Eleştiride Ölçü
Sedat Laçiner 01 Ocak 1970
‘Köşedaşım’ Süleyman Özışık’ın son yazısını okumuşsunuzdur… Sağolsun, hakkımda pek çok güzel cümle kurmuş. Güzel insan güzel düşünür, keşke ben de bu sözlere layık olabilsem…
Diğer taraftan, zaman zaman bana da ulaşan bazı ‘eleştiriler’in ona da ulaştığı anlaşılıyor… O da haklı olarak politikaları eleştirmenin bir yazarın en doğal hakkı, hatta görevi olduğunu, bir kişi veya haber sitesini yaftalarken elde delil olması gerektiğini söylüyor…
Herşeyden önce şunu kabul etmeliyiz ki objektif, soğukkanlı ve teknik olmanın çok zor olduğu günlerden geçiyoruz.
Herkes ziyadesiyle duygusal…
Kime dokunsanız bin ahh işitiyorsunuz…
Çok ağır suçlamalar havada uçuşuyor ve herkes kendisine hak verilmesini istiyor...
Bu süreç boyunca ve daha evvelinde de soğukkanlı olmaya çalıştım… Akıntıya kapılmamaya, selde sürüklenen bir dal parçası olmamaya gayret ettim… Teknik bir dil kullanmaya gayret ettim… Nesnelliği elimden bırakmamak en önemli ilkem oldu… Anladığım konularda dilim döndüğünce görüşlerimi okurlarımla ve karar alıcılarla paylaştım… Haklı bildiğim, doğru bildiğim konularda sözümü hiç sakınmadım, ismimle müsemma olmaya çalıştım. ‘Sedat’ demek “doğruluk; her daim doğruyu söyleyen kişi” anlamlarına geliyor, ben de bunun hakkını vermeye gayret ettim… Zaten görevim de bu değil mi? Bir bilim insanı olarak, bir fikir işçisi olarak bizler doğru bildiğimizi söylemez isek, ülkemizi ve insanımızı tehlikelere karşı uyarmaz isek işimizi yapmış sayılır mıyız? Yediğimiz ekmeği hak etmemiz biraz da işimizi düzgün yapmamıza bağlı değil mi?
İşte, bu nedenlerle doğru bildiğimi her ortamda, dilimi kıvırmadan söyledim… İnanınTürkiye, fikrinizi özgürce söylemek için ideal bir ülke değil… Bu özelliklerim nedeniyle hemen hemen her kesimden ölüm tehditleri aldım… Emniyet, bu tehditlerden dolayı bana resmi koruma dahi tahsis etti… Oysa ki suya sabuna dokunmadan gül gibi geçinip gitmek mümkündü… Nihayetinde mesleğim böyle bir konforu şahsıma veriyordu, ancak vicdanım o konforu hiçbir zaman bana tanımadı…
SIRTINDAN BIÇAKLANMAK
Bugüne gelecek olur isek, testi yine kırıldı, içindekiler yine ortalığa saçıldı… Kartlar yeniden karılıyor ve herkes boşta bir sandalye kapıp oturmanın derdinde. Bu sürecin sonucunda ülke ne olacak, milli çıkarlarımız nasıl etkilenecek, kimsenin umurunda değil… Zaten taraflar da buna pek müsaade etmiyorlar. İki taraf da konuya ‘ihanet’ gözüyle bakıyor.
Hükümet çevreleri Cemaat tarafından arkadan bıçaklandıklarını düşünüyor… Bir an için arkanızdan bıçaklandığınızı düşünün, elinde bıçak, ucunda sizin kanınız duran adama kalbiniz bundan sonra doğrulur mu? Bu ortamda nasıl bir psikoloji içinde olursunuz? Arkanızdan sizi bıçakladığını düşündüğünüz kişi ile bundan sonraki ilişkileriniz nasıl olur? Ya o bıçaklayanla arkadaşlığını sürdüren, hatta birkaç kelime bile olsa konuşan kişilere karşı tavrınız ne olur?
