıktı. Serdar Halil Paşa'nın muvaffakiyetsizliği üzerine 6 Nisan 1628’de Sadrazamlığa Hüsrev Paşa getirildi. 22 Eylül 1628’de Abaza Mehmed Paşa'yı yola getiren yeni sadrazam, Safevilere karşı 5 Mayıs 1630’da Mihriban’da, 14 Temmuz 1630’da Cemhal’da zafer kazandı. İranlılar mağlup olunca, Anadolu’da asayiş temin edildi.
Dördüncü Murad Han'ın yaşının küçüklüğünden istifade eden yeniçeriler, İstanbul’da zorbalıklarını ve ahaliye kötü muameleyi artırdılar. Sadrazam Hüsrev Paşa'nın azlini bahane eden yeniçeriler ve sipahiler, ayaklanarak saraya yürüdüler. Yeni sadrazam Müezzinzade Hafız Ahmed Paşa'yı öldürdüler (1632). Bundan sonra zorbaların zoru ile sadrazam olan Recep Paşa döneminde İstanbul’da karışıklıklar günlerce sürdü. En küçük bir olayda, Recep Paşa'nın tahrikiyle harekete geçen zorbalar, yeni kelleler istiyorlardı. Diğer taraftan, tahta geçtiği günden itibaren bütün hadiseleri dikkatle takip ederek, eşkıyanın elebaşlarını tespit eden Sultan Murad Han, 8 Haziran 1632’de devlet idaresini bizzat eline aldı. İsyancıların elebaşı olan Topal Recep Paşa'yı öldürttü. Yeniçeri ve sipahi ocaklarını sindirerek, zorbalıkların önüne geçti. Kahvehaneleri ve meyhaneleri kapatarak, tütünü ve alkollü içkileri yasakladı. Emri dinlemeyenlere şiddetli cezalar verileceğini ilan edip, sıkı kontroller yaptı ve yaptırdı.
Lehistan Kazaklarının Karadeniz’de Osmanlı sahillerine ve Rumeli’de Tuna yalılarına yaptıkları saldırının önüne geçmek için 1633 Nisanında Lehistan Seferine çıktı. Osmanlı ordusu Edirne’ye geldiğinde, Lehistan hükümeti sulh istedi. 1634’te imzalanan Osmanlı-Lehistan Antlaşmasına göre; Kazak akınlarına son verilmesi, Leh krallarının Kırım hanlarına ve Osmanlı sultanına vergi vermesi, esirlerin karşılıklı değiştirilmesi kabul edildi.
Sultan Dördüncü Murad Han, Safevi saldırılarının önüne geçmek için ordunun başında sefere karar verip, hazırlıkları tamamladı. 18 Mart 1635’te Revan Seferine çıkan Dördüncü Murad Han, önceden tespit ettirdiği zorbalardan yolu üzerindekileri cezalandırdı. 27 Temmuz 1635’te Revan önlerine ulaştı. Sefer boyunca ordunun başında bulunup, askerlerle alakadar olan, kuvvet, heybet ve dehşetinden ürkülen Sultan Murad Han'a, ordu içinde büyük bir emniyet ve hürmet hissi uyandı. 28 Temmuz 1635 gecesi başlatılan Revan kuşatmasında, bütün muharebe planları tatbik edildi. Sultan Murad Han'ın kuşatmanın ilk gecesi yaralanan askerleri ateş hattından geriye çektirerek hastane çadırlarında, cerrahlara tedavi ettirip, ilaçlarının verilmesini emretmesi ve top atışlarında bulunması askerleri coşturdu. Revan kalesini düşürmek için yapılacak umumi taarruz öncesinde Safeviler, vire ile teslim olmak istediklerini bildirdiler. 8 Ağustos 1635’te Revan kale muhafızı Emirguneoğlu Tahmasp Kulu Han, Sultan Murad Han'a kaleyi teslim etti. Revan Kalesi tamir edilip, içine on iki bin asker ve yeteri kadar cephane konularak muhafızlığına Vezir Murtaza Paşa bırakıldı. 