İşte, Hükümet tam da bu psikoloji içinde hareket ediyor. Bir haine, kendince bir kalleşe karşı politika belirliyor… Sırta saplanan bıçağın karşılığı ise ancak ve ancak düşmanın sırtında veya göğsünde bir bıçak olabilir… Yani, bu işin sonunun nerede biteceği çok belli…
Aynı şekilde, Cemaat de yok edilmek istendiğini, kendisine karşı büyük bir bitirme operasyonu yapıldığını düşünüyor. Sizi öldürmek isteyen kişiye karşı tavrınız ne olabilirse, onlar da aynısını yapıyorlar… ve onlar da bu konuda tarafsız kalanları dahi hasım biliyor en azından vefasızlıkla suçluyor…
KUŞATILMIŞLIK ALGISI
Sorun bu kadarla kalsa belki iyiydi, ancak ihanet ve öldürme algısı bu kadarla kalmıyor… Hükümet son 3-4 yıldır içeride ve dışarıda kuşatılmışlık hissiyle hareket ediyor. İlk başlarda bir komplo teorisi iken, Gezi Olayları ile birlikte bu algı tam bir sabit fikre, değiştirilemez bir ön yargıya dönüştü… 17-25 Aralık ise algıyı daha da güçlendirdi…
Buna göre Türkiye, başta İsrail, ABD, Almanya ve İngiltere olmak üzere birçok dış gücün kuşatması altında… Bu güçlerin esas hedefi ise AK Parti ve Erdoğan’ı iktidardan düşürmek… Yine aynı görüşe göre dış güçlerin içeride de birçok müttefiki var (iç düşmanlar). CHP ve diğer bazı partiler de bu görüşe göre dış güçler ile ittifak kurmaktan kaçınmıyor… Algıya göre, bu halkaya en son cemaat katıldı ve kuşatma daha da genişlemiş oldu… Komplo teorisi diyor ki, bahsi geçen iç ve dış düşmanlar birleşti ve Türkiye’de Ukrayna’daki, Suriye’deki oyunu oynayacaklar, yani ülkeyi karıştırıp, sokak marifetiyle iktidarı değiştirecekler…
Söz konusu algı ne kadar gerçeği yansıtıyor, bu tartışılabilir. Ancak siz bir algıya bu kadar inanıp, bunu güçlü bir sesle dillendirip, hatta buna karşı aleni bir şekilde karşı önlemler almaya çalışırsanız başlangıçta algı olan şeyler zamanla gerçeğe dönüşebilir. Yani gerçekte tam anlamıyla bir kuşatma yok iken sayenizde bu kuşatma gerçekleşebilir…
NESNEL VE SOĞUKKANLI OLMALI
İkinci olarak kuşatılmış bir insan daha çok hata yapar, daha gergin olur… Kuşatma hissi dahi insanın hormonlarını harekete geçirmeye ve ani hareketler yapmasına neden olabilir… İşte, son birkaç yıldır tekrarladığım, başından beri söylediğim de budur.Hükümet, kuşatılmışlık hissiyle değil, çıkarları doğrultusunda soğukkanlı, teknik ve nesnel davranmalıdır…
Hükümet’in bir paralel (cemaat) sorunu olabilir, bununla mücadele etmek isteyebilir, elindeki tüm imkânlarla bu mücadeleyi gerçekleştirebilir de, ancak şunu unutmamalıdır,her konu ve her kişi ‘paralel’ konusu değildir. Yani her konuya ve her kişiye “ya bendensin, ya da karşımdasın” derseniz pek çok hayati hususta ölümcül hatalar yapabilirsiniz… İşte, Gezi’den bu yana tekrar edip durduğum gerçek budur. Bugün de aynı uyarıları yapıyorum… Olaylara iki boyutlu yaklaşmaya başlarsanız hem siz hata yaparsınız, hem de sizin bu açığınızı birileri istismar eder, manipüle eder…