11 Eylül 1635’te Tebriz şehri tekrar zaptedildi. Safevi ordusu, Osmanlılarla meydan muharebesine cesaret edemediğinden karşılaşılmadı. Aras Nehri taraflarındaki Zeynelli aşiretinden bin kadar nüfusun, Pasin-Erzurum, Tercan-Erzincan taraflarındaki boş arazilere iskan edilmesi emrolundu. Van ve Diyarbakır’da kalan Sultan Murad Han, Revan Seferine çıkışından on ay sonra 27 Aralık 1635’te İstanbul’a döndü. Osmanlı ordusunun doğudan ayrılmasıyla; Safeviler, hududa tecavüz ederek 1 Nisan 1636’da Revan’ı işgal ettiler. 2 Şubat 1637’de sadrazamlığa getirdiği Bayram Paşayı Doğu Seferi serdarlığına tayin eden Sultan Murad Han'ın kendisi de hazırlıklara başladı ve 8 Mayıs 1637’de Bağdat Seferi'ne çıktı. 16 Kasım 1638’de kuşatmanın başladığı sırada Padişahtan, daha önce ele geçirilmiş bulunan İmam-ı A’zam türbesini ziyaret etmesi istendi. Ancak, Sultan; “Bağdat, sapıkların pis ayaklarıyla kirlenirken, gidip o yüce İmamı ziyaretten haya ederim” cevabını verdi. Derhal tertibat alarak muhasaraya başladı. Şehirde Bektaş Han Türkmen’in kumandasında 40.000 kişilik bir Safevi garnizonu bulunuyordu. Şah Safi ise, atlı kuvvetleriyle Kasr-ı Şirin’de olup Osmanlı muhasarasını gün gün takip etmesine rağmen, müdahaleye cesaret edemiyordu. Sultan Murad Han, 12.000 sipahiyi İran içlerine sokup Şehriban bölgesini çiğnettiği halde, Şahı savaş meydanına çekemedi. Şah, Bağdat’taki büyük kuvvetlerine güveniyor, Padişahın muhasaradan bıkınca çekilip gideceğini zannediyordu.
Padişahın ve seksen altı yaşındaki şeyhülislam Yahya Efendi'nin de ön safta olduğu bu kuşatmada, dehşetli vuruşmalar oldu. Muhasaranın otuz yedinci gününde ön saflarda yalın kılıç kahramanca çarpışarak askeri coşturan Sadrazam Tayyar Mehmed Paşa, birkaç kuleyi ele geçirdiği sırada alnından vurularak şehit oldu. Yerine sadarete getirilen Kemankeş Mustafa Paşa, selefi gibi gayret edip birkaç kuleyi daha ele geçirdi. Bu muvaffakiyetler üzerine muhasaranın otuz dokuzuncu günü umumi taarruza karar verildi. Sabah erkenden başlayan şiddetli hücum karşısında kale teslim oldu.
Böylece, on dört sene on bir ay önce bir ihanet sebebiyle Safevilerin eline düşen Bağdat, artık kesin olarak Osmanlı idaresine geçti.
Sultan Dördüncü Murad Han, ilk iş olarak İmam-ı A’zam ve Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin kabr-i şeriflerini ziyaret etti. Bu büyük zatların türbeleri, sapık düşünceli Safeviler tarafından tahrip edilmiş ve eşyaları yağmalanmıştı. Padişah emir verip bütün kabirlerin ve eserlerin tamirini bildirdi. Şeyhülislam Yahya Efendi'yi de, bu işlere nezaret etmekle vazifelendirdi. Bu zaferden sonra Bağdat fatihi diye anılan Dördüncü Murad Han, ordu ile Sadrazam Mustafa Paşa'yı Bağdat’ta bırakarak İstanbul’a döndü. Sadrazam Kemankeş Mustafa Paşa, büyük bir kuvvetle İran içlerine doğru harekete geçtiği sırada Şahın barış isteği ile gönderdiği elçiler geldi. Sadrazam Kemankeş Mustafa Paşa'yla İran murahhasları Saru Han ve Muhammed Kuli Han arasında yapılan görüşmeler sonrasında, aşağı yukarı bugünkü Türk-İran sınırının tespit edildiği Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalandı (17 Mayıs 1639). Bu antlaşmaya göre; Bağdat, Basra ve Şehr-i zur havalisinden mürekkep Irak-ı Arap Osmanlılarda, Erivan Safevilerde kaldı. Ayrıca Safevilerin gerek Irak, gerekse Kars, Ahıska ve Van taraflarına saldırmayacakları, Eshab-ı kiramı kötülemeyecekleri de antlaşma şartları içinde yer almıştı.
Sultan Murad Han, doğuda İran’la meşgulken, batıdaki hadiselerden de günü gününe haber alıyordu. Bilhassa Venediklilerin hudut tecavüzlerine karşı bu Cumhuriyetle bütün ticari münasebetlerin kesilmesini ve hemen savaş açılmasını emretti. Ancak, bu sırada damla (Nikris) hastalığından muzdarip bulunan Sultanın durumu ağırlaştı. Bunun üzerine Divan, emri çeşitli bahanelerle on üç gün geciktirdi. Bu arada Venedik elçisi gelip, divanın bütün şartlarını kabul etti ve savaş durduruldu. Nitekim, çok geçmeden padişahın hastalığı daha da artarak 8/9 Şubat 1640 günü, güneş battıktan sonra İmam Yusuf Efendi, Yasin-i şerif okurken vefat etti. Sultanahmed Camii avlusunda Şeyhülislam Yahya Efendi'nin imamlığında müezzinlerin “Er kişi niyyetine!” nidaları ve Müslümanların gözyaşları arasında kılınan cenaze namazından sonra, babası Birinci Ahmed Han'ın türbesine defnedildi.
Dördüncü Murad Han, Arapça ve batı dillerine hakim olup her türlü memleket meselesine vakıftı. İlmi ve ilim adamlarını çok sever, fırsat buldukça ilim meclislerine gider, onları teşvik ederdi. Evliya Çelebi ve Katib Çelebi gibi alimler, teşvik ettiği kimseler arasında idi. Kur’an-ı kerim okumayı ve ibadetlerini hiç ihmal etmezdi. Dedesi Yavuz Sultan Selim Han gibi o da Hırka-i saadet dairesinde Kur’an-ı kerim okurdu.
Ömrünü devlete hizmet ve Allahü tealanın emir ve yasaklarına itaatle geçiren bu Türk Hakanı, Ehl-i sünnet düşmanı Acemlerin pek çok iftiralarına maruz kaldı. Bunlar kendilerinde bulunan zilletleri bu büyük padişaha da bulaştırmaya kalkıştılar. İnsanlara zulmettiğini ve içki içtiğini söylediler. Halbuki devrin kaynaklarında Murad Han'ın içki içtiğine dair en küçük bir bilgi yoktur.
Birçok tarihçinin Kanuni sonrası en büyük Osmanlı padişahı olarak kabul ettikleri Dördüncü Murad Han, hep dedesi Yavuz Sultan Selim Han'a benzemeye çalışırdı. Gerçekten de birçok vasıfları onunla uyuşurdu. Fakat, Yavuz’un sahip olduğu kıymetli devlet adamlarına ve tecrübeye malik değildi. Tahta geçtiğinde hazine bomboştu. Vefatında ise, on beş milyon altın olup, gümüş paranın haddi hesabı belli değildi. Avrupa, baştan başa istihbarat ağı ile örülmüştü. Avrupalıların en gizli sırları, Osmanlı Sarayına gününde ulaşıyor ve ona göre vaziyet alınıyordu. Tahta çıktığında, neye yaradığı belli olmayan yüz bin yeniçeri varken, vefatında itaat altına alınmış otuz beş bin yeniçeri bulunuyordu. Dördüncü Murad Han, bozulmuş devlet nizamını yoluna koymak için mülazimlikleri kaldırdı. Timar sistemini yeniden düzene koydu. İsrafın önüne geçmek için kanunlar çıkarttı. Sipahilerden zorbalıkla ele geçirdikleri evkaf idaresini ve diğer hükümet hizmetlerini aldı. Sipahileri intizam ve itaat altına alarak, bunların ve bir takım bozguncuların toplandığı yerler olan kahvehaneleri kapatarak asayişi temin etti. Yeniçerilik tahsisatının şuna buna yemlik olması suiistimalini kaldırarak, yeniçeriliği ıslah etti. Vefatında içte ve dışta huzurlu ve itibarlı bir devlet bıraktı.