İHBAR SALGINI
Önceki yazımda da anlatmaya çalıştım, bürokraside son 1 yıldır paralel fırtınalarıyaşanıyor… İhbar mektupları havalarda uçuşuyor… Hiç akla hayale gelmedik insanlar, imzasız ihbar mektuplarıyla ‘paralel’ ilan edilebiliyorlar. Beceriksiz pek çok memur ise bu furyadan faydalanıp terfi alabiliyor… Sahte sadakatlerle pek çok sadık ve liyakatli kişinin hayatı kayabiliyor… Hatta işi iyice ileri götüren bazı yetersiz ama hırslı kişiler rakiplerini ‘paralel ilan etmek’le tehdit edip sindirebiliyor dahi. Bu konuda bizzat gözlerimle gördüğüm örnekler var…
Özetle, kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Ancak hayat da bir tek kavgadan ibaret değil… Kuşatılmışlık hissiyle, bir noktaya kilitlenirseniz bu durumunuzdan hem pek çok kişi yararlanır, hem de siz kimseye gerek olmadan hata üstüne hata yapabilirsiniz…
OYUNA GELMEK
Nitekim yolsuzluk iddiaları konusunda muhalif grupların AK Parti’ye ve Hükümete son bir yıldır çok kolay vuruşlar yapabildiğini düşünüyorum… AK Parti bu eleştirilere aylarca cevap bile veremedi. Çünkü partide meseleye soğukkanlı bakabilme imkânı ortadan kalktı…Herşey Cemaat-Hükümet kavgası haline gelince yolsuzluk kelimesini kullanmak dahi mümkün olamadı. Hal böyle olunca parti kilitlendi, kamuoyunda dedikodular arttı. Oysa ki temiz toplum ve yolsuzlukla mücadele bu partinin en önemli iddiası idi. AK Parti’yi iktidara taşıyan en önemli avantaj onun, diğerleri ile kıyaslandığında temiz kalabilmiş olmasıydı. Ancak ‘4 Bakan Olayı’nda Parti, sırf cemaat ve diğer kendisini kuşatanlar bunu istismar ederler diye yapması gerekenleri yapamadı. Bir anlamda kendi kendisini kilitledi… Oysa ki bu konuda alınabilecek pek çok önlem vardı.
Aynı hataların izlerini 14 Aralık Operasyonu’nda da görebiliyoruz. Operasyonun haklı veya haksız olması bir yana soğukkanlı ve ustaca hareket edilmiş olsaydı operasyonun seyri herhalde bugünkünden çok daha farklı olurdu…
Kısacası kuşatılmışlık hissi Parti’ye ve Hükümet’e zarar veriyor, manevra alanlarını dağıtıyor. Sadece paralel meselesinde değil, Suriye’den Mısır’a, Irak’tan Almanya’ya kadar dış politikanın pek çok alanında da kendisini kuşatılmış hisseden bir Türkiye hem daha fazla hata yapabiliyor, hem de birileri tarafından kolay yönlendirilebiliyor. Artık nasır yeri bilindiği için, Türkiye’yi belli cümleler kurmaya zorlamak isteyen o yere basıveriyor…
KAMPLAŞMAK FAYDALI MI?