Sultan Murad Han'ın cesareti, her türlü zorluğa tahammülü, keskin zekası, hünerleri, askeri dehası, atıcılık, binicilik, silahşorluktaki başarısı, askerleri ve tebaası tarafından çok takdir ediliyordu. İki yüz okkalık gürzleri kolayca kaldırır, hızla giden iki atın birinden diğerine atlar, attığı ok, tüfek mermisinden uzağa düşerdi. Devrinin bütün silahlarını en iyi şekilde kullanırdı.
En küçük suçları bile memleketin selameti için cezalandırmaktan çekinmeyen Sultan Dördüncü Murad Han'ın merhameti de çoktu. Savaş esnasında otağının yanına kurdurduğu seyyar hastanelerdeki yaralı ve hastaları ziyaret eder, onlarla yakından ilgilenirdi. Memleketin her tarafındaki imarethanelerin vakıf şartlarına uygun şekilde çalışması, fakir ve yetimlerin aç ve açıkta kalmaması için gayret gösterirdi.
Din ve devlet menfaatine iş yapanı hemen mükafatlandıran Sultan Murad Han, pek çok hayırlı işin yanında, Topkapı Sarayı'nda Revan ve Bağdat köşkü gibi nadide eserler, köprüler, kervansaraylar, hanlar ve benzeri hayır eserleri de inşa ettirdi.
Boğazda yaptırdığı sarayda, oğlu Muhammed’in doğumunda yedi gece kandiller astırıp şenlikler yapıldığından, buraya Kandilli denildi. Kavaklar’daki kaleleri yaptırdığı gibi, pek çok şehrin de surlarını tamir ettirdi. Bağdat’ı feth edince, İmam-ı A’zam ve Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin türbelerinin tamirini yaptırdı. Kabe-i muazzamayı su basması üzerine; Ankaralı Mehmed ile Rıdvan Ağa'yı Kabe-i muazzamayı tamirle vazifelendirdi.
Sultan Dördüncü Murad Han devrinde kazanılan zaferlerin yanında pek çok alim, şair, tarihçi ve sanatkar yetişerek kıymetli eserler meydana getirmişlerdir. Bunlardan bibliyografya, tarih, coğrafya sahasında Katip Çelebi ve Vekayi-name sahibi Topçular katibi Abdülkadir, Ravdat-ül-Ebrar ve Zafername sahibi Karaçelebizade Abdülaziz, Tarih-i Gılmani sahibi Mehmed Halife, teşkilat ve idare sahasında Koçi Bey vardır. Yine Erzurumlu Ömer, Nef'î, Azmizade Mustafa Haleti, Naibi, Yahya, Bahai, Cevrî ve Fehim-i Kadim, devrinde önde gelen şairlerdir. Yine süslü nesrin on yedinci yüzyıldaki temsilcilerinden Nergisi de Dördüncü Murad devrinin meşhurlarındandır.
Bundan başka, şair olan bu padişahın devrinde halk edebiyatı sarayca desteklenmiş, zaferlerine destanlar, ölümüne halk şairlerince şiirler yazılmıştır. Bu şairlerden bazıları saraya intisap etmişlerdir. Bunların belli başlıları Kuloğlu, Katibî, Kayıkçı Kul Mustafa gibi halk şairleridir.
Yine devrin tekke edebiyatındaki büyük temsilcisi Aziz Mahmud Hüdayi de, bu devrin sahasında önde gelen şairlerindendir.