Kuşatılmışlık hissi ile gelen sertleşme AK Parti’nin oylarını arttırıyor ve sertleştiriyor belki, ancak karşısındaki kampın birlikteliğini de genişletiyor ve sertleştiriyor. Meseleye sadece oy sayısı olarak bakarsanız bu süreci yararlı da bulabilirsiniz… Ancak bir ülke sadece oy sayısı ile yönetilmiyor. Sandıktan bir kez çıktıktan sonra sokağın genelinin ve elitlerin desteğine de ihtiyacınız var. Aksi taktirde ülkeyi yönetmeniz zorlaşır… Nitekim son 2 yıldır gözlenen karamsarlık belki de en çok Hükümeti zorluyor, işini güçleştiriyor… Bu şartlar başka bir zaman diliminde ve başka aktörler ile olsaydı Hükümet’i sıkıntıya sokmak belki de çok kolaydı…
Bugün iktidarın şansı, muhalefetin yetersizliği… Muhalefette başka liderler ve partiler olsaydı mevcut kutuplaşmayı ve kötümserlik havasını çok sert bir şekilde kullanabilir ve ülkeyi idare edilemez bir hale sokabilirdi… Çünkü kutuplaşmalar iktidardan çok muhalefetlere yarar. Öte yandan, çatışma dili ülkeyi yönetmeye aday olanların işine fazla gelmez…
Diyeceksiniz ki, “sen böyle konuşuyorsun ama her şey yolunda”. İşte ben, her şeyin yolunda olduğunu düşünmüyorum. Umarım ben yanılırım, ancak dış siyasetten içeriye kadar pek çok ölümcül risk noktası oluştu. İşlerin ters gitmesi halinde alınan risk inanın çok büyük, bir o kadar da gereksiz. Tüm bunlara sebep olan ise dediğim gibi kuşatma hissi ve o kuşatmayı yarma çabası… Yani diyeceğim o ki AK Parti’nin gerilimin tırmanmasından kazançlı çıktığı iddiası bence doğru değil. Kazanç ile alınan risklere bakıldığında karşımıza orantılı bir tablo çıkmıyor. Siyasette gerilim bu kadar artmasaydı muhalefet iktidara mı gelecekti acaba? Dediğim gibi Hükümet’in şansı muhalefetin yetersizliği. Bu sayede pek çok hayati sorun görünmez hale gelebiliyor..
Bu arada hatırlatmak isterim, kendi deyimiyle sırtında bulduğu hançerle ihanete uğradığını düşünen Hükümet, bu konuya (kuşatılmışlık ve ihanet meselesi) öylesine yoğunlaşıyor ve genel çerçeveyi o kadar sıklıkla atlıyor ki her seferinde o hançeri kalbinde görme riskini göze alıyor…
UZUN HAİNLER LİSTESİ
İşte, son 2-3 yıldır özellikle vurguladığım gerçekler hep bunlar oldu. Ancak kutuplaşma ve kamplaşma öylesine keskin ki militan kalemler herşeyin hiç olmadığı kadar iyi olduğunu, hiçbir sorunun bulunmadığını, tek sorunun temizlenmesi gereken hainler olduğunu yazabiliyorlar. “Peki, kim o hainler” dediğimizde dünyanın ve Türkiye’nin yarıdan fazlasını ‘hainler listesi’nde buluveriyoruz…
Düşman, öldürerek veya yok edilerek bitirilemez. Aynı şekilde aldığınız oyları arttırarak da muhalefeti sona erdiremezsiniz. Zaten buna gerek de yoktur…
İşte, ben olabildiğince bu kamplaşmanın parçası olmamaya çalıştım. Bu, bir dünya görüşümün olmadığı anlamına gelmiyor. Tam aksine, görüşlerimi tüm topluma sıklıkla ilan eden bir kişiyim… Ancak bu durum, gerçekleri görmeme ve bunu yazmama engel de değil…
Bugüne kadar yazdıklarımın tamamı ülkemin yararına olduğunu düşündüklerimdir. AyrıcaHükümetin de başarılı olmasını canı gönülden diliyorum. Bugüne kadar başarılı olmaları için hem duacı hem de destekçi oldum. Çünkü onların başarıları hepimizin başarısı demektir. Hükümet ekonomide başarılı olunca bunun yararı başka memleket insanlarına değil, yine bize. Dolar ve faiz yükselirse bundan hepimizin canı yanar, ihracatımız artar, döviz ve faiz düşerse tüm Türkiye kazanır… Aynı şekilde, Çözüm Süreci başarıya ulaşır ve terör sona ererse bundan dolayı hepimiz mesut oluruz… Eğer Başbakan Davutoğlu Türk dış politikasını zirveye taşırsa bundan hiçbirimizin canı sıkılmaz. Hepimiz Türküz, Türkiyeliyiz… Hükümet de hepimizin hükümeti. Ancak dikkat ederseniz birileri Hükümeti sadece bazı Türklerin hükümeti haline getirmeye çalışıyorlar… Bunu kötü niyetli olarak yapanları anlamak mümkün, ancak sureti haktan görünüp de yapanlar en tehlikelisi…
YAZAR, NE YAZAR?
Başa dönecek olur isek, zaman zaman Hükümet politikalarına getirdiğim eleştirileri olmadık noktalara çeken fikir kısırlarına sormak isterim, ben politikaları eleştirmeyip de ne yapacağım?
Bir yazarın, bir bilim, insanının asli işi uygulanan politikalara kritik getirmek değil midir?
Devlet, bizleri bu iş için istihdam etmiyor mu?
Biz bunca eğitimi memleketimizin ve yöneticilerimizin eksiklerini, fazlalarını görüp, analiz etmek ve aklımız erdiğince daha iyi yolları tavsiye etmek için almadık mı?
Yazarın görevi dalkavukluk etmek midir, gördüğünü saklamak mıdır?
Eksikleri görüp de söylemeyenden daha hain kim olabilir?
Şükür ki eksikleri ve yanlışları her gördüğümde söyledim, çoğu kez devlet kademeleri de bu uyarıları dikkate aldı, gereğini yaptı. Bugün de Ankara'da sağ duyulu devlet adamları var ve yaptığım eleştirileri yerinde bulan, hak veren devlet adamları vermeye çalıştığımız katkılar nedeniyle teşekkür ediyorlar. Belki de asıl sorun göze girmeye çalışan, herşeyi pürüssüz göstermeye gayret eden militanlar ile dalkavuk takımında... Zaten her devleti içten içe kemiren de onlar değil mi?
ELEŞTİRİ ARMAĞANDIR
Eleştiri bir görevdir, bunda şüphe yok... Kaldı ki, az sayıda da olsa bazı okurlarımızın iddia ettikleri gibi benim uygulanan politikalara karşı eleştirilerim son dönemde artmış da değildir. Ben her dönem eksikleri söyleyen oldum...
Sevindiricidir ki her dönemde eleştirilerimin mühim bir kısmı dikkate alındı, politikalar değiştirildi… Bugün mesele şu ki eleştiri duyma tahammülümüz son dönemde çok azaldı…
Medeni dünyada yapıcı eleştiri en güzel armağandır. Kişiler, kurumlar vs. kendilerini eleştirsin diye üzerine para verir eleştiri yapsın diye danışmanlar tutar... Çünkü herkes bilir ki eleştirilmeyen kurumlar çürür ve içine çöker... Tavsiye ve uyarıları sadece sizi sevenler ve iyi olmanızı temenni edenler yapar... Övgü ile sövgü ise eleştiri değildir. Herkesin sizi övdüğü veya tersi durumlarda kendinizi geliştiremezsiniz...
Özetle, başka ülkelerde üste para verilerek ve profesyonelce yapılan yapıcı eleştiriler bizim ülkemizde çeşitli alınganlıklara neden olabiliyor... Ancak farketmez, hepimiz görevimizi yapmaya devam etmeliyiz….
Son olarak, Süleyman Özışık’a nazik ve övgü dolu yazısı için bir kez daha teşekkür ediyorum... Sağolsun, varolsun… Yaptığı uyarılar ise hiç şüphesiz yabana atılır türden değil... Umarım ilgililer bu uyarıları dikkate alır da ülkemiz kazanır...